Prof. Dr. Eric Mührel | Koblenz Yüksekokulu
Liberal demokrasi krizde. Bundan gerçekten emin olmak için dünyaya bir bakış atmak yeter. Ama bizim demokrasi karşısındaki tutumumuz nedir? Bu tutum, toplumun tüm iletişim kanallarında yer alan bilgilerin sürekli etki altına alınmasıyla, ki bu bilgiler üzerinde eleştireldüşünülmesi giderek zorlaşmaktadır, şekillendirilmemekte ve deforme edilmemekte midir? Bu nedenledir ki yüksekokullar ve üniversitelerin demokrasi karşısında sergilenecek tutuma ilişkin bir eğitim ve öğretim görevi ortaya çıkmaktadır. Nedir bu görev ve o nasıl yerine getirilebilir? Ama önce demokrasiye karşı sergilenen aşağılayıcı bir tutumun karanlık dönemini anımsatalım. Aşağıda, demokrasiye değer veren bir tutum ve dolayısıyla onunla bağlantılı olarak yüksekokulların görevinin betimlenmesi – umarım – zengin bir karşıtlık içererek bu anımsatma temelinde yükselecektir.
Filozof Martin Heidegger 27 Mayıs 1933 tarihinde, Freiburg Üniversitesi rektörlüğünü törenle üstlenmesi vesilesiyle “Alman üniversitesinin kendini kabul ettirmesi”[1] üzerine bir sunum yapmıştır. Sunumunun sonunda Platon’un Politeia’sından (497 d, 9) bir alıntı yapmıştır: “(…) τὰ … μεγάλα πάντά ἑπισφαλῆ…” ve bu alıntıyı “büyük olan her şey fırtınaya yakalanır…” olarak çevirmiştir. Heidegger sunumunda Alman üniversitelerinin görevini, Alman halkının sözde belirlenmiş tarihsel görevi temelinde, öğrencilerin, ırksal-devletsel varlık için iş mükellefiyeti, askerlik ve bilim hizmetleri yönünde eğitilmesi olarak tanımlamıştır. O, bu görevi, Sokrates öncesi Antik filozofların duru ilk düşünüşlerini varoluşun aydınlığında yeniden ele alan Almancadaki şiir ve şarkılarında görmüştür. Bu yolla amaçlanan, duru düşünüşün, gelenek tarafınan ve Hristiyan Batı dünyasının mirası ve onu izleyen nihilizm tarafından gizlenmesini aşmaktı. Heidegger’e göre üniversite çerçevesinde bu görevi yerine getirmek için öğretmen ve öğrencilerden oluşan bir savaş birliğine gereksinim vardı.
Kendi içinde tutarlı olarak konuşmasını
sonlandırıyor:
“Ama biz halkımızın tarihsel görevini yerine getirmesini istiyoruz. Biz kendimizi istiyoruz. Çünkü artık bizi de aşarak etkili olan, halkın genç ve en yeni gücü (Nasyonal Sosyalist Hareket ve onun iktidarı ele geçirmesi kastediliyor–not EM) çoktan buyönde hükmünü verdi. Ama biz bu kalkışın görkem ve büyüklüğünü, içinden Antik Yunan bilgeliğinin şu sözünün yükseldiği o derinliği ve geniş soğukkanlılığı içimizde taşıdığımızda, ancak o an gerçek anlamda kavramış oluruz: (…) Büyük olan herşey fırtınaya yakalanır”.
Bu noktada ne Martin Heidegger’in yaşamı ve çalışmaları üzerine yürütülen tartışmalara değinilecektir, örneğin Siyah Defterler’deki Yahudi karşıtlığına, ne de, küresel bakıldığında, geçen yüzyılda felsefeyi neredeyse ölçülemez derecede yeniden temellendiren bu yaşam ve onun çalışmaları hakkında son bir hüküm verilmiş olsun; bu küresel etki insanı düşündürmelidir. Ayrıca o akademik özgürlüğü de tümüyle reddetmiştir. Protestan teolog ve filozof Friedrich Schleiermacher’in (17681834), Heiddeger’in alıntısını yaptığı, Politeia’da yer alan açıklamayı şu şekilde çevirmesine küçük bir işaret yeterli olabilir: “Zira büyük olan herşey şüphelidir de (…)”. Bu perspektiften bakıldığında Heidegger’in konuşması tümüyle farklı bir yan anlam kazanıyor. Büyük ve sözde olağanüstü bir öneme sahip dünya görüşleriyle, gerçekçi bir kuşku ve olayların karmaşıklığına gönderme[2] yaparak yüz yüze gelinmesi gündemdedir; ve de bir fırtınada kendini savrulmaya terk etmemek.
