Prof. Dr. Wolf D. Bukow | Siegen Üniversitesi
Çifte vatandaşlık son yıllarda düzenli aralıklarla tartışılıyor. Ve bu bağlamda hemen seçim hakkı konusu da ele alınmaya başlanıyor. Dünyanın birçok ülkesinde rastlanabilen çok sayıdaki çifte vatandaşlara bakıldığında, burada artık bir tartışma gerekliliğinin olmadığı düşünülebilir. Özünde bu sorun çok pragmatik bir şekilde çözüme bağlanmış ve böylece hukuksal olarak büyük ölçüde bitmiştir. Aslında gerekli olan şey, herkes için seçim hakkını standartlaştırmaktır, yani bu hakkın çifte vatandaş statüsü olmadan yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Anayasa değişikliğiyle bu kolayca yapılabilir. İşte tam da bu istenmiyor.
Çoktan aşılmış bir ulusal devlet anlayışı salt çifte vatandaşlığa değil, seçim hakkıyla da gerektiği gibi ilgilenmesini engelliyor.
Gerçekten de kamuoyunda, çözümün ne olduğu herkesçe bilindiği halde, olası bir çifte vatandaşlık ve onun seçim hakkı için neleri içereceği düzenli aralıklarla tartışılıyor. Görünüşe göre bu çözüme karşı olan, ancak genellikle dile getirilmeyen birşey var: Çifte vatandaşların, bir başka ifadeyle ve daha da kötüsü Alman vatandaşı olmayan insanların bağlılığı. Almanya’da kırk yılı tamamlayan seçim hakkı tartışmalarına yakından bakıldığında, asıl konunun insanların bağlılığından duyulan şüphede yattığı hemen görülecektir. Çünkü o zamandan bu yana, yalnızca Alman vatandaşlığı sayesinde bağlılığı kesinleşmiş kişiler olarak belirlenenlerin seçime katılabileceği tespih çeker gibi tekrarlanıyor. Bir zamanlar “yabancılara seçim hakkı” (Bukow 1989) nasıl istenmediyse, günümüzde de çifte vatandaşlara seçim hakkı tanınmak istenmiyor (Gerhards, Lengfeld 2013). Elbette Alman olmayan AB vatandaşlarına yerel seçim hakkı tanınması engellenemezdi. Bugüne dek bu uygulamadan daha fazlasına izin verilmedi. Mart 2008’de Türk Devleti’nin planlı olarak yurtdışında yaşayan yurttaşlarına ulusal seçimlere katılma hakkı tanıdığı (parti listeleri için) dikkate alındığında, en geç o an burada salt Almanları değil, Türkleri de ilgilendiren – amaç her ne kadar farklı olsa da – bir sorunsalla karşı karşıya olunduğu görülür. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı açısından bugün dindar-muhafazakar AKP’si için muhafazakar oyları toplamak her vazaman olduğundan daha çok önemlidir – bu parti için “kendi” göçmenlerinden destek almak şu an son derece kolay.
Bu gelişmeler yalnızca siyasi açıdan değil, sosyal bilimler için de ilginçtir. Hem Alman hem de Türk bakış açısıyla çok çabuk isnat edilen ve seçim hakkı üzerine yürütülecek her mantıklı tartışmayı engelleyen şu bağlılık sorunsalı nasıl ortaya çıkıyor? Bu noktada tuhaf bir uyuşma var: Alman tarafından bakıldığında, aslında bir kimsenin biçimsel olarak birden çok ulusal meclisi seçme hakkı bulunmasının esasen Almanlar için bir yenilik oluşturmadığı olgusu insanı şaşırtmaya yetmelidir. Çünkü birçok Almanın birden çok vatandaşlığı bulunuyor ve bu nedenle, elbette sürece dahil olan farklı ülkelerin farklı uygulamaları tarafından belirlenen koşullarda, bağlılıkları sorgulanmadan “yabancı” ulusal parlamentoları seçebilmeleri mümkün. Ancak Almanya’nın en büyük göçmen topluluğu, Alman Türker gündemde olduğunda her şey değişiyor. Türk tarafından bakıldığında ise aslında hemen şaşkınlık yaratması gereken olgu, Türk Devleti’nin Türkiye ile ikinci, üçüncü ya da dördüncü kuşakta dahi hiç bağlantısı olmayan insanları Türkiye’de ulusal seçimlere katılmaya çağırması, ama öte yandan da çeşitli usul kurallarıyla Kürt topluluğunun her türlü siyasi katılımını engellemeye çalışmasıdır.
