Almanya’da bir seçim dönemi daha sona erdi. Hollanda, Fransa ve Avusturya’da yapılan seçimlerle birlikte artık neredeyse tüm Avrupa Birliği ülkelerinde, kamuoyunun gündemini meşgul eden ve hatta belirleyen etkili “sağ popülist” partiler parlamentolara daha da güçlenerek (yeniden) girmeyi başardı. 1990’ların başında iki kutuplu dünya yerini “demokrasinin” zaferine bırakırken, şimdi böylesi bir sürece girilmesi kafaları karıştırıyor.
İslamcı terör, şer eksenleri, göçmenler vb. ile ilgili sert söylemlerin içeriğini belirlediği, 15 yılı kapsayan bir dönem geride kaldı. Bu söylemleri temel alan “sağ popülizmi” uç noktalara taşıyan “aşırılıkçı partiler” henüz kurulmamışken ya da bunların siyasi ağırlıkları yokken, yerleşik “demokratik” partiler
söz konusu sağ popülizm görevini layığıyla yerine getirdi, üstlendi. Başta Irak savaşını körüklemek ve yeni yasalar çıkarmak üzere, bir diğer ifadeyle iç siyasetleriyle örtüştüğü için Orta Doğu’da ve toplumları içerisinde yeni simgelerle yeni düşmanlar belirledi.
“Müslüman ülkelerden” gelen yabancılara “terörist” gözüyle bakıldı, yabancılar genel anlamda “entegrasyon özürlü” ilan edildi, sosyal hakları “istismar” eden dolandırıcılara dönüştürüldü. Sosyal Demokrat Parti (SPD) üyesi Thilo Sarrazin’in kitabı “Almanya Kendini Yokediyor” yayınlandıktan sonra kıyametin koparılması şimdi artık unutulmuş durumda. Hristiyan Demokrat Partili (CDU) Jürgen Bregulla’nın “yabancılar vücuttaki bir tümör gibi ve bu yabancı tümörün bir ‘politikacı cerrah’ tarafından alınması gerekiyor” sözlerini de anımsayan kalmadı. Sağ (ırkçı) cephede bugün tanık olduğumuz ilk ilerlemeler bu zeminde sağlandı.
Sosyal Demokrat Parti’nin sosyal hakları Federal Almanya tarihinde görülmemiş boyutta kısıtlamasıyla birlikte kitleselleşen yoksulluk sonrasında, Alman toplumu yeni siyasi arayışlar içerisine girmiş, son seçim sonuçlarında da görüldüğü gibi, SPD’nin yaptıklarını kolay kolay unutmayacağını açıkça ilan etmiştir. Hristiyan Demokratlar da, hümanizmin kalesi edasıyla, muhafazakâr içerikli siyasetlerine rağmen bir milyonu aşkın Suriyeli sığınmacıya kapıları açtığı için kendi seçmen kitlesi tarafından cezalandırılmıştır. İlginç olan her iki kitle partisinin, belki de “devletin bekası” uğruna, kendileri için siyasi yıpranma ifade eden, benimsedikleri düşünülen çizgilerine tümüyle aykırı davranmış olmasıdır. Böylece onların geçmişten günümüze tüm ektiğini, aşırı sağ, seçimlerle aşama aşama biçmeye başlamıştır.
Almanya için Alternatif Partisi’nde ifadesini bulan radikalleşmenin önüne geçmek amacıyla SPD ve CDU hangi stratejiler geliştirilmesi gerektiğini her fırsatta tartışırken, huzursuzluğun başlıca nedenlerinden olan Kohl ve özellikle Schröder dönemi yasalarına dokunmak, onları kökten revize etmek gerektiğini hiçbir zaman dile getirmemişlerdir, getirmeleri de işin doğasına aykırıdır; dolayısıyla mevcut sürece olduğu gibi devam edilecek ve yeni bir krizle birlikte durum daha da kötüleşecektir. Anımsamak gerekir ki, SPD başbakan adayı Martin Schulz seçim öncesi, kendi desteklediği Schröder dönemi yasalarında değişiklik yapacağını açıklamış, bu yüzden ilkin toplumda büyük bir sempatiyle karşılanmış, ancak bu söylemi devam ettirmediği için samimi görülmemiştir.
