Prof. Dr. Hermann Bausinger | Tübingen Üniversitesi
Doğrusu kent ve kır konusu yalnızca Almanya’ya özgü olan bir konu değil. Dünyanın hemen her devletinde bir taraftan kentler ve diğer taraftan kırsal yerleşim yerleri bulunuyor. Pratikte her yerde bu yerleşim biçimleriyle bağlantılı farkları sıralamak da olanaklı. Kentlerde çağdaş gelişim ilerlemeye devam etmiştir; kentleşme ve modernleşme çoğu zaman doğrudan eşit görülüyor. Kentlerdeki yaşam tarzı kırsal bölgelerdeki yaşam tarzından farklıdır; ilişkiler daha karmaşıktır; günlük yaşam daha renkli, ama bir o kadar da kafa karıştırıcıdır. Ancak bunlar genel tanımlamalar. Yakından bakıldığında kent ve kır ilişkisinin farklı ülke ve bölgelere göre çok büyük farklılıklar gösterdiği çabucak saptanır.
Bu kısmen doğal koşullarla bağlantılı. Geniş verimsiz alanları kapsayan ve her tür yerleşimi olanaksız kılan bölgeler var; çölleri, ama ayrıca dağları, geniş ormanları, bozkırları ve bataklıkları anımsayalım. Öte yandan dünya üzerinde, her kesitinde farklı tarım biçimlerinin yapılabildiği ve bu nedenle her tarafında kırsal yerleşim birimlerinin oluştuğu bölgeler bulunuyor. Böyle durumlarda resmi adıyla kırsal alan önemli bir rol oynamaktadır. Bu kırsal alanlar özellikle Almanya için de geçerli, nedeni ise yalnızca son derece elverişli doğal koşulların varlığına değil, aynı zamanda tarihsel-politik gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçlara dayanır. Geçmişin, tarihin bugünkü yapıları ve yaşam biçimlerini dahi ne denli belirlediğine bir karşılaştırmayla açıklık kazandırılabilir. Almanya ve Fransa komşudur, ama kent ve kır ilişkisi bakımından birbirinden çok farklıdırlar. Bu ilk etapta Fransa’nın büyük bir bölümünün daha ılıman bir iklim bölgesinde bulunması ve ülkenin uzun Atlantik kıyı şeridiyle daha çok denize yönelimli olmasıyla bağlantılı değildir. Daha çok farklı toplumsal-siyasal gelişmelerin birer sonucudur. Alman turistler Fransa’dan geçtiklerinde, çoğu kez yolun uzun bir mesafesini neredeyse hiçbir yerleşim bölgesine rastlamadan katettiklerinde ve küçük köylerin kentlerden az etkilenmiş olmaları karşısında şaşırıyor.
Onların Fransa’da taşra hakkında edindikleri izlenim ücra anlamında bir izlenim, daha özlü bir vurguyla: Alman turistler az gelişmiş bir bölge izlenimi ediniyor. Bu durum Fransız Devleti’nin merkezi siyasal mimarisinin bir ifadesidir. Paris’in geri kalan herşeyi ikinci plana iten egemenliği yüzyıllar boyunca süren tartışmasız bir egemenlikti ve o hala etkili olmaya devam ediyor; henüz son on yıllarda ülkenin diğer kısımlarının ve en azından büyük kentlerin değerini yükseltmek için belirli çabalar gösteriliyor. Daha 20. yüzyılın sonunda, örneğin ulusal ve uluslararası boyutta bir sergisinin Paris’te değil, Marseille ya da Bordeaux’da gösterilmesi küçük bir sansasyon olarak görülüyordu ve devlet memurlarının hedefi neredeyse hep metropolde bir mevki ele geçirmekti, öyle olmaya da devam ediyor.