Nitekim bu ipucu bile, yürütülen tartışmanın ardında çok farklı bağlamlara işaret eden sorun ve ilişkilerin gizlendiğini göstermeye yetiyor. Bizdeki tartışmanın Alman Türkler, yani elli yıldır entegrasyonlarında sorun yaşandığı isnat edilen topluluk gündeme geldiği an kızıştığı anlaşıldığında, olaylar daha şeffaf bir hal alıyor. Sorun çifte vatandaşlıkla tanınan ve göç veren ülkede de seçimlere katılma hakkını içeren olanaklar değil elbette, sorun Türk topluluğunun bağlılığı sorunudur. Alman vatandaşı olmadan Alman seçimlerine katılma hakkı talep edildiğinde bu bağlılık konusu daha da öne çıkıyor. Türk Devleti tam da bu çekinceyle “oynuyor” ve insanları Alman Türk değil, aksine kendilerini Almanya’da yaşayan Türk olarak görmeye teşvik ediyor. Almanların Alman Türklerin bağlılığından duydukları kuşku, sonal olarak Türk Devleti tarafından onları salt yurtdışı Türkler olarak seferber etmek için becerikli bir şekilde kullanılıyor. Bu gerekçelendirmenin mantığı, her iki devletin tutunmaya devam ettiği, ideolojik açıdan aşırıya kaçan üstün insan mitlerini içeren, çoktan aşılmış ulusal devlet anlayışına dayanıyor.
Çoktan eskimiş bir ulusal devlet politikasını uygulamak için , seçim hakkı ya da bağlılık konusu gibi demokratik gelenekler düzenli olarak ulusal içeriklerle yüklenir.
Gerçekten de ne seçim hakkının ne de bağlılık konusunun, kökenleri itibariyle ulusal devlet ve onun geliştirdiği vatandaşlık hakkıyla hiçbir ilgisi yoktur, yanıtı ise çok basit, çünkü onlar ulusal devletlerden eskidir ve sonraları dönem dönem ulusal devlete karşı eleştirel bir yönleri olmuştur. Seçim hakkı ve bağlılık karmaşık bir tarihsel sürecin ardından ulusal devletin hizmetine girmiş ve sonuçta ulusal içeriklerle yüklenmiştir: Henüz yüz yıl önce, yani Birinci Dünya Savaşı’na kadar örneğin Alman Parlamentosu’nda Fransız ve Polonyalı milletvekilleri de bulunuyordu, bunlar parlamentoda Almanya tarafından ilhak edilen kendi bölgelerini temsil etmişlerdir.
Dolayısıyla aslında seçim hakkı ve bağlılık konusunun ulusal devlet ile bir bağlantısı yoktur ve hatta bunun ötesinde farklı nedenlerden kaynaklanmaktadırlar. Varlıklarını birbirinden tamamen farklı, ulus öncesi çıkarlara borçludurlar ve bu nedenle de çok farklı anlamlar taşırlar. Bir fren olarak severek kullanılan seçme hakkı ise henüz çok yeni bir haktır. Gözden kaçan ve ulusal devlet düşünüşüyle yüceltilen bu bağlamları anımsamak çok önemli.
a) Seçim hakkının kökeni kent toplumlarına dayanmaktadır ve kentliler tarafından büyük çabalarla kazanılmıştır, örneğin 15. yüzyılda İngiltere’de kazanılmış olduğu gibi, ki burada seçim hakkı çoğu durumda varlık düzeyiyle bağlantılı olmuştur. 18. yüzyılın sonunda ve Fransız Devrimi’nin etkisiyle (1789 – 1799), kentliler/burjuvazi genel seçim hakkını kazanmışlardır. Ancak bu hak, Alman ülkelerinde, örneğin ABD’ne kıyasla, ikamet, gelir, cinsiyet ve yaş etmenleri nedeniyle önemli ölçüde sınırlı kalmıştır. İlk olarak Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, demek ki 94 yıl önce sosyal katmanlara özgü seçim hakkının yerini herkesi kapsayan bir seçim hakkı almıştır. Ama o aynı zamanda ilk kez (!) Alman vatandaşlığına bağlanmıştır. Siyasi bir sistemin temas ettiği tüm insanların kişinin saygınlığından bağımsız olarak söz sahibi olması düşüncesi (bottom up – aşağıdan yukarı) nihayet hayata geçiyor, ama aynı zamanda derhal milliyetçi bir yumuşatmaya tabi oluyordu.