Martin Heidegger’in konuşmasından sonra devlet müfettişi Wacker, Heidegger’e ait “özel bir Nasyonal Sosyalizm’den” söz etmiş ve bunun parti programında yer alan ırk temizliği ilkesine uymadığını belirtmiştir. Benzer yazım tarzıyla Peter Sloterdijk’in “İnsan Parkı için Kurallar”ında milenyumda yeniden ortaya çıkan bu sözümona tehlikeli düşünürü zaten kim okumak ister ve hatta onu artık anlayabilirdi ki? Heidegger’in düşünüşü daha çok su sızdırmaz tarzda sınırlanmıştı, ama aslında popülist değildi ve hatta popüler de hiç olmamıştır.[3]
Günümüzde ırksal-devletsel varlığın aktörlerinde ve buna uygun toplum ve medya yapısında işte değişmiş olan şey tam da budur. Onlar – kitlelerin sempatisini kazanma çabaları anlamında – yalnızca popülist değildirler, aksine aynı
zamanda ve çelişkili olarak küresel ölçekte popülerdirler, bu, onların pekâlâ – ve benim bunu biraz yeni Almanca ile adlandırdığım gibi – popülarist kılıkları içinde bazen çok rağbet gördüklerini ifade eder. Aşağıda, liberal demokrasinin içine girdiği kriz zemininde, popülarist indirgemenin güncel ortaya çıkışlarına kısaca ışık tutulacaktır. Ardından demokrasi karşısında olası ve belki gerekli olan bir tutumun taslağı çizilecektir. Yüksekokullar ve üniversitelerin böylesi bir tutumu geliştirme görevinin açıklanmasıyla yazı toparlanacaktır.
Liberal Demokrasinin Krizi
Sözcüğün Yunancadaki asıl anlamına istinaden liberal demokrasinin krizinden söz edildiğinde, burada bir ayrılma ve
karar verme durumu konu edilmektedir. Liberal demokrasi dünya toplumunun güncel ve gelecek sorunlarını çözebilmek için insanların güvenini kazanabilir mi? Ya da başka hükümet ve toplum biçimleri en azından görünürde daha çekici modeller oluşturmaz mı? Federal Almanya’ya ve Avrupa Birliği’ne bir bakış, gerektiğinde insanı düşündürüyor. Onları aşan bir bakış ve kocaman dünya, en azından büyük bölümüyle endişe yaratmaktan da öteye geçiyor. Peki liberal demokrasinin bu krizi neye dayanıyor? Kendiliğinden anlaşılan birçok etmenin yanı sıra, buradaki bağlamda başlıca öneme sahip bir görünüme değinilmiş olsun: Bu görünüm, liberal toplum biçiminin özgürlük koyutu ve bu noktada verilen sözün, aşağılanmanın gerçek şekilleriyle açıkça hayal kırıklığına uğratılması arasındaki derin boşluktur. Özgürlük bir tarafta tüm çoğulcu ve demokratik toplum biçimleri için esaslı bir antropolojik kategori teşkil eder. Önkoşul olarak görülen özgürlüğün kesinliği, toplum ve bireyin tüm günlük özel yaşam çevrelerinde gerçekleşen iletişim ve etkileşimi temellendirir. Diğer tarafta: “Çağdaş döneme ait birey, onu, hak ve talepler şekline bürünen düşünme olarak içselleştirmiştir, ancak onun başta gelen istemi olan kişi olarak kabul görme ve algılanma talebi, küresel ağlar içerisinde kayboluyor ”. Rönesansın ilk döneminde Pico della Mirandola tarafından De hominis dignitate kitabında[4] (İnsan Onuru Üzerine) formüle edilen özgürlük ve onur arasındaki bağlantıya, 21. yüzyıl demokrasisinde artık yalnızca kısmen uyulmakta ya da ona hiç uyulamamaktadır. Ama, “özgürce, kendi onuruyla kendinin yaratıcı heykeltıraşı” olduğu için “insanın duyduğu hayran olmaya değer mutluluk” toplumsal koşullarda algılanabilir durumda değilse; ve hiç kimse onu görmüyor ve ona değer vermiyorsa, bu mutluluğun ne anlamı vardır? Kurumlara ve liberal demokratik siyasete olan güvenin kaybolma sebebi ve özdeşlik, güvenlik ve böylece anayurtla ilgili vaatleriyle neo milliyetçi ve neo sosyalist ideolojilerin yükselişe geçme nedeni budur. Özgürlük ve onur arasındaki boşluktan gelecekteki demokratik toplum düzeni için aşılması gereken hangi görevler türer? Lisa Herzog, Frankfurt ekolünün yükselen sesi, bu toplumsal düzeni,[5] “(…) bireysel hareket alanı olduğu kadar, gerekli kaynaklarla ve siyasi ve toplumsal koşulları birlikte şekillendirme olanağıyla bezenmiş özerk yaşama becerisini kazandırmak kapsamında ele alıyor. Ve özellikle sosyal dünyamızın resmi ve gayri resmi güç
ilişkilerinde en zayıf halkaları oluşturanların özgürlüklerine saygı gösterme penceresinden görüyor[6]”.
