Ord. Prof. Dr. Michele Borrelli | Calabria Üniversitesi – İtalya
Doğulu düşüncenin uzun yolculuğu ve karmaşıklığı homojen bir birimde tanım bakımından kolay olmayıp, özet çıkarmayı da kolay kılmaz. Helen düşüncesinin ilk ışıklarından itibaren, “Atina Ekolü” ve Helenizm parkuru boyunca, modern ve hâlihazırdaki “post modern” döneme kadar, (genel olarak) kültürden ya da (çağlar, yerler veya düşünce merkezleri bağlamında) kültürlerden bahsedebiliriz.
Haliyle “kültür” deyimi, dünyadaki ulus farklılığı ile toplumlardan her birine atfen de kullanılmıştır. Temelde insan kültürel bir üründür. Lakin bir Alman, İtalyan, Fransız, Amerikan vs. vatandaşlarının kültürü var mıdır sorusuna verilecek cevap güçleşmektedir. Birşey kesindir ki, Alman, İtalyan, Türk vs.kültüründen söz etmeyi imkânsız kılan bir şeyler vardır. Bu bir şeyler; dildir. Bu anlam ufkunda söz (Almanca, İtalyanca,Türkçe….) her zaman aynı şekilde değil de, spesifik bir şeyler olarak ifade edilmektedir. Bu toplumun spesifik diline girmek, spesifik bir dünyaya (kültürel) girmek gibidir. Ancak bu dil olarak adlandırdığımız şey, toplumları birbirlerinden farklılaştıran önemli bir kültürel özellik oluşturuyor ise, en genel anlamda, muhtelif dillerin kendi içerisinde en geniş linguistik karmaşıklığın mevcudiyetini de söylemek zorundayız.
Yukarıda, diğer kültürlere nazaran kültürel mutlaklık veya kültürel gerçeklik olarak söylenilebilen parkur olmaktan ziyade, batı düşüncesinin yolu gibi kültüre atıfta bulunuyordum (doğal olarak diğer düşünce parkurları da paralel olarak mevcut bulunmaktadır). Batı düşüncesiyle, düşünce söylemini tanımlamayı arzuladığım en geniş söylemin içersinde “alman kültürü”, “İtalyan kültürü”, “Türk kültürü” gibi sözlerin– kendilerine bağlı anlam ufku ve spesifik dil farklılıklarına rağmen – dahilolduklarını belirtmek niyetindeydim.Diğer kültürlerin çokluğunun güzelliğinioluşturan ve tanınma ile meşruiyethususundaki yakınmalar (dini anlamdada) bağlamında farklı dil ve geleneklerile karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir.
Ancak “kültür” ile sabit, değişken olmayan ve itiraz edilemez statik şeylerin anlaşılmamasının gerektiği de gerçektir. İnsan ufku tarihi olup, dolayısı ile muhtemel yeni formülasyonlara da açıktır. Bu bize kültürün temel olarak düşünce olduğunu ve “düşüncenin” sürekli olarak açık olduğunu varsaydırmaktadır. Düşünce; sorgulamaya, eleştiriyeve perspektif açılıma dönüşebilir. Kültürlerarası karşılaşmanın güzelliği ve zenginliği karşılıklı kültürel mübadele, kültürel perspektiflerin çakışması ve değerlerdeki farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Çakışma diyalog deyiminin semantik orijinindedir. Nitekim diyalog esasta karşılaşma anlamına gelmektedir.
Diyalektik (Batı) düşüncesinin diyalog formundaki kültürel önemini teyit etmektedir. Şimdi burada genel hatları ile belirlenmiş olduğu gibi, kültürün “taşıyıcıları” (Träger) bulunmaktamıdır? “Alman Kültürünün” “taşıyıcıları” var mıdır (…)? Şayet kültür önceden beliren veya mutlak kılınabilen, statik değil de dinamik bir şey ise, o zaman herkes kültür taşıyıcısıdır. Daha iyi bir deyişle herkes bir kültür taşıyıcısı olabilir, bu da herkesin kültüre iştirak etmesi ve herkesin kültüre erişebilmesinden ve bu kültürün bir parçası olmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Ama bu şekilde düşünüldüğünde kültürün anlamı nedir? Bu herkesin dil, kültür ve sembolik farklılıklardan ve dünyada görülen kültürel manifestasyonların çokluğundan hareketle, genel bir düşünce olarak kültüre erişilebileceği olanağına sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Herkes, çatışmaları ve formu ile kendini ve dünyayı açıklayan genel düşünce yolunda yer alabilir. Düşünce olarak sorgulamayı ve kendini sorgulamayı bilmek, farklılık ve çoğulculuk öğretisi dâhilinde dünyada birlikte yaşama sorumluluğunu üstlenebilmek ve aynı zamanda ortak asgari etik bölmeleri bulmayı bilmek, kendilerine, başkalarına ve dünyaya karşı sorumluluklara birlikte iştirak etmek sonu çolarak görülebilmektedir.
Tüm bu durum nezdinde, kültüre, daha iyi bir deyişle genel olarak düşünceye katılımın, guruplara veya ülke gruplarına ayrılmış bir şey olamayacağı neticesini sonuç olarak ortaya koymaktadır. Diğer kültürler üzerinde önceliği olduğunu iddia edecek bir “kültür” yoktur. Gerçek bir “kültür”’ün iyeliğindedir. Gerçeğe iştirak edilir. Herkes buna iştirak etme olanağına sahip olmalıdır. Bu tam olarak iştirak etme olanağına nazaran sık sık küçümsenen koşullar altında bulunan her bir göçmen için, dünyanın muhtelif bölgelerinden göç edenleri kabul eden ülkeler için geçerlidir. Bu bağlamda “Alman kültürüne erişim” hakkından söz etmek kısıtlayıcıdır. Haliyle Almanya’daki göçmenler, geldikleri zaman karşılarında buldukları ve saygı ve paylaşımdan yakındıkları Alman dili, kuralları, gelenekleri ve sembolleri içinde yaşamaktadırlar. Birlikte yaşam, aynı zamanda kabul edilen ve paylaşılan kurallara da iştirak etmektir.
Ama burada “kültür” olarak tanımlanan, yani herkesin taraf olma olasılığına sahip olması gereken ve herkesin düşünce zorlanması olarak algıladığı husus bizim toplumumuz için, az sayıdaki kişiye ayrılmış bir imtiyaz gibi değilde herkes için bir hakka dönüşen düşünceye iştirak amacıyla maddi (ekonomik) ve manevi (okul ve üniversite) anlamda varsayımların yaratılması bakımından kategorik bir zorlamaya dönüşmektedir.