b) Vatandaşlık düzenlemesi henüz yeni bir düzenlemedir ve belli ki seçim hakkıyla ilişkisi yoktur. O, devletin bir halk ordusu kurma ve yurttaşlarının düşman ülkelerle (top down – yukarıdan aşağı) ilişkisini düzenleme arzusunun bir sonucuydu. Bu nedenle vatandaşlık, bir diğer ifadeyle onu gösteren kimlik, ağırlıklı olarak yalnızca asker alımında ya da sınır geçişi durumlarında önemliydi, bunun dışında tanımlanmış değildi ve de ilgi uyandırmıyordu. 1870’e dek bölgecilik nedeniyle zaten birçok farklı vatandaşlık vardı, böylece, örneğin Frankfurt gibi çok sayıda vatandaşlıkların temsil edildiği bir kentte elbette birlikte yaşam için bu durum tümüyle önemsizdi. Buradaki durum da Alman Ulusal Devleti’nin nihai olarak kendini kabul ettirmesiyle değişmiştir ve ilk kez Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı devletlerin yeniden yapılandırılmasıyla birlikte geçekten önem kazanmıştır.
c) Bağlılık konusunda ise yüzyıllar boyunca farklı siyasi hükümdarların çıkarlarına bağlı olarak farklı düzenlemelere gidilmiştir. Kentlerde bağlılık uzun süre loncalara, sonraları da yerel anayasalarıyla kent yönetimlerine gösterilen bir bağlılık olmuştur. İlk olarak yükselen ulusal devlet, bu amaçlı-ussal bağlılık yapılarını ulusal ölçekli bir meseleye dönüştürmeye çalışmıştır. Bu amaçla kapsamlı bir gerekçelendirme bağlamı kurulmuştur; kurmaca bir halk kavramı oluşturulmuş, soy efsaneleri ve ırkçı ari yapılar yardımıyla herkesi kapsayan bir devlet halkı kavramı kurgulanmıştır. Burada önemli bir rol oynayan şey, devletin temelini teşkil eden bir özdeşliği oluşturmak üzere, sömürgeleştirmeler ve yukarıda belirtilen yeni savaş yönetimi metotları için gerekli olan bağlılığı ulusal devlet adına ele geçirme arzusudur.
Bu üç görünüm ilk kez Birinci Dünya Savaşı sonrasında birbiriyle kaynaşmıştır. Seçim hakkının milliyetçi içeriklerle bu şekilde yüklenmesinin ve bu yüklenmişliğin, Weimer Cumhuriyeti’ne rağmen, büyük ölçüde bir ırk olarak kavranan vatandaşlığın çatısı altında dayanışma olgusuyla kurduğu uğursuz ilişkinin varlığı tüm 20. yüzyıl boyunca tekrar tekrar belgelenebilir. Bunu özellikle Kongre Lehleri’nin (1815’te Viyana Kongresi tarafından kurulan Polonya Krallığı) Almanya’dan kovulması ve Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923) öncesi ve anlaşmanın uygulanması sırasında, Türkiye, Yunanistan ve Ermenistan’da gerçekleşen etnik temizliklerde açıkça görülmektedir (Brandes, Sundhaussen, Troebst 2010). Sürekli olarak önce vatandaşlık, sonra bağlılık ve böylece seçim hakkı da sorgulanmıştır. Artık vatandaşlığın ırksal tanımı ve bu tanımla birlikte seçim hakkının ve bağlılığın milliyetçi hizmetlere koşulması sonlandırılmalıdır.
Ulus -sonrası, hareketlilik ve farklılığın etkilediği bir modernizm -sonrasında, seçim hakkı ve bağlılık konusu , yeni , başlangıçtaki amacına yakın bir anlam kazanır.