Sosyolog Philip Pettit, “korku ya da itaatkârlığa bir vesile olmaksızın, beklentisi yüksek, ülkeye özgü kriterlere göre insanların birbirinin gözüne bakmasına olanak tanıyan bir toplumsal düzey talep ediyor (…). Bu bakış açısını değiştirme testi, belli eşitsizliğe izin veriyor, ama insanların birbiriyle etkileşimini çarpıtan tarzda bir eşitsizlik değil bu.”[7]
Kısaca ve dolayısıyla kısaltarak özetlenecek olursa, bu, yönetim biçimi olarak liberal demokrasinin, insanın kendi sosyal statüsünden utanç duymayacağı ve böylece onurunun incitilmeyeceği bir yaşamı olanaklı kılacak, dayanışmacı
bir yaşam biçimi içeren bir demokrasiyle tamamlanmasını ifade eder. Demokrasi karşısındaki tutuma yöneltilecek istekler, birer aktör olarak ilgili insanlardan ne yapmalarını gereklim kılıyor?
Demokrasi karşısındaki tutum
Farklı toplumsal bağlamlarda giderek geliştirilmesi gereken, alınması ve zorunlu bir tutumdan söz edilmektedir. Berlinale 2017, Eğlence ve Tutum parolasıyla özel ve geniş etkiye sahip bir örnek olarak gösterilebilir. Bu parola, Donald Trump’ın törenle ABD başkanı olarak göreve geldiği ve buna bağlı olarak Batı toplumlarının geniş burjuva kesimlerinde gerici bir anlayışın yerleşebileceği korkusu karşısında büyük bir yankı buldu. Tutum, ona bu noktada aynı biçimde değinilmiş olsun. O, verimliliğin salt ekonomik kriterler ve etkililiğe yönelmiş faaliyete karşı gelen bir çeşit karşı hareketin sembolüdür, bu durum sosyal mesleklerden finans ekonomisine kadar uzanan geniş bir açı için geçerlidir.
Tutum dendiğinde, aslında burada kolay erişilebilir, ama anlaşılması ve fark edilmesi zor bir betimleme ile karşı karşıya olduğumuz ilkin göze batar. Bir anlam çekirdeğini örten yumuşak bir kavram söz konusu. Anlam çekirdeği, dönüşlü bir anı içinde barındıran ve tutumda kendini temsil eden bir konumlanışta yatmaktadır. Aristoteles Nikomakhos’a Etik kitabında, hatta etiği tümden bir tutum olarak tanımlamaktadır. Özetle tutum dendiğinde, düşünce süzgecinden geçirilmiş bir rutinin ve de alışmanın ve faaliyetin kendi içinde doğruluğundan emin oluş olarak akıllılığın karşılıklı etkileşimi anlaşılmaktadır. Konumuz olan Demokrasi Karşısındaki Tutum ile ilintili olarak bunların anlamı daha basit bir ifadeyle şudur:
Dayanışmacı ve demokratik bir faaliyet göstermeye alışmak ve bu faaliyette rutinleşmek ve de birden çok alternatif arasında tek doğru ve etik olanı meşrulaştıran bu faaliyetten devamlı emin olmak gerekir. Canlı ve daima gelecekteki görev ve koşullarda yeniden şekillenen bir demokrasi, daimi olan bu katılımcı diyaloğa (iletişim) ve eğitim-öğretime dayanır!
