Alison Smale | New York Times
BERLİN – Almanları ve Amerikalıları gözlemlediğim yıllar boyunca, sık sık Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilk yerleşimcilerin anadili olarak İngilizce yerine Almancayı kabul etmiş olmaları durumunda neler olabileceğini düşündüm.
Amerikalılar dünyadaki en “pingelig” (titiz) halk olur muydu ya da bireysel özgürlüğe olan geleneksel bağlılıkları aynı şekilde olur muydu? Ulusal spor olarak, tanrı esirgesin, Futbolu seçerler miydi? Başka bir kıtadaki bu kadar güçlü bir ülkeyle en azından dilsel bir akrabalığa sahip bir Almanya, 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında, Avrupalı komşularına karşı birleşik gücünü sınama ihtiyacı hisseder miydi?
Elbette, bunlar boş spekülasyonlar. Ancak, belki de, dijital çağ ve neredeyse herşeyi “downloaden” yapabilen bu çağın sakinleri yaşama dair temel Alman ve Amerikan yaklaşımlarından oluşan yeni bir karışım üretiyorlar: Birçok Almanı karakterize eden metodik ciddiyetin çok sayıda Amerikalının sahip olmak için çabaladığı enerji ve asla geriye bakma yaklaşımıyla bir karışımı.
Almanlar ve Amerikalılar hakkında yazmam istendiğinde, ilk olarak, mizahı ele almaya niyetlenmiştim. Ancak, Atlantik’in her iki yakasındaki olaylar beni daha ciddi bir şekilde düşünmeye zorladı.
Geriye bakıldığında, Amerika ve Almanya’nın birlikte çalışmaya yönelik çabasının ilk olarak, Almanya ve Amerikan ortak tarihinin belki de en beklenmedik noktasında başladığını görebiliriz – 1945 Nazi yenilgisi ve takip eden yıllarda Batı Almanya’nın yeniden inşa edilmesi süreci.
Bu Sıfır Saat ya da “Stunde Null” noktasında, Almanlar, geride kalan Nazi liderlerinin yargılanmasına öncülük etmekle yetinmeyen, bunun yanı sıra yeni fi lmler ve müzikler de getiren ve ekonomilerini – ve askeriyeyi- yeniden inşa etmek için Alman sanayicilerine yüzlerce milyon dolar hibe eden ya da borç veren Amerikalı askerlerin getirdiği fi kirlere ve yöntemlere açıklardı.
Sonuç itibariyle, Almanya’nın seçkinleri arasında yer alan birçok kişi, şu anda, bu dostun ve öğretmenin, Amerika Birleşik Devletleri’nin Şansölyenin telefonunu dinlemekten ya da milyonlarca Almanın elektronik verilerini toplamaktan çekinmediğinin ortaya çıkmasının yol açtığı öfke ya da en azından hayal kırıklığını sindirmekte zorluk çekiyor.
Sosyal Demokrat lider Sigmar Gabriel, partisinin geçen sonbaharda Leipzig’de yapılan kongresinde konu hakkında belki de en doğru yorumda bulundu. Sigmar Gabriel’e göre, NSA skandalı, “her birkaç yılda bir önümüze düşen sıradan casus skandallarından daha fazlasını ifade ediyor.
“Amerika Birleşik Devletleri, Almanların birçok konuda minnettar olduğu, bizi Hitler’den kurtaran, Marshall Planı’yla refahı mümkün kılan ve II. Dünya Savaşı’nın yıkımından bizi çıkaran, ardından müttefi k kuvvetlerle bizi on yıllar boyunca korumuş olan aynı Amerika Birleşik Devletleri, şimdi Atlantik ötesi ortaklığımızın en önemli temelini tehlikeye atma yolunda. Bu temel, on yıllar boyunca, bireysel özgürlüğün ve mahremiyete saygının her şeyin üzerinde tutulduğu ortak bir değerler sistemiydi. Bu değer sisteminde, devletin bireysel özgürlüğü sınırlandırabilmesi için oldukça iyi nedenlere sahip olması gerekir. Gerekirse, bu nedenleri kamuoyuna açık bir şekilde gerekçelendirmesi ve mahkemeye götürmesi gerekir.
Bu, transatlantik değerler birliğinin kalbi ve herşeyin tam tersi olduğu, devletin herşeyi yapabildiği ve bireysel özgürlüğün ancak devletle kesiştiği ölçüde genişletilebildiği Doğu Bloku’ndan en büyük farkıydı.
İstihbarat servislerinin herşeyi gizlice dinleyebilmesi ve bununla da kalmayıp özel şirketleri devasa veri toplama noktalarıyla buna dahil etmesi durumunda, tam da bu değerler birliği zarar görmektedir.”
Gabriel’in derin bir içerleme içeren bu sözleri söylemesinin ardından, Almanlar, Rusya’nın Avrupa’daki istikrar ve güvenlik kavramlarını altüst ederek Kırım’ı ilhak etmesi karşısında, sahip oldukları değer sisteminin ikinci bir şoka maruz kaldığına tanık oldular. Bu altüst oluş, başka hiçbir yerde, Rusya ile yüzyıllara yayılan bir savaş ve ticaret geçmişine sahip ve günümüzde ise, kısmen İkinci Dünya Savaşı’nın kefareti, kısmen de gerçek bir hayranlık ve pragmatik bir umudun sonucu olarak, on yıllardır iyi niyet ve nakit para yatırımı yapan Almanya’da olduğundan daha kuvvetli olmadı.