Almanya bu bağlamda, bazen gecikmiş ulus sloganıyla tanımlanan, kendine özgü tarihsel bir gelişmeye borçlu olduğu karşıt bir görünüm sergiliyor. Alman İmparatorluğu 1871’de kurulduğunda, bu, bir merkeze bağımlı, serbest olmayan departmanlar halinde varlığını sürdüren değil, kendi hükümetleri ve anayasaları bulunan bağımsız devletler olarak yaklaşık 40 ülkenin birleşmesi anlamına geliyordu – Prusya, Saksonya, Bavyera, Württemberg gibi krallıklar, düklük ve prenslikler. Ve bu ülkeler kapsamlı yetkileriyle varolmaya devam ediyor, bu yetkiler ilk olarak Nasyonalsosyalistler tarafından önemli ölçüde kısıtlanmış, savaştan sonra kısmen yeniden devredilmiştir – federal yapı, eyaletlerin birliği, bugün de Alman siyasetini belirlemektedir.
Bunun somut anlamı, Berlin’in Paris gibi ağırlığını ortaya koyamadığıdır; hiç kimse Hamburg ya da Bremen’de, Köln ya da Dresden, Münih ya da Stuttgart’ta ikinci sınıf bir kentte yaşadığı duygusuna kapılmaz; bu yerler (ve daha birçoğu burada sıralanabilir) saygın kültürel merkezlerdir ve ayıca güçlü ekonomik bölgelerin odak noktasıdırlar. Nüfusun aidiyet bilinci, yani özdeşliği ve özanlayışları tüm Federal Devlet’i değil, çoğu zaman yakın çevreyi ve küçük politik birimleri ölçü almaktadır. Bavyeralı önce bir Bavyeralıdır, ve ilkin yurtdışına çıktığında, gerektiğinde kendini bir Alman olarak da hissedecek ve tanıtacaktır.
Almanya’nın desantral yapısı, her bir federal eyaletin etkin ağırlığı, burada taşranın gelişmiş bir biçimde pek bulunmamasına katkı sunmuştur. Bir Yukarı Bavyera köyü sakinleri için Berlin çok uzakta – ama ne de olsa federal başkent ölçü değil, önce Münih’e bakılır. Avrupa’daki birçok devletten farklı olarak Federal Eyaletlerde belirgin ölçüde bir birliktelik bilinci ve çoğu kez kendine özgü bir yaşam tarzı da oluşmuştur; aslında sevilen Alman ve giderek de yabancı yemekleri, ama çoğu durumda yerel lezzetleri sunan konukevlerinin yemek listelerine bakıldığında bunu görmek olanaklı. Ancak Almanya’da kırsal yaşantının özgüllüğünü açıklamak için başka bir olguya da değinmek gerekir. Ulusal tarihin biraz daha gerilerine gitmeliyiz. 19. yüzyılın ikinci yarısında birleşen ülkeler o dönem henüz çok kısa bir süre önce oluşmuşlardı; Avrupa’nın yeniden şekillendirilmesini hedefl eyen ve iktidardan düşürülene dek bu amacı büyük ölçüde gerçekleştiren Napolyon’un güdümünde, 1800’lerde kurulmuşlardı. Bu durum Alman bölgesi için son derece derin bir kırılma olmuştur, çünkü toprakların bu büyük reformlarla değişmesine kadar üzerinde yalnızca bir dizi değil, yüzlerce bağımsız hükümdarlıklar bulunuyordu. Söz konusu topraklar, sonradan yeni kurulan ülkelerin kalbini oluşturan büyük devlet yapılarını olduğu kadar, birçok küçük ve bazen birkaç kasabadan oluşan minicik hükümdarlık bölgelerini kapsıyordu. Dünyevi hükümdarlar, kısmen de din adamları tarafından yönetiliyorlardı, doğrudan İmparatorluğa bağlı kentsel bölgeler (reichsstädtische Gebiete) ve bunları yöneten belediye başkanları da vardı. Belirli topraklarda yaşayan bir nüfus açısından bu somut olarak birkaç kilometre mesafede “yurtdışına” çıkan sınırlarla karşılaşmasını ifade etmiştir – yurtdışı tanımı, her ne kadar aynı dil konuşuluyor ve benzer koşullar hüküm sürüyor olsa da, komşu bölgeler için kullanılan, gerçekten de alışılmış bir tanımdı. Ancak aralarında kısmen çelişkilerde bulunuyordu; her bir hükümdarlık bölgesindeki mezhepsel aidiyet aynıydı, çünkü o hükümdar tarafından belirleniyordu, ama farklı topraklarda Katolik ve Protestan mezhepleri arasındaki çelişki önemli bir rol oynuyordu.