Almanya için Alternatif Partisi’nin yükselişini durdurmak üzere Hristiyan Demokratlar, kaybettikleri seçmeni geri kazanmaya ve bu amaçla muhafazakâr profili güçlendirmeye ağırlık vereceklerini açıkça beyan etmiştir. 2000’li yılların entegrasyon operasyonuna maruz kalan, o süreci şuuru açık yaşayan ve “artık entegrasyon sözcüğünü duymak istemiyorum” deme noktasına getirilerek yıpratılan insanlar bu açıklamanın ne ifade ettiğini çok iyi bilmektedir.
Eski(miş) yüzler ve toplumsal grupları karşı karşıya getiren sağ içerikli konular, gündem belirleme adına her an yeniden devreye sokulabilir ve insanların günlük yaşantısında yeri olmayan sözde çatışkılar “kontrollü” bir şekilde tırmandırılabilir. AfD’nin ve belki de Nasyonal Sosyalist Yeralyı Örgütü’nün (NSU) doğmasına neden olan tam da bu tarz siyaset değil midir?
AB üye ülkelerinde yerleşik siyasi gruplardan duyulan rahatsızlık had safhaya ulaşmıştır. Artık eski, aşınmış yüzleri görmek istemeyenlerin sayısı artıyor. Ve artık konu radikalleşmenin önüne nasıl geçileceği değildir, aksine yoksullaşmanın artacağına ve saf dışı kalacaklarına kesin gözüyle bakan insanların, radikalliği ne denli şiddet içermeyen sokak protestolarının ötesine taşımayı göze alacaklarıdır ve onların öfkesini kimin yöneteceğidir. Şimdilik seçmen yerleşik partileri sandıkta cezalandırmakla yetinmiştir.
“Sağ popülizm” eğer kişilerin görüngülerce belirlenen duygularına hitap eden her konuyu, Euro krizini, Yunanistan’ın borç krizini, Müslümanları, kökten dincileri, sığınmacıları vb. siyasi güç kazanmak adına kullanılıyorsa, o zaman şu soru sorulmak zorundadır: Siyasi güce kavuşma aracı olarak kullanılan sağ popülizm kimin çıkarlarına hizmet ediyor? Ve bu aracın başarılı olmasıyla ortaya çıkacak bir siyasi iktidar koşullarında toplumu ne bekliyor?
Böylesi bir iktidarın özelliği, yaygınlaşmış sefalet koşullarında iç düşman olarak belirlenen kesimlerin ezilmesinin yanı sıra, bir dış düşman da belirleyecek olmasıdır, keyfi değil, somut çıkar çatışmasından doğan somut bir dış düşman. Bu, Nazilerin savaş öncesinde hararetle savunduğu sözde Yahudi-Bolşevik ittifakı benzeri bir düşman üzerinden, yayılmacı bir siyasete yönelerek yapılabilecektir. Çünkü kendi ekonomik nüfuz alanlarını rakiplerinin aleyhine genişletmek zorunda olduklarından, er ya da geç milliyetçi bir söylem geliştirmeden kolayca tahtlarına tutunamayacaklarını bilmektedir.
Sağ popülizm milliyetçiliğin kullandığı bir araçtır, milliyetçiliğin hangi konjonktürde hangi dozda gerçekleşeceğine göre şekillenir. Dolayısıyla son seçimlerle açıklık kazanan, yoksullaşmanın neden olduğu huzursuzlukların ve keskinleşen milliyetçi çıkarların kaynaşmasından doğacak karışım, patlayıcı bir karışım teşkil edebilir.