Böylece, araları ne kadar bozulmuş olsa da, Almanlar ve Amerikalılar, en azından stratejik anlamda, hızlı bir şekilde tekrar bir araya geldiler ve açıkça ağız birliği yapıyorlar. Şansölye Angela Merkel Moskova ile iletişim kanallarını açık tutmaya devam ediyor, ancak Vladimir Putin’e karşı rahatsızlığını gizlemiyor. Ayrıca, Merkel, Almanya’nın Rusya ile olan temasları korumaya yönelik ticari gereksinimlerini kabul etmekle birlikte, Siemens’in patronu Joe Kaeser’in – Rusya’da 160 yıldır ticaret yapan uluslararası büyük bir şirketin başındaki insanın sadakatini sunmaya gelmesi ve bu noktaya dikkat çekmekten çekinmemesinin ne anlama geldiğini bilen bir Alman sözcüsü – yalnızca Moskova’yı ziyaret etmekle kalmayıp Putin’i de ziyaret etmesi konusunda açıkça mesafeli bir tavır aldı.
ABD Büyükelçisi John Emerson – Merkel’in cep telefonu skandalı patladığında, Almanya dış işleri bakanlığına çağrılan yakın tarihteki ilk Amerikan diplomat – güveni yeniden tesis etme konusunda Şubat ayı başında Alman ticaret dünyası liderlerine seslenirken Soğuk Savaş dönemine atıfta bulundu.
“Soğuk Savaş krizlerini çözdük” diyen Emerson, şöyle devam etti : “Bugüne ait çelişkileri kesinlikle çözebilmemiz gerekiyor. Eskiden, sorunlar megaton birimiyle ölçülürdü. Günümüzün dijital dünyasında, ölçü birimi artık megabayt”. Emerson, dostların birbirini hayal kırıklığına uğratabileceğini, ancak farklılıkların genellikle çözüme ulaştığını ekledi. Kaliforniyalı diplomat şöyle sürdürdü sözlerini: “Bunun üstesinden geleceğiz, çünkü bunu yapmamız şart”.
Ancak Amerikalıların tüm gayretine rağmen, en örnek öğrencisiyle olan ilişkileri, belki de geri döndürülemez bir şeşekilde değişti. Tekrar birleşen Almanya, iyi yapılmış makinelerini ihraç etmek dışında herhangi bir konuda liderliği almak için hala isteksiz olmakla birlikte, dünya politikasına bakışını değiştirmesi gerektiğinin farkında. Ocak ayındaki Münih Güvenlik Konferansı’nda Başkan Joachim Gauck, ülkesinin özellikle de Nazi geçmişinin arkasına saklanarak sorumluluktan kaçamayacağını söyleyen belki de ilk Alman lider olarak dikkat çekti.
Almanların bu çağrıyı dikkate alıp almayacakları henüz belli değil ve – gerçekten de, Kırım krizi Almanları sık karşılaşılmayan erken bir teste maruz bıraktı. Gauck’un daha aktif bir tutuma yönelik çağrısı Münih’te hem dışişleri hem de savunma bakanları – “büyük koalisyon” hükümetinin Sosyal Demokrat ve Hıristiyan Demokrat kanatlarını temsil eden- nezdinde yankı buldu. Eksik olan tek ses Merkel’di.
İhtiyatı elden bırakmayan Merkel dış politika hakkında bir yorumda bulunmaktan kaçınıyordu. Ancak hemen ardından, bir sonraki kriz kapıya dayandı: Kırım. Politika, süratle ve kendiliğinden Amerika’ya doğru yön değiştirdi.
Peki, yön değiştiren politika Almanları da yanında sürükleyebilir mi? Bundestag’da dış işleri komitesinin Hıristiyan Demokrat başkanı Norbert Ro(ünlü değişimi)ttgen, zenginliğin keyfi ni çıkarmak için rahat bırakılmak isteyen ve diplomatik, askeri ya da ekonomik yükü omuzlamak yerine “dev İsviçre” dediği bir ülkede yaşamayı tercih eden Almanların kanaatkarlığından rahatsız olduğunu açıkça dile getirdi.
Bu tutum, Amerikan yaklaşımına önemli ölçüde ters. Avrupalılar – ve diğerleri – kendi iradesini empoze ettiği için Amerika Birleşik Devletleri’ni eleştirmek veya Washington’ı Amerikan kıyılarının ötesindeki işlere çok az müdahale etmekle suçlamak arasında gelip giderken, Amerikalılar genellikle liderlerinin çağrısını destekliyor.