Alman tarihinin bu evresinden söz edildiğinde, yapıyı ve yaşamı belirleyen ve de – Geç Ortaçağ’dan Napolyon Dönemi’ne kadar – yüzyıllar süren bu parçalanmadan daima yakınılır; gerçekten de Alman Ulusu’nun devlet olarak birleşmesi yarı yolda kalmıştır. Ama bölgenin parçalanmışlığı olumlu etkide de bulunmuştur. Her yerde küçük merkezler oluşmuştur, bu merkezlerde yalnızca yönetim yoktu, onlar daha çok ekonomik ve kültürel gelişimi de etkiliyordu. Bu kent ve kır ilişkisinde çoğu durumda büyük bir yakınlık olduğunu, bir başka deyişle, köylü nüfusun, yakın çevresinde bulunan kentlerle ve kent sakinleriyle daima temas halinde olduğunu ifade ediyor. Köydeki yaşam koşullarının kentteki koşullar gibi olduğu anlamına gelmez bu, kentlerle kırsal bölge sakinleri arasındaki ilişki de kesinlikle gerilimsiz olmamıştır. Herşey eşit de değildi, aksine farklı bölgesel gelenekler vardı. Birçok şey kentlerin büyüklüğüne bağlıydı, bazıları farklılaşmış bir yapı ve beklentisi yüksek, eliter bir kültür sergiliyordu, bazıları da biçimleri itibariyle çevre köylerden pek farklı değildi. Değişik köyler arasında da ciddi farklılıklar bulunuyordu. Aslında tümünde köylülük etkiliydi, ama bazı bölgelerde – özellikle Almanya’nın kuzeyinde – köylüler geniş arazilere sahipti ve bu büyük köylüler, mülkiyet ve özgüvenleri bakımından kentlilerle aynı seviyedeydiler, güney Almanya’nın büyük bölümlerinde ise günlük ekmeği için çetin bir mücadele vermek zorunda olan neredeyse yalnızca küçük köylüler yaşıyordu.
Bu farklılıklar bu yazıda ele alınmayacak, kent ve kır ilişkinin tarihsel gelişim evreleri ise kısaca karakterize edilecek. Bu noktada da, somut görünüm çeşitli bölgelere göre farklılıklar içerdiğinden bir sınırlandırma yapılmalıdır, ancak kaba çizgilerle üç gelişim evresi öne çıkıyor: Kentliler tarafından köylü nüfusun ve böylece kırsal yaşamın ciddi ölçüde değersizleştirilmesi; geriye dönüş, bir diğer ifadeyle kırsal dünyaya gösterilen derin saygının vurgulanması; ve son olarak kent ve kır arasında büyük bir yakınlaşma ve giderek artan alışverişin el ele yürüdüğü bir çeşit tarafsızlaştırma.