Böylece yukarıda belirtilen özgürlük ve onur arasındaki bağlantı, demokratik faaliyete alışmak olarak bu katılımcı diyalogda insanlara, – PeterBieri’nin[8] güzel ifadesiyle – kendi sesini bulması ve bu sesine kulak verilmesi ve böylece ona saygı gösterilmesi olanağı mevcut ise, dikkate alınır. Bu kendi sesini bulma durumu, özgürce seçilmiş ve sorumluluğu üstlenilmiş bir yaşam tasarısının çizilmesinden başka birşey ifade etmez. Ya da Jean-Paul Sartre’nin öğrencisi, sosyolog ve filozof Robert Misrahi’nin belirttiği gibi: Kişisel bir Varlığın Bahçesi’ni şekillendirmekten başka birşey ifade etmez[9]. Bahçe, o, ilham ve ruhsal huzur için kültürleraşırı bir metafordur. Ve biz bununla duyusal, estetik ve entelektüel güzelliği arzulamayı bağdaştırıyoruz. Özgürlüğümüz ve onurumuz işte burada yatmaktadır, çünkü biz sadece yararlı olması gereken köleler olmak istemiyoruz. Bu belki kulağa biraz coşkulu geliyor, ama belki de bunun nedeni güzele olan inancımızı yitirmemizdir ve aslında yararlılık ve faydalanılma süreçlerinde kendi kendimizi köleleştirmemizdir. Ancak özgürlüğümüznitekim demokrasi karşısında sorumlu olmayı da içerir, çünkü yalnızca o toplumumuzdaki tüm insanlara tanımamız gereken yaşamı şekillendirmeyi sağlar. Özgürlük ancak hemen şimdi ve herkes için geçerli olabilir, aksi takdirde dayanaksızdır. Ve dünya genelindeki popülarist indirgemelerin görünüşte varmış gibi duran, ama gerçekte olmayan alternatifleri bunu sağlamıyor! Demokrasinin tohumu olarak yüksekokullar demokrasi karşısında böylesi bir tutumu desteklemek için hangi görevleri yerine getirmelidir.
Yüksekokulların Görevi
1930’da İspanyol filozof José Ortegay Gasset tarafından üniversitelerin görevi üzerine kaleme almış oldukları Heidegger’in üniversitelerin[10] görevine ilişkin anlayışına karşıt bir nokta olarak değerlendirilebilir. Heidegger ırksal-devletsel fikirlerinde kara kara düşünürken, Ortega, İspanya’yı demokratik bir Avrupa topluluğuna taşıyacak, demokratik bir bilim ve eğitim-öğretim anlayışı tasarlamıştır. Bu temele dayanarak, günümüz yüksekokul ve üniversitelerinin güncellenmiş üç temel görevi aşağıda tanımlanmış olsun:
1. Genel toplumsal gelişmelerin aşılması gereken güncel sorunları karşısında kişisel bir tutum geliştirmeleri için, beden öğrencilerin yetkinleştirilmesiyle etkileşimli olarak kültür aktarımı. Bu, açık bir soruyu, kendimizi insan olarak nasıl kavradığımız ve nasıl bir toplumda yaşamak istediğimiz sorusunu içerir.
2. Interdisipliner ve transdisipliner bağlamlar temelinde uzmanlık odaklı ve disipliner (meslek) eğitimi.
3. Bilimsel araştırma ve yeni kuşak bilimcilerin desteklenmesi. Yeni bir anlayışla yüksekokullara düşen başka görevler de toplumsal sorumluluğun desteklenmesi
– ekolojik, sosyal ve böylece ekonomik sürdürülebilirlik ışığında bölgesel gelişimin desteklenmesi
– Yüksekokulların, demokrasi karşısında takınılan bir tutumun oluşturulması, kalıcılaştırılması ve desteklenmesine daha özgü bir görevle odaklanmasına iki noktada değinilmiş olsun.