Günümüzde, küreselleşmenin izlenimleri altında, nüfusun artan hareketliliği, bir başka deyişle nüfusun dalgalanmasında ve günlük yaşamın artan farklılaşması ya da melezleşmesinde saptanabilen olağanüstü bir toplumsal dönüşüm yaşandığını gözlemliyoruz. Ve bu yalnızca bir bölgeyi değil, aslında yeni mega kentler de dahil tüm kent toplumlarını etkiliyor. Modernizmsonrasına bu eğilim karşısında milliyetçi çabaların eskimiş, ama hala tehlikeli oldukları görülüyor. Yürütülen tartışma için özellikle iki gelişme önemli:
a) Günlük yaşam deneyimlerini, gereksinimlerini ve umutlarını diğer insanlarla paylaşmayı ve topluma duyurmayı hedefleyen geniş bir sivil toplumsal girişim çoktan oluşmuştur. Bu bağlamda seçim hakkı da yeni bir katılım olanağı olarak yeniden yorumlanmayı elverişli kılıyor. Bu noktada da günlük yaşam istemlerinin topluma duyurulması gündemdedir, ancak istemler bu kez planlı olarak konunun nesnesi olan hükümetlere yöneltilmektedir. Bu ikili bir anlam taşıyor: Bir yanda kişinin saygınlığından bağımsız herkese seçme olanağı tanınmalıdır, bu olanak tüm topluma yerel ve ulusal düzeyde ve de AB vb. gibi üst kurumlara kadar uzanan bir seçim hakkını içerir. Öte yandan bu hak, kişinin yaşamını sürdürmediği ya da günlük yaşam istemlerinin nesnesi olmayan bir ülkedeki seçim hakkından yararlanmanın önemli olmadığını ayrıca ifade eder. Somut olarak bunun tam anlamı, siyasi bir sistemin temas ettiği tüm insanlara seçim hakkını vermek ve onu ulusal devlet engellerinden arındırmaktır. O zaman, aksine, ilkece yabancı bir toplumun seçim hakkını talep etmek de hiçbir anlam taşımayacaktır. Ve özellikle bu talebi, haklı olarak eskimiş oluğu için henüz reddedilen ulusal devlet gerekçelendirmeleriyle açıklamak daha da anlamsız olacaktır.
b) Bu bağlamda bir kimsenin bağlılığının milliyetçi hizmetlere koşulması kendi içinde çöker. O an bağlılık bilinçli olarak kişiye toplumda uygun bir yer sunan kurumlara ve toplumsal sistemlere aittir. Böylesi bir bağlılık, bir yandan kişinin varoluşunu düzenleyen insan haklarına ve öte yandan yerel kurumlara, eğitimden, sağlık ve hukuk sistemine kadar mevcut sistemlerin verimliliğine dayanır. Böyle bir bağlılık artık hükümranlıklar (“ulusal özdeşlik”) tarafından, bir diğer ifadeyle yukarıdan aşağı (top down) tanımlanmaz, aksine pratik anlayışın bir sonucudur ve dolayısıyla aşağıdan yukarıya (bottom up) doğru, günlük yaşamın birlikteliğinden türer.
Seçim hakkı kuralları ile vatandaşlık düzenlemeleri ve bağlılık konusunun birbiriyle olan sıkı bağlantısı, özellikle ulusal devlet kurmakta büyük zorluklarla karşılaşan Almanya ve Türkiye gibi devletlerin milliyetçi çabalarının bir sonucudur. Esasen bu sıkı bağlantı ilk kez bu devlet tasarısının kendisi de gereksizleştiği anda başarılı olmuştur. Burada verilen umutsuz çaba, yalnızca biçimsel açıdan değil, aksine soy bakımından homojen bir devlet halkı yaratma ve buna göre seçim hakkını doğru kökene sahip ve bağlılığı “doğumla” gelen insanlarla sınırlandırmak olmuştur.
Artık devletler vatandaşlık düzenlemelerini uluslararası hakların öngördüğü doğrultuda, çağdaş, tek bir uyruğa dayandırmadan, bir bölgenin devletle teması olan nüfusunun vatandaşlığı olarak yeniden tanımlamak zorunda olduklarını kavramanın zamanı gelmiştir. Ve seçim hakkı – tarihsel açıdan doğru – benzer şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Benzer demek, devletle teması bulunma ilkesinin bu noktada da geçerli kılınabileceğidir, bu durumda elbette kademeli bir uygulama söz konusudur: Toplumun yerel idarelerle teması bulunan üyelerine yerel, eyalet, federal ve AB gibi kurumlarla teması bulunan insanlara da bu seçimlere katılım hakkı tanınmalıdır.
Kaynak:
Brandes, Detlef.; Sundhaussen, Holm.;
Troebst, Stefan. (2010):
Lexikon der Vertreibungen. Deportation, Zwangsaussiedlung
und ethnische Säuberung im Europa des 20.
Jahrhunderts. Wien: Böhlau.
Bukow, Wolf-Dietrich (1989):
Ausländerwahlrecht. Eine vergleichende Analyse der
Politik gegenüber ethnischen Minderheiten in der Bundesrepublik
Deutschland und in den Niederlanden. Köln: Pahl-
Rugenstein (Pahl-Rugenstein.
Gerhards, Jürgen; Lengfeld, Holger (2013):
Wir, ein europäisches Volk? Sozialintegration Europas
und die Idee der Gleichheit aller europäischen Bürger.
Wiesbaden: Springer