Son yıllarda eğitim sistemlerindeki dönüşümler yoğun bir şekilde tartışılıyor. Analistler, gazeteciler, köşe yazarları, yetkililer, akademisyenler veya bazı eğitim inovasyon endüstrileri tartışma sürdürüyor. Mevzuat metinlerinde tanımlamalar yapılıyor, Avrupa direktiflerinde terimler yer alıyor ve uluslararası kuruluşlar, özellikle OECD nezdinde talepler gerçekleştiriliyor. Genel olarak, geliştirilen söylem 20. yüzyılın öğretmenleri, 21. yüzyılın öğrencileri ve (sözde) gelecek için eğitim veren 19. yüzyılın okullarından bahsediyor.
Bununla birlikte, satır aralarına dikkatle baktığımızda, her seviyede köhne, geçmişe ait olan izler görmek pek de zor değil. 21. yüzyıl, en azından Batı ülkelerinde, daha fazla eşitsizlik, daha fazla istikrarsızlık ve daha az gelecek umudu sunuyor. Eğitim sistemini artan istikrarsızlık ve eşitsizliklerle dolu bir gelecekle baş edebilecek şekilde uyarlamak amacıyla „değişim“ ihtiyacı tam da buradan doğuyor.
“Temel yeterlilikler” uzmanı olarak bilinen Lüksemburglu Nico Hirtt ve bazı farklı uzmanlar, dersliklerin günlük akışını değiştirmeye yönelik tüm bu baskıdan sonra ve dersliklerde neler olduğu veya bazılarının neler olmasını istediğini düşündüğümüzde, “Dördüncü Sanayi Devrimi”nin artan etkileriyle karşı karşıya kaldığımızı belirtmektedir (Schuab: 2016). Bu teoriye göre, önümüzdeki birkaç yıl içinde, üretim süreçlerindeki artan otomasyon ve yoğun bilgisayarlaşma sonucunda, orta sınıflara özgü olan ve orta veya orta-yüksek seviyedeki nitelikli çalışanların gerçekleştirdiği yüz milyonlarca istihdam gereksiz hale gelecek.
Kuşkusuz bu son faktör, eğitim yetkilileri tarafından önerilen dönüşümü yorumlama hususunda en belirleyici faktördür. Batıda (ve ayrıca tüm dünyada, sömürgeciliği sonlandırma ve Afrika ve Asya’nın bağımsızlıkları dönemlerinde) refah devletlerinin yaratılması paradigması sırasında temel fikir; sosyal sınıfların ve ülkelerin kültürel seviyelerini birleştirmek amacıyla mümkün olduğunca eşitlikçi sistemler yaratmaktan ibaretti, günümüzde, özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde büyüyen eğitim ayrımcılığı süreçlerine somut bir şekil vermeye çalışan bir tekilleştirme, metodolojik ve müfredat özerklik akımı mevcuttur.
20. yüzyılın son yıllarında, neo-liberalizmin sosyal ve ekonomik bir doktrin olarak kabul edilmesinin bir sonucu olarak, özellikle gelişmekte olan ülkeleri etkileyen katı bir özelleştirme ve kesinti dalgasıyla karşı karşıya kaldık. Mekanizma oldukça basitti. Birçok devlet, kalkınma politikalarını gerçekleştirebilmek amacıyla (sözün doğrusu dünya ticaretindeki asimetrik sistemde kendilerini iflastan kurtarmak için) Uluslararası Para Fonuna veya Dünya Bankası’na başvurdu. Bunun karşılığında, ekonomi alanında Nobel Ödülü sahibi (ve Dünya Bankası’nın eski yöneticisi) Joseph Stiglitz’in de belirttiği üzere, devletler kamu hizmetlerini, özellikle de ücretli alana, yani piyasaya kaydırılan eğitim sistemini zorlayan zalimce taleplerle karşı karşıya bırakıldı. Bu yöntemle, Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın eğitim sistemleri, kendilerine zarar veren bir dünya ekonomik düzenine karşı koyma kapasitesine sahip olabilecek orta sınıfların veya profesyonellerin ortaya çıkmasını önlemek amacıyla bastırıldı. 2011 yılında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki isyanların önemli bir kısmının kökeninde, birçok zorluğa rağmen iyi bir eğitime sahip olan, fakat insana yakışır iş fırsatları bulmakta zorluk çeken bazı azınlıkların derin memnuniyetsizliği vardı.
Bu politikalar, büyük olasılıkla gelişmekte olan ülkelerde Batı’nın itibarını zedeledi ve Amerika Birleşik Devletleri veya Avrupa Birliği’nin aksine, eski sömürgeci güçler kadar dramatik koşullar dayatmayan Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan güçler aracılığıyla sermayenin, yatırımın ve ticaretin açılmasını kolaylaştırdı. Asya ülkelerinin büyük bir kısmı söz konusu olduğunda, zorlu ve meritokrat eğitim sistemleri benimsenmektedir, bu sistemler tam olarak 1990’lardan itibaren terk edilen Avrupa modellerini hatırlatmakta; daha çok özelleştirme, kesinti ve pratikte yeni nesillerin bilgi seviyelerinin kademeli olarak düşmesine hizmet eden pedagojik uygulamalar içermektedir. Bu uygulamalar arasında her bir eğitim merkezini “ayarlayan” (yani bireyselleştiren), hem eğitsel hem de sosyal olarak genel atomizasyon hissine katkıda bulunan ayrışma ve tekilleşmeyi derinleştiren yetkinlik yaklaşımı vardır.
İstatistikler, seksenli yıllara kadar gerçekleşenin aksine, neoliberal küreselleşme süreçleri aracılığıyla ülkeler arasındaki ekonomik mesafenin azaldığını göstermektedir. Buna rağmen, toplumlar kendi içlerinde her düzeyde kutuplaşmaktadır. Az sayıda zenginin daha da zenginleşmesi, orta sınıfın giderek yoksullaşması ve yoksulların giderek sistemden daha çok dışlanmasını içeren ekonomik kutuplaşma söz konusu. Bunun yanı sıra, kültürel ve eğitsel bir kutuplaşma aracılığıyla siyasi kutuplaşma ve hatta değerler üzerinden kutuplaşma üretilmektedir. Tarihçi Tony Judt 2010 yılında, ortak referansların kaybının herhangi bir toplumu yaşanmaz hale getirebileceği konusunda bizi halihazırda uyarmıştı. Son yıllarda onun haklı olduğuna tanıklık ediyoruz. Eğitim sistemleri tam da bu durumu oluşturan mimarlardan biridir. Faydalı olmayan, hatta negatif etkileri olan eğitim dönüşümlerinden birini burada görebiliyoruz.