1. Dayanışmacı ve demokratik faaliyete alışılmasını katılımcı diyalog içerisinde sunan, tüm katılımcıların sorumluluğunda şekillendirilmesi. Elbette bunun içinde uzmanlık alanında tartışmalı bir söylem ve disiplinler arasında bir mücadele yatmaktadır (Campus – Battlefield der Disziplinen). Böylesi bir kültür içeriye olduğu kadar dışarıya da etkide bulunur: Yüksekokullar, bölümlerinin (salt bir eğitim-öğretim yeri olmaktan) ve kendi bütçelerinin dışında aldıkları maddi desteğin (şirketler) toplamından çok daha fazlasıdır.
2. Peter Bieri’nin sözleriyle devam edecek olursak, “önemli ve anlam yaratan etkinliklerin karmaşık bir dokusunu” ifade eden kültürün öğrenilmesi olarak eğitim-öğretimde şu iki soru gündemdedir: “Ne yapabilir durumda olmak istiyorum? ve Kim olmak istiyorum? Demokrasi karşısındaki tutum söz konusu olduğunda, yükseköğrenimde ikinci soru gözardı edilmemelidir. Burada öğrencileri kişi olarak algılamak ve ciddiye almak, onlara değer vermek; özgür yaşam tasarıları üzerine düşünürken onlara eşlik etmek gündemdedir. Bu, tüm bilimsel çabalarda diyalog içerisinde yeterince dikkate alınmalıdır. Ve o aynı zamanda, bir öğretim üyesi olarak kişinin kendi yaşam tasarılarını sorgulamasını ve bu yaşam tasarılarının sorgulanmasına izin vermeyi ifade eder. Dönüşlülük olanağının desteklenmesi ve oluşturulması – belki de –giderek zorlaşmaktadır, çünkü bunun için gerekli bazı araçlar giderek toplumsal önemini yitirmektedir. Buna bir örnek: Diogenes Yayınevi editörü Philipp Keel, birkaç hafta önce FAZ’te yayınlanan bir söyleşisinde, kitap piyasasının son yedi yılda, dünya genelinde yarı yarıya gerilediğine işaret etmiştir. 325 milyonluk nüfusu ile ABD’nde, 1. baskıda başarı şansı yüksek bir kitabın baskısı, ancak iki bin adetten başlıyor. Demek ki dönüşlülük olanağının desteklenmesinde yaratıcı olmak rağbet görmektedir.
Peki ya yüksekokulların kendi iç demokrasisi ne durumdadır? Öğrencilerin ve artan oranda bilim insanları olarak yüksekokullarda etkin olan kişilerin, yüksekokul seçimlerinde katılımcı faaliyetin olanaklarını yeterince algılamaması düşündürücü bir durumdur. Öğretim ve araştırmacılığın bir “Akademik Kapitalizm”[11] eliyle devam etmekte olan ve belki de giderek artan köleleşmesi endişe verici görünmektedir. Günümüzde bilimsel faaliyet – öğretimde ve araştırmacılıkta –, finans krizi ve ekonomik krizden bu yana kamuoyunda artık pek sert savunulmayan, buna rağmen yine de siyasi açıdan kurulması gizlice talep edilen Girişimci Yüksekokullar bağlamında ürünlerin pazarlanması direktifine uymuyor mu? Üniversite başkanları, rektörlükleri ve dekanlıkları, bakanlıkların verdiği yoğun kontrol öğeleri için onlarca örnek verebilir. Peki akademik özgürlüğün onaylı olarak altını oymanın – ve hatta onu yıkmanın – ruhu çok daha derinlere uzanmıyor mu? Hepimiz ağlara ve akademik bağlamda ağlar kurulmasına alkış tutulduğunu biliyoruz. Ancak ağlar – bilinçli ya da bilinçsiz – kısa sürede klikler oluşturur. Disiplinlerdeki kliklerin araştırma, bilirkişi ve atama kartellerinde yaptığı kayırmalar, demokratik anayasaya sahip bir toplumun, yüksekokulların demokrasinin tohumu olma anlayışına ilişkin talebini giderek terk ediyor. Öğrenciler tarafında kredi puanları toplama dar kafalılığının eşdeğeri olarak, öğretmenler ve araştırmacılar tarafında, kişisel bazda sözde meslektaşlar arasında varolan rekabette olabildiğince iyi görünme eğilimi durmaktadır.
