Prof. Dr. Michael Winkler
Jena Üniversitesi
- Bazen insan sevilmeyen kişi oluverir – hatta kendi kendini dahi sevmeyebilir. İçgüdüsel olarak bir evrensel temel gelir düşüncesini onaylama ve destekleme eğilimi var. Zira insan yaşamını bu şekilde güvenceye almayı mantıklı kılan iyi gerekçeler mevcut, özellikle de bunlar günümüzde artık doğal hale gelen, en basit şekliyle salt varolmayı korumakla sınırlı kalmayan gerekçeler olursa. En azından şu iki nokta saptanmış olsun: Son olarak yürürlüğe giren ve Hartz IV kavramı ile alaysı tarzda mahkeme kararına dayanarak hüküm giymiş bir suçlunun adını taşıyan asgari gelir güvencesi, söylendiği gibi dara düşmeyi engellemek amacı gütmüyor; bu sosyal yasanın amacı – her ne kadar sosyal yasa ifadesini kullanmak zor olsa da – baskı uygulamak, bazen bir iş olanağının arkasından sınırsız seyahat edemeyen – çoğu durumda iş olmadığı için hareket edemeyen – insanlardan hareketli ve esnek olmalarını talep etmektir. Bu sosyal güvence herşeyden önce kasvetli ve onur kırıcı işlemlerle, kişinin tüm varlıklarını ifşa etmesi, kontrol ve disipline etmeyle el ele yürüyor, öyle ki bu uygulamanın özgürlükçü bir demokraside nasıl mümkün olabileceği noktasında insanın hayretler içinde kalması gerekir – tüm bunların sosyal demokrat bir hükümet döneminde hayata geçirildiğinden söz dahi etmiyoruz. Ama: Nitekim tarih bu sosyal demokrasiye daima biraz kuşkuyla yaklaşmak gerektiğini (olağanüstü hal yasalarını ve meslek yasaklarını anımsayalım) öğretiyor, sözümona liberallerin cesaretini kırabilecek, sosyal demokratların koalisyon ortağı Yeşiller’e de kuşkuyla yaklaşılması gerektiğini belirtmeye lüzum yok. Sosyal Demokratlar ve Yeşiller, başka yerlerde başta muhafazakârların ve cumhuriyetçilerin talep ettikleri neo-liberal projeleri Almanya’da öylece kabul ettirdiler. Ancak: Örneğin Colin Crouch İngiltere’de Toni Blair döneminde yeni İşçi Partisi’nin “neo-liberalizmin şaşılacak tarzda hayatta kalmasını” nasıl sağladığını göstermiştir.
- Her neyse: Güvenceli bir temel gelir, tartışmasız birçok insan için yükün oldukça hafiflemesini ve herşeyden önce yaşamda bazı rahatlamaları beraberinde getirecektir, başta yaşamsal riskleri ve onların yarattığı korkuları azaltacak, ardından, önceleri ne farkına varılabilen ne de gerçekleştirilebilen faaliyet ve gelişim olanakları açacaktır. Özünde böylesi bir güvenceli temel gelir, kendi yaşamına dair tasarruf gücünü insana iade edebilir, özerkliğe izin verir ve hem bireysel özneye hem de tüm topluma büyük olasılıkla umulmadık perspektifler sunabilir. Bu bağlamda insanların artık çaba göstermeyeceğine ya da çalışmayı reddedeceğine ilişkin bir endişe bulunmuyor. Eğer antropolojiden, özellikle de evrim biyolojisinden çıkan dersler varsa, bu dersler şöyledir: İnsanlar varlıklarının çerçeve koşullarını belirlemek için yaşamlarına şekil vermek, işbirliği içerisinde ve sosyal bağlamlarda örgütlenmek ister. Burada başkalarından geçinen avantacılar olacağı da bir gerçektir; ama onlar azınlıkta kalacak, genelde kendilerine sadece göz yumulacak, ancak iş olarak adlandırılabilecek bir faaliyette bulunmaya temelden hazır olunması durumuna pek de engel olmayacaklardır. Ne var ki şu umuttan vazgeçilmeli: Güvenceli temel gelirle de devam eden bu çalışmaya temelden hazır olmak durumu, işin, kalıcı, ekolojik açıdan uygun bir biçiminin devreye gireceğini hiç de ifade etmez. İnsancıl ve iyi bir yaşama dair böylesi bir anlayışın kolektif olarak yaratılması ve kabul ettirilmesi gerekir – ekonomik güvencesi olan insanlar da etik ölçütlere gereksinim duyar, ama, insan kendisi için yaşamsal dezavantajlardan çekinmek zorunda kalmadığında, belki de bu etik ölçütleri tartışmak ve kabul ettirmek daha kolaydır.