Eski tarihi kaynaklarda ve ayrıca eski Alman yazınında köylülerin marjinalleştirilmesi ve bazen damgalanmasına ilişkin birçok belge bulunuyor. Yalnızca hükümet memurları değil, kentlerde yoğunlaşmış zanaatkarlar da kendilerini köylülerden daha üstün görüyordu. Anlatılan ve ayrıca kağıda da dökülmüş, doğruluğu belirsiz öykülerde köylüler temel bir rol oynuyor – ama neredeyse hep bir bey tarafından (bu kentli bir tüccar, ama aynı zamanda gezgin bir din adamı, akademisyen ya da bir zanaatkar olabilir) kandırılan birer kurban olarak rol alıyor. Köylü nüfusun aptallığı ve batıl inançları bu anlatılarda suistimal ediliyor; köylüler sözde mucizevi ilaçlara çok para kaptırıyor, akıllıca kurgulanmış iddiaları kaybediyorlar, kadınları da savunmasızca beylerin (din adamları buna dahil) insafına kalmış. Bunlar çok istisna durumlarda gerçek öykülerdir; ama genel değerlendirmeyi yansıtıyorlar. Söz konusu öyküler Yüksek Ortaçağ’dan 18. yüzyıla kadar ve bu yüzyılın büyük bir bölümünde, asırlar boyunca süslenmiş ve anlatılmıştır, kalıntıları da hala canlıdır – köylüler bazen fıkralarda hala çağdaş dünyada kolayca yönünü bulamayan, herşeyden bihaber ve aptal insanlar rolünü üstleniyor.
Fıkralar aleminin geride bıraktığı bu kalıntı genel değerlendirmeden sapıyor. 18. yüzyılın sonunda kırsal dünyaya ve onun sakinlerine karşı adeta tam zıt bir tutum kendini kabul ettirmeye başlamıştır. Artık bu kırsal dünya deklase edilmiyordu, aksine özlemin diyarı olarak görülüyordu. Kırın basit yaşantısına yönelmek Alman romantizminin en önemli öğelerinden biri olmuştur.
19. yüzyılın ilk on yılında Ludwig van Beethoven Pastorale olarak tanınan 6. senfoniyi bestelemiştir. Beethoven senfoninin başlığına “Kır Yaşamına Dair Anılar” sözlerini eklemiş ve şu ilk tümceyi yazmıştır: “Kıra Varınca Uyanan Neşe Dolu Duygular”. Bu yalnızca bir hayal oyunu değildi – Beethoven gerçekten de kent civarında yaşayan köylülerin evlerine yerleşmiştir; doğa içerisinde yaşamak ve kır sakinlerinin safl ığı onu sevindiriyor ve yeniliyordu.
Bu romantik anlayış özellikle sanatta – müzikte olduğu kadar resimde ve şiirde – ifadesini bulan daha çok eliter bir tutuma tekabül ediyordu. Ancak kısa sürede ciddi bir popülerleşme yaşandı: Türkü gruplarında/derneklerinde, kırsal doğanın kutlandığı yurt türküleri okunmaktaydı; kentliler evlerine kır manzaralı resimler asıyordu; her hafta sonu çevredeki kırları dolaşan gezi grupları/dernekleri kurulmaktaydı. Kırsal nüfus ise bir süre sonra kentsel özlemin yalnızca hedefi ve nesnesi olmaktan çıktı, onlar aksine etkin olmaya da başladı; kırsal nüfus kendini geleneksel tarzda stilize etmiştir, eski geleneklerin korunduğu ve eski (ya da eskiymiş gibi gösterilen) giysilerin giyildiği dernekler oluşmuştur. Bu kırsal kültür mizanseni, olduğu varsayılan doğallık karşısında coşan kentli nüfus için ek bir gösteriydi.
Kent ve kır arasında uzun süre, 20. yüzyıla kadar ve bu yüzyılın önemli bir bölümünde ciddi çelişkiler varolmaya devam etmiştir. Kentlerde – o sırada artık gerçek anlamda büyük şehirler oluşmuştu – sanayi üretimi ve ticaret belirleyiciydi, gelişmiş idari ve bürokratik yapılar bu kentlerin karakteristiğiydi. Kırlar da aslında artık salt birer köylü bölgesi değildi, ama köyler ve kırsal yerleşim yerleri hala köylülüğün büyük etkisi altındaydı. Ama yavaş yavaş belli bir yakınlaşma ve eşitlenme süreci başladı. Büyük şehirler önceleri yalnızca birer kırsal alan olan çevrelere doğru genişledi; Almanya’nın belli kesimlerinde, örneğin Ruhr Havzası’nda, olağanüstü bir şehir manzarası yaratacak şekilde birkaç büyük kent birlikte yükselmiştir.
