Prof. Dr. Wolfgang Kaschuba | Berlin Humboldt Üniversitesi
Bitmeyen bir hikâye: Eski anayurt dünyalarının sonunda ve onların 200 yıl önce, çağdaş dönemde yeni başlangıcında, hiç duygusal olmayan bir hukuksal tasarım yatıyor: Belli bir yerde doğanlara oturma ve evlenme ve de fakirhane ve mezar talebini kabul eden bir anayurt hakkı. Bu, yerel kaynaklarını savunmak zorunda olan köylülerin dünyasında burjuva bir haktır, çünkü tarla ve mera, konut alanı ve zanaat arzu edildiği gibi çoğaltılamaz. Dolayısıyla topluluk adeta genetik bir tepkiyle yabancıların gelmesine karşı koyar ve aynı zamanda sosyal anlaşmalar ve yerel kontrol kurar. Çünkü yoksul yabancılar ve göçmenler ve de varolan değerlerden ve yaşam stillerinden sapmalar, bu kuralcı yerel dünyalarda istenmemektedir – geçmişte olduğu kadar günümüzde de bu böyledir….
18. yüzyılın sonunda ise Avrupa romantik hareketi anayurdu bir hatıra ve duygu olarak sahnelemeye başlamıştır. Başta Aydınlanma Çağı’nın, ardından da şehirlere gerçekleşen kitlesel göçün, sonunda da sanayileşmenin yaşandığı, dramatik dönüşüm geçiren bir dünyada, yazınsal ve sanatsal akımlar “eski zamanlara” olan özlem dolu anıları yüceltmişlerdir. Bununla Alp borusu ve halk türkülerinin, masal ve geleneksel giysilerin övüldüğü, derlendiği ve gerektiğinde icat edildiği, doğa ve kültürün büyük estetikleştirilmesi programı başlamıştır. Ressamlık ve yazın, müzik ve folklor, ilk kez medyatik ve kitle kültürü açısından etkili anayurt resimleri sunmuştur: “Anayurt” duygusuna kaynaşmış tarih, doğa, ülke ve halk!
Bilindiği üzere tüm bunları milliyetçi ve ırkçı dolduruluşun o karanlık zamanları izliyor. Anavatan fikri giderek “vatan” ve “ulusallık” olarak çevriliyor, ulusal bir öncü kültür olarak okullarda ve kışlalarda, yazında ve müzikte aktarılıyor ve akabinde milli anayurt savunması olarak I. Dünya Savaşı’nın ana motifi haline getiriliyor. Bu ideolojik zemin üzerinde, etnik steryotipleri ve önyargıları 1945’ten sonra da tümüyle yok olmayan Nasyonal Sosyalizm’in ölümcül, ırkçı anayurdu yükselmeyi başarabilir.
İlk olarak 1960’lı yıllar anayurt tartışmalarında kritik bir değişime yol açtı, ancak bu değişime, eski anayurtçuların yeni sosyal hareketleriyle dernek, müze ve siyasette karşı koyuluyor. Romanlarda Nazi döneminin sıkıntılı anayurt öyküleriyle yüzleşmeye gidiliyor, artık tiyatro sahnelerinde ve lehçelerde hazırlanan parçalarda huzurlu ve mutlu köy manzaraları yüceltilmiyor, geleneksel, üflemeli enstrüman grupları Bayern-Brass biçimine dönüştürülmüyordu. Genç ve açık bir anayurt fikri eski ve dar olanın karşısına geçiyor – ve bu kentsel alanlarda da gerçekleşiyor.
Buna rağmen anayurt kavramı bugüne dek ihtilaflıdır. Örneğin “Özdeşlikçiler” gruplaşmasının (Identitäre) onu tekrar sağa kaçırmaya çalışmasında olduğu gibi. Göçmen ve sığınmacıların artan sayısı nedeniyle, kendi halkına zarar veren, onu köklerinden koparan ve yerinden eden, bir “halkın başka bir halkla değiştirilmesi” süreci yaşandığı savunuluyor.