Evrensel temel gelir güvencesi salt beklenmedik felaket anlarının neden olduğu çöküşlerden korumakla kalmaz; işsizlik, özellikle günümüzde çalışma hayatının zorla sonlandırılmasıyla el ele yürüyen yaşam aşamaları açısından, çok daha az tehlikeler içerir. Siyasi olarak ve kamuoyunda yaşlı insanların iş koşullarında tutulmasına devam edilmesi istemi riyakârlığın izlerini taşıyor – aslında şirketler parlak broşürlerinde bir bakıma yaşlı işçileri tanıtıyor, ancak onları işe almıyor. Bu sahnelenen bir tiyatrodan öteye geçmiyor. Evrensel temel gelir güvencesi ile bu durum – dramatik bir ifadeyle – hayati tehlikesini atlatır. Bundan neredeyse daha ağır olan şey, bir bakıma çok normal olan bir günlük yaşantının üstesinden gelmek için sineye çekilen mali sınırlandırmalardır. Bunlarla öncelikli olarak kullanılan kuşaklararası hizmetler kastediliyor, ardından diğeri için duyulan endişe geliyor. İnsanlar herşeyden önce günlük yaşamda savunmasızdır, hassastır ve kendilerini yoldan çıkaracak ve sözcüğün tam anlamıyla varlıklarını tehdit edecek tarzda kırılgandırlar. Zira hastalık yalnızca hastayı değil, özellikle aile ortamında bulunan herkesi etkiler. Gündüz bakımı güvence altında olduğu için çocuk bakımı sözde aşılamayacak kadar büyük bir çaba gerektirmiyor. Bu iddianın ne denli gerçek olup olmadığını Almanya’nın neredeyse her büyük kentinde herkes kendisi gidip görebilir – özellikle de kırsal bölgelerde. Herşeyden önce: Bir çocuk hasta ya da engelli olduğunda ne yapılmalı? Temel gelir burada bir rahatlama sağlayabilir. Dahası, büyük ölçüde tabulaştırılan belli bir durum için, yani hayat arkadaşının hastalanması ya da yaşları ilerlemiş ebeveynlere bakım için de geçerlidir bu. Birçok kişi için bu kendi güvenli yaşamına veda etmek, ayrıca da kendi ilişkisini feda etmek anlamı taşıyor. Temel gelir en azından bu durumları hafifletebilir.
Güvence altına alınmış bir temel gelir ile aynı zamanda sosyal yaşam için insanların somut ve birlikte daha çok şey yapma olanağı doğmuş olur. Bazıları dernekler hakkında dedikodu yapıyor – ancak bir toplumun bağlantısı için ve öğrenim alanları olarak onlar temel bir önem taşır; ilişki ağları ve girişimler olarak modern biçimleriyle günümüzde devam ediyor olmaları elbette tesadüf değildir. Bu noktada derneklerin nasıl temel altyapısal bir işlev gördükleri genelde gözden kaçar. Temel gelir güvencesi ile demirbaşlarına dair çok daha az endişe duyacak gönüllü itfaiye burada örnek olarak verilebilir. Çünkü: Şirketler itfaiye müdahaleleri nedeniyle çalışanlarının işe gelememesine artık sıcak bakmıyor. En azından çıkan masrafı kimin karşılayacağı sorusu çözülmüş olur. Bu siyasi etkinlikler için de geçerli. Öyleyse gerçekçi bakıldığında güvenceli bir evrensel temel gelir, toplumların daha yüksek bir yaşam kalitesi geliştirmelerine, böylelikle gerçekten de sosyal ve kültürel yönden ilerlemelerine katkı sağlamış olur. Başka durumlarda bireysel ya da sosyal yıkıma yol açacak ortak yaşam deneyleri yapmak olanaklı hale gelir – ve daha ilerisi de var, hayal gücü neredeyse sınırsızdır: Güvenceli temel gelir insanların örneğin köy ya da şehirlerin tarihsel özünü yeniden kurmalarına, belki de ilkin emekli girişimlerinin başarıyla yaptığı gibi, peyzaj bakımı için yola koyulmalarına olanak tanır.