Kırım hakkında, Başkan Obama, sert tedbirlerle – gerekirse daha kötüsünün olabileceği tehdidiyle beraber bireyler üzerinde yasaklar, AWACS gözetleme uçaklarının ve F-16 savaş jetlerinin Polonya ve Romanya gibi NATO üyelerine sevkiyatı – ne Amerika’nın ne de müttefi klerinin Ukrayna üzerinden savaşa girmeye ne de Kırım’ı yeniden almaya niyetli olduğuna dair net bir mesajdan oluşan bir cevap verdi.
Obama’nın tutumu, Merkel’in ilke ve pragmatizmden oluşan tutumuyla eşleşiyor. Ancak, Almanlar tamamen ikna olmuş değil. Etiketlendikleri şekliyle “Rusya’ya anlayışla yaklaşanlar” Atlantik yanlısı eski asker, Die Zeit yazarı Josef Joffe’ye göre, eski solcu Moskova yanlılarından mantıkla hareket eden realistlere ve Putin’in gerekçelerinin “anlaşılmasıyla” sakinleştirilebileceğine inananlara kadar birçok farklı eğilimi içeren bir “yamalı bohça”.
Almanların konforlarına fazla düşkün olup olmadığını ya da Rus “ayısını” aktif bir şekilde sakinleştirip sakinleştirmeyeceklerini sorgulayan ve bu meraklarını kamuoyuyla paylaşan gazeteciler ve politikacılar oluşan tepki nedeniyle şaşkın. Mail kutularını dolduran eleştiriler bir şekilde planlanmış olabilir, ancak en az bir yorumcunun bana söylediği gibi “bu ülkede neler olup bittiğini gerçekten merak ediyorum”.
Belki de, herşeye karşın, bu dilin bir rolü var – insan ilişkilerinin doğal düzensizliğini maskeleyen görünüşte kaya gibi sert bir düzen.
Geçen yaz Almanya’ya muhabir olarak geri döndüğümden beri Alman-Amerikan ilişkilerindeki değişime dair en çarpıcı tablolardan biri Heidelberg’deki çok katlı Campbell Barracks’ın kapatılmasıydı.
Etkinlik mütevazi bir askeri törenle dikkat çekti, ancak belli bir yaştaki Almanlar için – savaş sonrasında askerlerin gelişini hatırlayabilenler, burayı Soğuk Savaş’ın tüyler ürpertici karargahı olarak anımsayanlar veya bölünmeyle birlikte büyüyüp Batı Almanya’ya Amerikan desteğini takdir edenler için – bir dönüm noktasıydı. Heidelberg belediye başkanının konuşma sırasında dikkat çektiği üzere, daha genç nesillerin açıkça zayıfl amakta olan bağı hissedip hissetmeyeceği belli değil.
Masalları anımsatan kalesi ve dramatik atmosferiyle Heildelberg’i ziyaret eden Amerikalı ünlülerden biri de Mark Twain’di. Çok iyi bilindiği üzere, Alman diliyle uğraşmış ve bu dil üzerine yoğun bir şekilde düşünmüştür, görünüşte kaya gibi sert bir yapıya sahip olan Alman dilinin sıklıkla gevşek bir kuma dönüştüğünü söyler. Belki de, iki yüzyıl önce Amerika’daki ilk yerleşimcilerin İngiliz dili yerine Alman dilini seçmiş olsalardı ölçülebilecek zorluklara dair daha iyi bir örnek – ve Amerikalı ve Almanların birbirilerinde bulduklarını sandıkları ve yalnızca yeni oluşan farklılıkları keşfetmekten ibaret olan şeyin daha uygun bir tanımı olamazdı.
Mark Twain’in Alman dili hakkındaki ünlü denemesinde fark ettiği üzere, “bu kadar baştan savma ve sistemsiz ve bu kadar akılda kalıcılıktan uzak ve kavranması zor başka bir dil daha yok. Her girdikçe içine bu denizin, dalgalarla oradan oraya çaresizce savruluyor, nihayet bir kural, bir kara parçası, sağlam bir zemin buldum deyip soluklanmak istiyor ve heyecanla sayfaları çevirmeye başlıyor, ama şu cümleyle karşılaşıyorsun; “aşağıdaki istisnalara dikkat edin!” listeyi inceleyince istisnaların kuralı anlatmak için verilen örneklerden daha fazla olduğunu görüyorsun.”
Bu kadar az sağlamlıkta bir dilsel zeminde iki ulus nasıl anlaşabilir diye sorarak hayıfl anıyor Amerikalı yazar. “On tane sözcük türü vardır ve 10’u da sinir bozucudur. Almanca bir gazetedeki ortalama bir cümle ulu ve müessir bir ucubedir; koca sütunun yarısını kaplar ve on sözcük türünün tümünü de içerir.” Bu sözcük türleri, Twain’in Alman dili “müzesinde” gurur duyduğu sözcükler olan “Dilettantenaufdringlichkeiten,” veya “Stadtverornetenversammlungen” sözcükleri gibi Twain’in “alfabetik dizilere” benzettiği bileşik kelimelerde kaynaşır.
Ve Twain şöyle sorar: “Bu sözcükler genel olarak yazar tarafından yazarken oluşturulan bileşik sözcüklerse ve hiçbir sözlükte bulunamıyorsa, derin düşünceleri algılamak ne kadar mümkün?”