Diğer birçok bölgede de, bazı köylerin gelişmesini berberinde getiren, yoğun nüfuslu bölgeler oluşmuştur. Öte yandan artan sanayi üretimi için alana yayılma olanağı bulunmalıydı ve kırlar bu olanağı sunuyordu. Ve nüfusun farklı katmanlarının yer değiştirmesi de söz konusu olmuştur. Köylüler iş ve alışveriş fırsatları bakımından, ama aynı zamanda eğitim ve eğlence olanaklarının daha geniş olması nedeniyle kentlere gitmeye çabalıyordu. Ters yönde bir hareketlilik de gözlemlenebiliyordu: Kentliler kırlara taşınmıştır, huzura olan arzunun ve doğa sevgisinin yanı sıra ekonomik hesaplar da bir rol oynamıştır – kırsal bölgelerde oturmak her zaman kentte oturmaktan çok daha ucuz olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.
Her iki süreç, kentten ve kırdan kaçış süreçleri tamamlanmamıştır. Genç ailelerin kırsal alana yönelmelerinde ve konut arayışında fi nansal boyut önemli bir rol oynuyor; öte yandan artan trafi k sıkışıklığı hergün kente gidişi zorlaştırmakta ve daha iyi eğitim olanakları da insanları kente çekmekte. Bu yer değiştirme ve kısmi eşitlenme, şehir ve bölge planlamalarına ve yaşam koşullarının yapılandırılmasına ilişkin siyasi düşüncelerin ilkece kırları da dikkate almasına katkı sunmuştur. Kent ve kırlarda eşdeğerli yaşam fırsatları geliştirilmesi Federal Cumhuriyet’in anayasal yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğün yüzde yüz yerine getirilmesi mümkün değil; nitekim kentler farklılaşmış yapılarıyla ve birbirinden farklı topluluklarıyla ister istemez birçok alanda daha büyük olanaklar sunuyor. Ve nitekim son zamanlarda bazı köylerdeki koşullar kötüleşiyor: Birçok ailenin dönem dönem kısa aralıklarla küçük beldelerden art arda taşınması söz konusu; özyönetimleri ve böylelikle belediyenin kendisi yok oluyor, merkezi kuruluşlar ortadan kalkıyor, geride kalan tek konukevi kapanıyor, muayenehanelere yeni doktor bulunamıyor, sundukları tüm renkli, ama az sayıda ürünle yerli dükkanlar çevredeki süpermarketlerle rekabet edemiyor – bu ve buna benzer gelişmeler. Bu durumdaki köylere bakıldığında kırların boşalması tehlikesinden söz ediliyor, önlem alma girişimleri ise her defasında başarılı olmuyor.
Ancak Almanya’nın geniş bir bölümü için olumlu bir durum geçerli. Eski eyaletler olarak adlandırılan eyaletlerde kent ve kırın iç içe geçmişliği, birbirini karşılıklı canlandırması başarılı olmuş ve kalıcılaşmıştır. Yeni eyaletlerin büyük kesimlerinde ise elbette çok daha farklı bir görüntü var. Bu eyaletlerde kırsal alandan çok daha şiddetli bir göç yaşanıyor; Sanayideki iş olanakları olabildiğince az, turizmin inşası bu durumu tümüyle dengelemeye yetmiyor. Almanya’nın batı eyaletlerinde yalnızca birkaç beldeyi ya da son derece küçük kırsal alanları ilgilendiren artan nüfus kaybı tehlikesi ve kırsal bölgelerin önemli yaşamsal işlevlerinin yitirilmesi Almanya’nın doğusunda geniş toprakları ve hatta başlı başına eyaletleri tehdit ediyor. Aslında yönetim faaliyetlerinin salt becerikli bir balans ayarını gerektiren kent ve kırın eşdeğerliğini sağlama görevini yerine getirmek, Almanya’nın doğusunda çok daha zor. Bu görev geniş kapsamlı tasarımları ve kararları gerekli kılıyor, ancak bu yönde atılmış çok az adım var.