Yukarıda değinilen, dayanışmayı yok eden Akademik Kapitalizm, faaliyet gösterenlerin içine çoktan işlemiştir. Ve buna rağmen yüksekokullar ve üniversiteler, alternatif ve yenilikçi, demokrasi yönelimli yaşam ve toplum tasarılarına hâlâ geniş bir alan sunuyor. Peki onlar günümüzde popülarist indirgemeler karşı dirençli kuruluşlar mıdır?
Çıkış noktasına geri dönelim: Yüksekokulların görevinin Martin Heidegger tarafından ırksal-devletsel kavranışı ve bununla bir tutulamayacak olan, yine de Girişimci Yüksekokullar tarafından yüksekokulların köktenci amacı karşısında şu tutum sergilenmiş olsun. Dietrich Bonnhoeffer bu tutumu Nach zehn Jahren. Rechenschaft an der Wende zum Jahr 1943 adlı kitabında betimliyor.
“Sorumluluk üstlenen son soru, kendimi nasıl kahramanca meselenin dışında tuttuğum değil, aksine gelecek kuşağın nasıl yaşaması gerektiğidir” [12]
Yüksekokullar, üyelerinin, bu tutum temelinde dayanışmacı bir yaşam biçimi olarak daima yaklaşan bir demokrasiye cüret gösterirse, öğrenciler, öğretim üyeleri ve de araştırmacılar, Varlığın Bahçesi’’ni şekillendirmek için kendi seslerine kavuşmalarında – insanlara – eşlik ettiğinde ve onları desteklediğinde, o zaman çok şey başarılmıştır.
[1]Heidegger’in sunumundan yapılan tüm alıntıların kaynağı: Martin (1990): Die Selbstbehauptung der deutschen Universität. In: Ders.: Die Selbstbehauptung der deutschen Universität. Das Rektorat 1933/34. Zweite Auflage. Frankfurt a.M. S. 9-19; Zitate stets von S. 19.
[2]Bkz.: Siehe hierzu die vierte, unveränderte Ausgabe der Werke Platon’un eserleri, değiştirilmemiş 4. baskı, Wissenschaftliche Buchgesellschaft tarafından 2005 yılında yayınlanmıştır; buradaki 4. kitaptır: Devlet.
[3]Peter Sloterdijk’ın İnsan Parkı için Kurallar’daki açıklamalarına bakınız. Ein Antwortschreiben zu Heideggers Brief über den Humanismus aus 1999; Suhrkamp Kitapevi tarafından yayınlanmıştır.
[4]Müller, Wolfgang (2017): Und sonntags wird die Terrasse repariert. Was passiert, wenn die Globalisierung zum Lebensgefühl wird? Eine spirituelle Deutung des Rechtspopulismus. In: FAZ vom 22. Mai 2017. S. 12.
[5]Pico della Mirandola, Giovanni (1990): De hominis dignitate. Über die Würde des Menschen. Hamburg. S. 7
[6]Herzog, Lisa (2013): Freiheit gehört nicht nur den Reichen. Plädoyer für einen zeitgemäßen Liberalismus. München. S. 181.
[7]Pettit, Philip (2015): Gerechte Freiheit. Ein moralischer Kompass für eine komplexe Welt. Berlin. S. 260.
[8]Bkz.: Peter Bieri’nin 2011’de yayınlanan Wie wollen wir leben? kitabındaki açıklamalar, Residenz Verlag St. Pölten/Salzburg.
[9]Bkz.: Robert Mishai’nin açıklamaları, Leviathan und Garten. Der Utopie die Wirksamkeit zurückgeben – eine bessere Welt ist möglich, Lettre International, No. 103, S. 33-42.
[10]Bkz.: Ortega y Gasset, José (1978): Die Aufgabe der Universität. In: Ders.: Gesammelte Werke. Band III. S. 196-247.
[11]Bu kavram Richard Münch’e dayanmaktadır (2011): Akademischer Kapitalismus. Über die politische Ökonomie der Hochschulreform. Berlin.
[12]Bonhoeffer, Dietrich (1994): Nach zehn Jahren. Rechenschaft an der Wende zum Jahr 1943. In: Ders.: Widerstand und Ergebung. Fünfzehnte Auflage. Gütersloh. S. 9-26, hier S.14.