Mesele yine, insan olduğunu kavrayabilme durumuyla ilgilidir. Aslında eşitlik kaygısının başlangıcında da bu yatar. Yerleşik düzen, örgütlü üretim insanın kendi bireysel gereksinimlerini bir tür teminat altına alma kaygısından başka bir şey değildir. Elbette toplumsal örgütlenme sürecinin giderek sınıfsal saflaşmaya doğru evrilmesi, daha doğrusu teminat kaygısının çıkar önceliğine son derece gerçekçi bir zemin oluşturması insan gibi yaşamını sürdürme talebini meşrulaştırmaktı. Bozkırlarda doğal özgürlüğünün tadını alabildiğine çıkarmaya doyamayan insanın toplu olarak geleceği güvenli hale getiren iş bölümü, uzmanlaşma, sermaye birikimi, mülkiyet paylaşımı vs. gibi üretimin yeniden örgütlenmeye zorlanmasıyla birlikte yaşamaya başladığı “diğerleri”yle eşit olma sınırlanmasının onda nasıl bir panik yara-tığını anlamak gerek. Ve mitoloji, din, hukuk ve tabii felsefe insanlığın başına çöken bu felaketin sürdürülebilir olmasını sağlamak görevini üstleneceklerdir.
Demokrasi artık insanlığın doğuştan sahip olması gereken fırsat eşitliğinden değil de şu veya bu şekilde edinilen ve devralınan mülkiyetin bir hak, sanki doğal bir hak olarak savunulması işlevini kendisine mesele edinecektir artık. Demokrat dediğin bireysel -ve tabii zümresel- olarak toplum ortalamasının üzerinde, hatta çok çok üzerinde ve “dengesiz” maddi zenginliğin değil de, o anda verili bir durumda, eşit olup olunmamasını tartışan kişidir artık. Ki bu mantık ta bugünlere bile, “insanın karakteri budur, ezen ezilen hep vardır ne yapılsa değiştirilemez”e kadar gelecektir. Tabii arada çıkan aykırı seslerin, yani asıl eşitliğin, demokrasinin insanın dünyaya gözlerini açtığı andaki tam fırsat eşitliği olduğu ve toplu yaşam düzeninin bu esas üzerinde kurulması ve öylece korunması gerektiği, aksi takdirde insanlığın kendi sonunu getireceğini vurgulayan teşhisi de, “değiştirilemez”e rağmen büyüyerek geldi bugünlere; henüz oldukça azınlıkta kalmış görünse de.
İşte, tiranların ve diktatörlerin yeniden hortlaması bu yerleşik, “kader” gibi gösterilen sınıf ayrımına insanlık tarihinde ikinci kez darbe vurulma anıdır. An, elbette “an” değil. Tarih “anlar”ı yüz yıla, iki yüz yıla, daha da fazlasına yayabiliyor. Toplumsal değişim demek milyonların kafa yapılarının, düşünme tarzlarının, yaşam alışkanlıklarının az çok ortak sayılabilecek bir yöne doğru evrilmesi demek. Ve her zaman da istenildiği doğrultuda gitmiyor çünkü hem işler insanın iradesi dışında kendi nesnel akışında gitmiyor, gitmez de, hem de eski düzende mutluluğun ve zenginliğin tadını almış olanlar değişim tehlikesini farkettikleri anda bu değişim eğiliminin önünü kesmek için servetlerini rahatça ortaya koyabiliyorlar; düzeni yeniden kendi bildikleri rayına oturttuklarında servetlerini de yeniden yükseltebileceklerinin, hatta dava yolunda telef olan kimi sınıfdaşlarının mülklerine de konarak bunu birkaç kat fazla artırabileceklerini bilerek. İşte bunların eline geçen demokrasi böyle bir şey; kaybetmek ve kazanmak! Fırsat eşitliğiyse birinin diğerinin gözlerini oyma fırsatını yakalamasıyla ilgili.
Tiranlar ve diktatörler bu “değiş-mezlik”i bozduklarından tiran ve diktatör diye tarihe geçirildiler. Önce köleci düzeni, sonra feodalizmi ve en sonunda da ücretli emeğin sömürüsünü, ya da kısaca, sömürüyü tepeden tırnağa sarsıp tarihin seyrini değiştirdikleri için. İlk tiran ve diktatörlere bir önceki yazımızda değinilmişti. Şimdi, 18. yüzyılın sonu ve bir önceki yüzyılın ortalarına bakalım: Sonrakinde Jakobenler (Société des amis de la Constitution – Anayasa Dostları Derneği), öncekinde Düzleyiciler (Levellers) ve Kazıcılar (Diggers)! Önceki, toplumsal muhalefeti belirli bir örgütlü güç düzeyine getirmeyi başaramadan kendi kellerini de teslim edecekleri bir generalin marifetiyle ordunun kontrolü ele almasına teslim oluyorlar ve bu sayede de gelecek yüzyıllardaki kalkışmalara oldukça önemli bir ders bırakıyorlar. Sonrakindeyse örgütlü sivil halk direnişini kısa bir süre için de olsa her şeyin önüne koyan bir önderliği yeşerterek yine, sonrası için önceki dersi tamamlıyorlar. Tarihin bu çok özel döneminde ortaya çıkartılan Robespierre, her ne denli Rousseau ve önceli “erdemciler”den devraldığı, Lykurgoslu Sparta hayalini kendi devrimleri için epeyce abartarak yüksek tutmuş olsa da insanlık açısından gerçek bir kazanımdır. Yani, Nabis’in Sparta’yı, hatta tüm polisleri, baştan ayağa sarsan radikal reformlarının tiranlık olarak damgalanmasından iki bin yıl sonra, içtenlikle sürdürdüğü halktan yana tavrı sayesinde kendiliğinden oluşan sınıf bilinciyle ve olanca dürüstlüğüyle yüklendiği politik görevi, ellerinde yeşeren üçüncü zümre meclisindeki, “Cromwell özentisi!” sataşmalarına pabuç bırakmayarak ve yolunun giyotinin gözlediğini de bilerek yerine getirdi.
