Roger Boyes | The Times
Bu yıl, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verişinin yüzüncü yılı ve bu durum Avrupa’yı düşünmeye sevk ediyor. Uluslararası toplumu, 1914-tarzında tam ölçekli bir dünya savaşına dönüşebilecek bölgesel çatışmayı önlemek amacıyla, doğru biçimde organize ediyor muyuz? Tüm Avrupalıların artık göz önünde bulundurmak zorunda olduğu bir şey de şu; ırksal ve ulusal stereotipler kanlı mücadelelere sebep olan nefreti nasıl körüklüyor?
Şimdiye kadar, Suriye krizinin içine doğrudan çekilen tek Avrupa ülkesi Türkiye oldu. Avrupa Birliği Esad rejimine yönelik yaptırımlarda bulunmaya devam ediyor. Fakat çoğu Avrupalı için savaş çok uzakta; en çok, kendi sokaklarımızda öldürmek üzere dönen cihatçılar için endişeleniliyor. Britanyalılar, asilere gece görüşlü sağlayan dürbünlerden çok daha fazlasını gönderip göndermeme konusunda kıvranıyor, ancak sonuç olarak hiçbir şey yapmıyor. Tarihinden aldığı en önemli dersin bir kavgadan uzak durması gerektiği olan Almanlar da hiçbir şey yapmıyor. Özgür Suriye Ordusu’nu saklayan, mültecilere konut sağlayan, radikalleşen ve yer değiştiren Suriyeli Kürtler nedeniyle endişeli, uzun geçirgen sınırı nedeniyle sürece doğrudan müdahil ve kendi NATO müttefi ki olan Türkiye’ye daha fazla destek vermesi gereken hiçbir ülkenin aklına gelmiyor.
Birinci Dünya Savaşı; ittifakların ve orduların birbirlerine nasıl bağlı olduğu, bir devletin eyleminin diğerlerini nasıl sürüklediği ve Habsburg, Osmanlı, Rusya gibi imparatorlukların nasıl birlikte yıkıldıklarına dairdi. Suriye’nin bugün doğurduğu tehlike de budur. Ve ben bu makaleyi yazarken, Rusya ile Ukrayna arasındaki çatışmanın altında benzer bir yıkıcı süreç mevcut. Bir yüzyıl önce olduğu gibi, bunlar tehditkar zamanlar; eski bir düzen, şiddetle bir yenisine boyun eğiyor. Karl Marx, şiddet değişimin ebesidir der ve bu şekilde anlamak için bir Marksist olmanıza gerek yoktur.
20. yüzyılın ilk yarısında birbirlerinin en büyük düşmanı olan Britanya ve Almanya, değişen dünyayla nasıl başa çıkılacağı konusunda bazı dersler verebilir diye, şimdi ilişkilerinin nasıl bozulmuş olduğunu anlamaya çalışıyor. Nedenleri asla Hitler’in savaşı kadar açık olmasa da, Britanya onlarca yıl, Birinci Dünya Savaşı için Almanları suçladı. Pek çok İngiliz ve Fransız, İmparator’u (Kaiser) asmak istedi. Kraliyet Ailesi adını Saxe-Coburg-Gotha’dan Windsor’a çevirdi.
Almanlar bu esnada, kendilerini suçlama konusunda aceleci davranmıyorlardı. 1918’den sonra; vatansever olmayan politikacılar, Marksistler ve Yahudiler orduyu sırtından bıçaklamış olmasaydı (die Dolchstosslegende) Almanya’nın kazanabileceği yönünde bir görüş halen mevcuttu. Bu da tabii ki, Alman milli gururunu geri kazanmaya çalışırken Nazilerin mottosu haline gelecekti. Fakat yenilgiyi ya da suçlamayı kabul etmeye gösterilen direnç ve Alman perspektifi ne göre Berlin’in olduğu kadar Londra’nın da ateşlediği bir savaş yüzünden fi nansal maliyetleri Almanya’ya yıkan Versay anlaşmasına duyulan kızgınlık, üniversiteler ile okullardaki tarih anlatısının bir kısmını şekillendirmiştir. Erken dönem Alman savaş tarihi, güçler arasındaki silah savaşını, demiryolu sistemini, Balkan ulusalcılığını yani Alman saldırganlığı haricindeki herşeyi suçlamıştır.
Bu durum Fritz Fischer’in 1961 tarihli, Alman elitlerinin çok daha önce, yahut hiç değilse 1902’den bu yana savaş istediğini iddia eden “Griff nach der Weltmacht” çalışmasıyla değişmiştir. Kitap ufak çapta bir kültürel devrime yol açmıştır. Batı Almanyalılar o tarihe kadar, Hitler’in bir aberasyon (kromozomlardaki anormallik), istisnai bir vaka olduğunu tartışıyordu. Fakat Fischer, Almanya’nın 1914’ten 1939’a kadar gerilen dış politikasında bir süreklilik olduğunu gösterdi. Britanya haliyle kitabı övgüyle karşıladı. Onlara göre kitap, Almanlar ve savaş mefhumunun birbirini doğal şekilde tamamladığını gösteriyordu, tıpkı cin ve tonik gibi.
