Almanya’da Eylül 2017 genel seçimlerinin ardından yaşanan siyasi gelişmeler, “ilk”leri ve “en”leri sıralamak için ilginç bir manzara sunuyor.
Federal Almanya Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi 1949’dur. Ve 1949’dan beri ilk kez Almanya’da hükümet uzun bir süre kurulamadı, 1949’dan beri ilk kez üçlü bir koalisyona gidilmek istendi.
1949’dan beri ilk kez bir sağcı parti bu denli büyük oy oranıyla parlamentoya girdi, 1949’dan beri ilk kez SPD yüzde 20,5 ile en düşük oy oranına geriledi, 1949’dan beri ilk kez erken seçime gitme ihtimali gerçekçi göründü, 1949’dan beri ilk kez iki büyük kitle partisi kısa aralıklarla üç koalisyon hükümeti
kurdu, 1949’dan beri ilk kez SPD bir kamuoyu araştırmasında aşırı sağ bir partinin gerisine, üçüncü sıraya geriledi. 1949’dan beri ilk kez SPD kesin kararla muhalefete geçeceğini ilan edip, bu kesin kararından kısa sürede döndü.
Tüm bu “ilk”ler Almanya’nın son yıllardaki önemli, olumlu yansıtılan “en”lerine rağmen yaşandı: Avrupa’da birçok ülke ekonomik ve mali sorunla boğuşurken, Alman ekonomisi hepsinden en sağlamı çıktı, Alman devleti son yılların en yüksek vergi gelirlerini elde etti, Almanya son yıllarda en fazla ihracat yapan ülke sıfatına kavuştu, iş piyasası Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden bu yana en düşük işsizlik seviyesini gördü.
Bu tezat görüntü, yani ekonomik verilerdeki “iyileşme” ile siyasi arenadaki çalkantı arasındaki çelişki, sosyal huzursuzluğun dışa vurumu mudur? Zenginliğin küçük bir kesim için artışının, yoksulluğun kitleselleşmesiyle sağlandığı sıkça dile getiriliyor. Ve siyaset, ister söz ustalığı ister farklı yöntemlerle
olsun, artık tüm çıplaklığı ve yıkıcılığıyla maddileşen bu yoksulluğu gizleyemiyor. Aşınmış yüzler bir bir siyaset sahnesinden siliniyor ya da silinmeye yüz tutmuştur. Yenilik ve modernleştirme terimleri dilden dile yayılıyor. “Eskinin” maskesi yerinden oynamıştır, bu nedenle bir imaj değişikliği, farklı söylemler, değişik bir sahne ile “eskiliğine” devam edecek koşullar arıyor.
SPD açısından çözüm daha sosyal bir siyaset izlemektir, ancak parti yönetimi bu siyaseti engellemeyi görev edinmiş insanlardan oluşuyor. Hristiyan Demokratlar ise partinin muhafazakâr kimliğini yeniden ön plana çıkarmayı destekleyenlerin giderek ağırlık kazandığı, kariyer yaptığı (Sağlık Bakanı yapılan Jens Spahn en isabetli örnektir) bir yola giriyor: “Kültürümüz”, “dinimiz”, “yurdumuz”, “özdeşliğimiz”, “iç güvenliğimiz” gibi sözler demagoji amaçlı sarfedildikçe, hedef tahtasında göçmenler ve sığınmacılar beliriyor, çünkü birileri bu “bizim” olan herşeyin tehdit altına girdiği algısını yaratıyor.
Bu tehdit algısı, sosyal huzursuzlu-ğun nedenlerini çarpıtmak, muhafa-zakâr seçmen kitlesini seferber etmek ve AfD’ye kayan oyları yeniden kazanmak için, kurulan yeni hükümet döneminde yeni bir popülist dalga temelinde şekillendirilecek gibi duruyor. 2000’li yılların entegrasyon operasyonunda kullanılan tüm kavramların, örneklerin ve sözde uzmanların yeniden devreye sokulması gündeme gelebilir.
Geliştirilecek olası bir yeni muhafa-zakâr söylem ve sağ popülist saldırılar, kökten dincilik, entegrasyon sorunları, dil bilmeme gibi eski konular dışında neleri kullanacaktır veya bu konuları hangi olay veya örneklerle derinleştirilecektir? İlkin şunu saptamak gerekir ki, yeni provokasyonlar sürekli deneniyor, özellikle AfD’nin mecliste, kamuoyunda sergilediği sataşmacı tavır bu durumu açıkça gözler önüne seriyor (“Aydan Özoğuz’u atık olarak Anadolu’ya dökmek”, “deve güdücü, kimyon taciri Türkler” gibi hakaretler buna örnektir). Klasik Türk kozu elde tutulmakla birlikte, Suriyeli sığınmacılar popülizm için sayısız malzeme sunma potansiyeli taşıyor: Çokeşlilik, çocuk gelinler vb.
Özellikle Angela Merkel’in yönetim zaafı olarak görülen sözde 2015 sığınmacı krizi süresince yaşanan farklı olaylar (örneğin Köln’de 2016 yılbaşı gecesinde “yaşananlar”), CDU tarafından geçiştirilmeye çalışılmış, AfD’nin sağ cenahtan çıkışları nedeniyle bu olayların sorunsallaştırılması engellenememiştir. Şimdi ise muhafazakâr kesimi temsil eden partilerden bu ikisi siyasi konumlarını güçlendirmek üzere açık rekabete girme aşamasındadır.
Alman “Entegrasyon Tartışmalarında Kontrollü Durgunluk Dönemi” (PoliTeknik’in 2014’te yayınlanan 3. sayısına bakınız) sona yaklaşıyor olabilir. Bu sayımızda, yukarıda betimlenen, entegrasyon adı altında başlaması an meselesi olan yeni bir “kontrollü çatışma dönemi”ne ve toplumun bu temelde bölünmesine karşı geliştirilecek stratejileri bir yazı dizisiyle tartışmaya açıyoruz.