Polislerde ufak tefek takas, alış veriş derken polisler arası ticareti keşfettiler. Sonra, deniz aşırı koloni oluşumlarına ön ayak oldular. Deniz aşırı ticaret aynı zamanda da, deniz aşırı savaşları, egemenlikleri getirdi. Sürekli zenginleştiler ve ait oldukları polislerin, kentlerin yönetiminde önce ağırlıklarını hissettirdiler, giderek kentleri yönetmeye başladılar. Aslında yöneten çoktan kişisellikten çıkıp sınıfsallaşmaya başlamıştı ve bu eli sermaye tutan, yüzyıllar içerisinde mali sermayenin kontrolünü tümüyle ele alan sınıf soylularla, kralla, imparatorla, orduyla toplumsal yapı içerisinde neredeyse “denklik” seviyesine geldi. Adına, burjuvazi dendi; öncelikle bourglarda hükümleri geçtiğinden. Ki, 16. yüzyıl Britanyası’nda 800 civarında pazar kenti olduğu dikkate alınırsa. Ama önlerini açacak asıl kazanım, siyasi erke tam olarak hakim olunabilmesiydi.
“Kaypak” sıfatı burjuvaziye ta başından yapışmıştır ve tarih sahnesinden silinene kadar da yakasını bırakması pek mümkün görünmemektedir. Öyle ya, daha en başında ta aydınlanma ışığının ilk parıltılarının dünyaya yeniden umut vermeye başladığı, Dante’nin, Boccaccio’nun, Chaucer’in, Da Vinci’nin, Machiavelli’nin, Kopernik’in, Luther’in, Cervantes’in, Bodin’in, Montaigne’nin, Bruno’nun, Bacon’ın, Şekspir’in, Gali-leo’nun, Campanella’nın farklı alanlarda yol göstermeyi üstlendikleri, sonra da, Hobbes’la, Descartes’la, Milton’la, Spinoza’yla, Locke’la ekonomik sarsıntıların ateşlediği devrimci politik örgütlenmeyi “kader”in önüne koyan felsefi adımın atılarak, Fransa’da, Montesquieu, Voltaire, Rousseau ve Diderot’yla sonuca yönelen zenginliğin herkese ulaşabilmesi öngörüsünü bir silah olarak ele aldıklarında, kralın ordusu ve aristokrasi karşısında hâlâ güçsüz olduklarını bildiklerinden yanlarına alacakları, işleri bittiğinde de buruşturup atacakları gerçek bir sınıf gücü, emeğin gücüne sığındılar. Baş tacı ettikleri önderlerinin halk arasındaki ününü kullanarak demokrasiyi yeni baştan, ama bu kez esaslı bir eşitliğin ışığında kurma sözü verdiler. Çünkü o pek bir göklere çıkardıkları “erdem”, yani ekonomiden ve mülkiyetten bağımsız olarak, bunu buyurmaktaydı. Ve bu sözü tutmadılar!
Anadolu coğrafyasında, özellikle de Batı bölgelerinde adım başı karşımıza çıkan polis kalıntılarından, Bouleuterionlara yabancı değiliz. Bouleuterion (βουλευτήριον), çok açık bir şekilde kralların gücüne ayar veren, Apella’nın (Aπέλλα) ve genelde oligarşinin erkini yasalaştıran ve yürüten, Gerousia’nın (γερουσία) devamıdır ve gücünü sayıları 41 bine ulaşmış olan isyancı-komünden alan, 1792 konvansiyonuyla (Convention Nationale) karşılaştırılabilir. Elbette bu kendi gününe göre demokratik temsil yapılanmalarının belirli, özgün süreçlere yayıldıkları göz önüne alınarak. Dolayısıyla karşılaştırma yapılırken, Sparta’nın yasama hayatına bir tür yaşlılar meclisi olarak girerek, “yetkili kurul”a dönüşen Gerousia’nın ve halkın meclisi olarak bilinen “yetkisiz” Apella’nın, Sparta ve tüm Yunan yarımadasının Roma tarafından işgaline kadar geçirdikleri yaklaşık 500 yıllık süreçle, Cromwell’in parliamentinden, Robespierre’nin konvansiyonuna kadar geçen yaklaşık 150 yıllık süreci kendi içinde ayrı ele almak ve irdelemek şarttır.