Ancak The Times’ın arşivinde gezinirseniz, Birinci Dünya Savaşı’nın kökenlerinin çok daha geriye, belki de ilk stereotiplerin şekillendiği elli yıl öncesine kadar gittiğini göreceksiniz. 1864’te Otto von Bismarck Schleswig- Holstein’ı Danimarka’dan almak için tehditlerde bulunmuştu. Bu, onun Almanya’yı Prusya denetimi altında birleştirecek uzun vadeli planının bir parçasıydı ve gelecekte birleşmiş bir Almanya’nın Kiel’e ihtiyaç duyacağı konusunda netti. Bir tür fi loya sahip olacak ise, dünya çapında bir güç yaratması gerekecekti. Bu durum, Britanyalıları alarma geçirdi. İmparatorluğunun ruhu olan fi losu, dünyadaki en güçlü fi – loydu ve Prusyalılar ile Avusturyalılara karşı savaşta Danimarkalılara yardıma hazır görünüyordu. Fakat belki (ailesi Hohenzollern’ler dahil, Avrupa’nın kraliyet hanedanlarıyla evlenmiş) Kraliçe Viktorya yüzünden ya da basitçe Schleswig-Holstein’ı uğruna savaşacak kadar değerli görmediği için, Britanya savaşa girmemeye karar verdi.
Berlin gazeteleri anında Britanya’nın çizgi roman sembolü olan “John Bull” karakterini şişman ve kibirli bir fi gür, tembel ve harekete geçecek cesareti olmayan biri olarak tasvir etti. Diğer Alman çizgi romanları, Britanya aslanını dişleri dökülmüş eski püskü bir kaplan olarak gösterdi. Bunlar, daha önceleri eğer hafi f sersem, tilki avcısı bir beyefendi ise latif biri olarak saygı duyulan İngiliz’in ilk düşmanca karikatürleriydi. Artık kuvvet kullanmaktan çekinen bir güçtü, tıpkı bugün hava kuvvetlerini Esad’a karşı kullanmaktan korktuğu gibi.
Almanların, en azından Prusyalıların, Britanyalı stereotipi ertesi yıl değişti. Kraliçe Viktorya 1865’te, merhum kocası Prens Albert’in heykelinin açılışını yapmak ve oğullarından biri olan Saxe-Coburg’lu Alfred’i Almanlara tanıtmak için Bonn’u ziyaret etmişti. Akşam saatlerine, Kraliçenin özel aşçısı Bonn sokaklarında bir yürüyüşe çıkıncaya kadar her şey yolunda gitmişti. Bir grup genç aristokrat öğrenci, Bonn’un dar kaldırımlarından birinde aşçının yolunu kesti ve sokağın öbür tarafına geçmesini istedi. Aşçı öğrencilerden birine yanıt veremeden, Kont von Eulenberg genç adamı kılıcıyla iki kez yaraladı. Aşçı aldığı yaralar nedeniyle öldü. Daha sonra Bismarck’ın kızlarından birinin nişanlısı olacak Kont ise cezalandırılmadı.
Britanya çileden çıkmıştı. “En sıradan Prusyalı bile” diye yazıyordu Londra Llod Weekly gazetesi, “polisten kaçınamıyor. Her hareketi için polisten izin alması gerek. Polisin iznini almadan adını dükkanının üzerine yazamıyor ya da zemin katını kiraya veremiyor, arkadaşlarıyla buluşamıyor yahut bir yolculuğa bile çıkamıyor. Sonra da beşikten mezara kadar, onu çevreleyen tüm küçük memurların veya iktidar temsilcilerinin kölesi olması öğretiliyor. Bu gibi etkenler altında, ne türden erdemli bir adam yetişebilir? Dolayısıyla bir tirana dönüşmektedir.”