Ama günümüzde oldukça sağlam, sivil toplum girişimlerinden ve pozisyonlarından oluşan bir cephe, sağ-popülistlerin böylesi biyolojik ve ırkçı pozisyonları karşısında duruyor. O, toplumu “yerinde” gerçekleşen bir anayurt sunusu, sürekli yeniden müzakere edilmesi gereken bir “shared space” (ortak alan) olarak kavrıyor: Herkesin ve herkes için sosyal ve kültürel entegrasyonun kesintisiz süreci olarak anayurt edinmek.
Burada belirleyici olan şey, sözü geçen sivil toplumun yaşam stillerine entegrasyonun sistematik siyasetini yürütmesi, bir diğer ifadeyle ortak sosyal alanlara ve yaşam dünyalarına, çok çeşitli boş zaman stilleri ve tüketim biçimlerine katmayı sağlamasıdır. O artık etnik soruları ve kültürel farklılıkları öne çıkarmaz, aksine günlük yaşam ve ortak deneyimlerle arasında bir bağ kurar: Ayrım yerine Yakınsama. Sivil toplum bu şekilde hareket halinde olanlara, göçmenlere ve sığınmacılara ortak, yerel günlük yaşama erişimi de olanaklı kılar: Müzik ve spor, yemek kültürü ve şenlik, internet ve sinema yalnızca “yerlilere” değil.
Burada entegrasyon “alttan” işlemektedir. Ve burada aynı zamanda entegrasyon kavramımızın gerçekten de yeniden içini doldurmak gerektiği açıklık kazanmaktadır. Toplumumuzun yeni sosyal ve kültürel heterojenliğini salt göçmenlerin ve sığınmacıların değil, aksine çoktan bizim temsil ettiğimiz açıktır: Giderek daha hareketli ve daha bireysel olan toplumlarımızda.
Bunu özellikle de sığınmacıları konu alan, toplumun bütün sorunlarını “yabancılara” yansıtan sağcı söylem gösteriyor. Gerçekte ise güncel toplumsal çatışkılarda konu hepimiziz ve de gelecekte nasıl bir toplumda birlikte yaşamak istediğimiz ana sorusu: Herşeyden önce şehirlerde ve genç yetişkinlerde varolan, kültürel açıdan çok çeşitli, sosyal yönden açık, hoşgörü atmosferine sahip bir toplum; ya da bazı kırsal bölgelerin ve yaşlı insanların tercih ettiği, kültürel açıdan homojen, sosyal açıdan kapalı ve otoriter yönelimli yerel bir toplum.
Geleceğe dönük bir vizyon ya da gelecek korkusu olarak “anayurt” için devam eden çekişme gerçekten de ciddiye alınmalıdır, çünkü burada toplumun sosyal bölünmesinden daha çok belirginleşen birşey yok. Çünkü bu noktada tartışmalı olan şey, bizim fiili göç toplumu olarak sosyal ve kültürel dönüşümü etkin siyasetle nasıl şekillendireceğimiz ve ırksal arılığı değil, aksine anayurt edinmenin yolları olarak sosyakarışımı ve kültürel melezliği geleceğe nasıl aktarabileceğimizdir.
Burada – herşeyden önce siyaset, medya ve bilim tarafından– sosyal kibirli ve etik açıdan mağrur olmadan, hangi yaşam stillerinin ve özgürlüklerin, hangi imge ve özdeşliklerin, hangi koşul ve geleneklerin ortak bir alan olarak toplumu şekillendirmek için gerekli olduğu müzakere edilmelidir: Artık kökenin, soyadının ya da zenginliğin, kişilerin yaşam fırsatlarını ve yaşama yön vermeyi belirlemediği, farklılıklara dair imgelerin ortak paydalara bakışı çarpıtmadığı, aksine herkes için ortak bir “kaçış noktası” olan bir anayurt: Çeşitliliği içerisinde başarılı olan ve bu nedenle özgüvene sahip bir yaşam dünyası.