Bozkırlarda – yerleşik düzen öncesi -alabildiğine yaşadıkları doğal özgürlük halinden soyunu tok tutarak sürdürebilme olanağını güvence altına almak uğruna feragat edebilen insanlık, Kutadgu Bilig’e bakılırsa, M.S. 1100’lerin arifesinde bile hâlâ toplumsal ilişkiler içerisinde doğanın ağzında tad olarak bıraktığı mutlak eşitliği, demokrasiyi yerleştirme umudunu canlı tutmaktaydı. Ki, “Özing asgı bolma budun asgı bol / Budun asgı içre özing asgı bol”, bu umudun ancak birlikte var olabilme bilincinin egemenliğini sağlayarak gerçek olabileceğini haber veriyordu. Dolayısıyla, ücretli emeğin tarımı da kapsayarak yaygınlaşması, giderek üretimde başat bir konuma gelmesi, eğitim ve kültürün artık geniş halk yığınlarına ulaşabilir olması ve dolayısıyla proleter bilincin kendisine yaygınlaşabilir bir alan yaratması farklı bir siyasi seçeneğin de ortaya çıkışı demekti. Bu durumun kendi egemenliğine doğru atılacak tarihsel bir fırsat olduğunu fark etti burjuvazi. Binlerce yıllık ticari deneyim, farklı kültürlerle alış veriş, insan idaresi ayrı bir sermaye birikimi sayılmalı. Ve tabii ücretli emeğin uyanışı, kendini bir güç odağı olarak hissetmeye başlaması, siyasi iradeyi ele almak için kendiliğinden örgütlenmeyi doğurmaya yeterli olamıyor. İşte bu ideolojik eksikliği, kendisi de -sonuçta- emek odaklı bir maddi varlık üretme çabasının içerisinde olduğundan burjuvazi, kültürel üstünlüğünü devreye sokarak emekçi halk çoğunluğunu kendi devriminin güç odağı, “zor” kullanımının dayanağı yapmaya ikna edebilmiş, aydınlanmayı da siyasal vaatleriyle yanına alarak 16. yüzyıldan itibaren patlayan kitle kalkışmalarını kendi devrimine çevirebilmiştir. Sonuçta ardına topladığı halk ittifakının gözünde burjuva da, “kendi çıkarını toplum çıkarı içerisinde arayan” bir insandı.
Burjuvazinin aslında ta başından, geniş bir yelpaze olduğunu unutmamak gerekir. Ki “küçüğü” uzunca bir süre, hem Düzleyiciler ve Kazıcıların, hem de Jakobenlerin gerçek demokrasinin kurulmasını doğrudan mülkiyet ilişkilerine bağladıklarını bilmesine rağmen, demokratik eşitliğin ancak özgürlüklerin alabildiğine kullanılabildiği ama varlık eşitsizliğinin de bununla birlikte var olabileceği, siyasal temsildeyse parti rekabetinin bir demokrasi güvencesi olarak sürdürülme gereğine inancından da kopmayarak kendisini emeğin saflarında gördü. İngiliz ve Fransız devrimlerini bu şekilde özetlemek abartı olmaz. Halk hareketlerinin 18. yüzyılın sonlarına kadar doğrudan burjuva ideologlarının, filozoflarının, partilerinin etki alanı içerisinde kaldıkları tarihsel bir gerçek. Elbette eğitim, kültür olanaklarına erişimdeki keskin eşitsizliği göz önünde tutmak kaydıyla.
“Haklar, savunulabildikleri sürece vardır” sloganı burjuvazinin iktidara en azından ortak olma hırsını dile getirmekle birlikte proleteryanın da kendi haklarını ortaya koyup bunların gerçekleşmesi için mücadele etmeleri gereğini kavraması açısından yol göstericidir. Burjuvazinin ön ayak olduğu ama aslında emekçi halk kesimlerinin zor kullanımına dayanan devrimler toplumcu demokrasinin kendiliğinden, bir lütuf olarak ortaya çıkamayacağının, bunun için hem mülkiyet ilişkilerinde, hem de üretim ilişkilerinde köklü bir değişim için mücadele verilmesi gereğini insanlığa öğretti.
Fransız Devrimi sonrası, insanlığın gerçek eşitliği formüle etme aşamasıdır ve artık uzun süre beklemesi de gerekmeyecektir. Sermayenin şifrelerinin çözülmesi an meselesidir; ki, gerçek demokrasinin emeği varlığa çeviren, bu varlığı da ortaklaşmacı bir yaşamın yaratılmasında kullanacak sınıfın eliyle ancak kurulabileceği, işte bu çabanın ürünü olarak ortaya çıkacaktır.