Yani stereotiplerin sabit bir hal alması, Saraybosna’da ateşlenen ölümcül atıştan elli yıl önce olmuştur. Almanlar Britanya’nın kendi isteklerini uygulayamayan veya kendi gücünü kullanamayan, zayıfl amakta olan bir güç olduğuna ikna olmuştu. Britanyalılar ise, Prusya önderliğindeki birleşmeye tamamen karşı şekilde, Almanların sadece saldırganlığına değil aynı zamanda bir ulus olarak, direnemediğine veya otoriteyi sorgulayamadığına ikna olmuştu. Bu ulusal klişelerin pek çoğu halen dolaşımdadır. Britanyalılar Almanlarla, emirlere uymaya ve sabahın ikisinde boş bir caddedeki yaya trafi k ışıklarında beklemeye hazır oldukları için alay ederler. Almanlar gizlice, Britanyalıların tembelliğini ve verimsizliğini, paraya karşı kayıtsızlıklarını eleştirir. Bugünlerde, haliyle belirli ölçüde karşılıklı hayranlık da besleniyor. Fakat Birinci Dünya Savaşı’ndan bir buçuk asır önce inşa edilen eski korku ve şüpheler, halen pusuda bekliyor.
Bu stereotiplerin şimdi savaş yanlısı bir mizaç haline geleceği konusunda tabii ki hiçbir soru mevcut değil. Fakat Britanya’nın Avrupa Birliği’nde kalıp kalmayacağına ilişkin gelecek referandumuna dayanak olacaklardır. “Alman Avrupası”, halen pek çok İngiliz’e göre, yurttaşlarını hakimiyeti altında tutan 19. yüzyılın Prusyalı polisi gibi aşırı regüle edici ve aşırı denetimciydi.
Ekonomik çekişme bunu daha da kötü hale getirdi. Japon Başbakanı Shinzo Abe yakın zamanda, Japonya ile Çin arasındaki ilişkilerin 1914’te Britanya ile Almanya arasındaki ilişkilere benzemeye başladığı konusunda uyarıda bulundu. Çinliler buna çok öfkelendi, bu yüzden Bay Abe ne demek istediğini açıklamak zorunda kaldı; birbirlerine güçlü bir ekonomik bağımlılığı olan ülkeler bile savaşa sürüklenebilir. Günümüzün Çinlilerle ilgili Japon çizgi romanlarına bakın, dedi. 19. yüzyılın sonlarındaki Anglo-Cermen çizgi romanlarına nasıl benzediklerini göreceksiniz. Rekabet ve çekememezlik, Almanya’nın geç sanayi devriminden bu yana Anglo-Cermen söyleminin bir parçası olmuştur. En başta Britanyalılar marketlerine gelen ucuz Alman mallarının akışını durdurmaya çalıştılar. Tüm Alman fi rmaları, ürünlerinin üzerine “MADE IN GERMANY” (Almanya’da üretildi) yazısını koymaya zorlandılar. Böylece masum İngiliz tüketiciler bunların ucuz imitasyonlar olduğunu görebileceklerdi. Almanya 1890’larda dünyaya ayak uydurmaya çalışırken, 1990’lardaki Çin gibi muazzam bir taklitçi haline geldi. Fakat İngilizler çok geçmeden, Alman mallarının sadece daha ucuz değil aynı zamanda daha iyi olduğunun da farkına vardı. “MADE IN GERMANY” bir kalite işareti haline geldi.
Yarış devam ediyordu: yeni pazarlar, yeni sömürgeler ve prestij için. Öyle ki bu silahlanma yarışına dönüştü. Britanyalılarınkiyle boy ölçüşebilecek savaş gemileri yoksa, Almanya gelecekteki sömürgelerini nasıl savunabilecekti? Savaş geldi ve geçti. Fakat Almanya, 1920 krizi bir kenarda tutulursa, açıkça Britanyalılardan daha verimliydi. Demek ki stereotiplerimizin tümü, bir kızgınlık dip akıntısına sahip. Almanya başarılı oldu çünkü sanayisi, karının çoğunu modern teknolojiye ve daha genç kuşağın eğitimine yatırmıştı. Britanyalılar, onların sadece görünüşte daha iyi olduklarına inanmayı seçtiler. Sırları askeri disiplinleriydi ve düşüncesiz karıncalar gibi çalışıyorlardı. Gerçekte ise müşterilerini daha iyi anladıkları ve değişime daha hızlı reaksiyon gösterebildikleri için daha iyiydiler.
Bu yanlış anlaşılmaların hiçbiri savaşa yol açmaz, sadece gizem ve şaşırma hissine neden olur. Bu yüzüncü yılda, Britanya’daki Alman diplomatlar Britanyalıların ilgisini kanlı Somme muhaberesinden uzaklaştırmaya çalışmaktalar. Söyledikleri ise, bunun çok uluslu işbirliğine yönelik ihtiyacı gösteren bir savaş olduğuydu. Bizler yıl dönümü kutlamasının, savaş kahramanlarının kutlandığı bir an olduğuna inanıyoruz. Fark ise şurada; Britanya, en iyi yıllarını geçmişte yaşadığı hissine sahip ve bu nedenle anılarına sımsıkı tutunmak istiyor; Almanya ise anılarını baskılamakla ya da gelecek için aldığı derslerin kalıbıyla şekillendirmekle yükümlüdür.