Kısacası: Evrensel temel gelir güvencesi, içinde yalnızca satılabilir ve kârlı olan iş ve çabanın gerçekleştiği, pazar ekonomisine dayalı bir toplumu içine düştüğü tuzaktan kurtarabilir.
- Öyleyse güvenceli evrensel temel gelire ya da bu öneriye karşı duyduğum bu kuşkunun nedeni nedir? Doğruyu söylemek gerekirse kuşkularımın gerekçesi biraz dogmatik: Birçok sosyal-politika ve de eğitim politikası konulu tartışmalarda, değişimleri için propaganda yapılan toplumsal ve – geleneksel bir ifadeyle – siyasi-ekonomik bağlamların ne kadar az dikkate alındığı beni giderek şaşırtıyor. Buradaki ikilem şudur: Açıklanan görüş, öneri ve hedeflerin bir yandan kulağa iyi gelmesi ve çoğu kez etik ve de sosyal-felsefi gerekçelere dayandırılıyor görünmesi; bu gerekçeler ilerici – günümüzde bu her neyi ifade ediyorsa artık – gözüküyor, çağdaşlaşmaya ve hatta insanileşmeye katkı sağlıyor. Öte yandan kapitalist toplumun ufkuna yerleştirildiğinde ve bu bağlamda düşünüldüğünde, onlar içlerinde birtakım hile gizlerler. Bu özellikle özgürlük için pazarlık yapıldığı ve özgürlüğün talep edildiği yerlerde açıkça ortaya çıkmıştır. Tüm egemenlik ilişkileri karşısında, tüm bütüncül ya da bütüncül yapan düzenler karşısında hiç kimse özgürlük düşüncesine karşı çıkmayacaktır. Buna rağmen bu düşüncenin güvenlik sağlayan koşullar varolmadan ve de sınırlandırmalara ya da ihlallere karşı yasal yola başvurarak özgürlüğe kavuşmayı olanaklı kılan yasal düzenlemeler olmaksızın alaycılığa dönüştüğünün çoktan bilincine varılmıştır. Dahası: Sosyal güvencesiz ve eşitliğin savunulmadığı bir özgürlük katıksız alaycılıktır, özellikle de etki edilemeyen yaşam koşullarına ilişkin sorumluluk üstlenilmesi talep edildiğinde.
Özgürlük tasarısına dair bu eleştiriyi sosyal alanda faaliyet gösteren birçok kişi şimdi anlayabiliyor. Buna karşın içselleme (Inklusion) projesi karşısında çekinceler dile getirildiğinde çelişkiler daha belirgin bir hal alıyor. Öyle ki aslında ilk bakışta dışlama mekanizmalarını kırmak ve tüm insanlara sosyal, kültürel ve siyasi süreçlere katılımı ve bu süreçlerde pay sahibi olmayı sağlamak mantıklı görünmektedir. İkinci bakışta, burada, “dışarıda olmanın” çok farklı biçimleri olduğunu ve bu biçimlerin nasıl olduklarını ihmal eden içerme uygulamaları bulunduğunu ya da bu uygulamaların varolup olmadığını insanın kendine sorması gerekir; dolayısıyla bunlar farklı yaşam biçimlerini ihmal etmektedirler ve insanların, özünde salt kapitalist tarzda örgütlü bir iş piyasası olduğunu açığa vuran bir toplum içerisine kapatılmasına odaklıdırlar (Bunun yıkıcı yan etkisi, söz konusu iş piyasasının ilkelerine uymayanın yeniden dışlanmasıdır. Yani yeterince başarım gücüne sahip olmayanın dışlanması.). İçselleme, eşitliğe ve bireyselliğe dair bu vaat, böylece bir tuzağa dönüşmektedir, çünkü ve aynı zamanda yardım ve desteğe ihtiyaç duyanlar için hazır bulundurulacak altyapılar oluşturulmaktadır – ancak bu, içsellemenin (Inklusion) gerekçeli ilkesi ölçü alındığında, kategorileştirme, damgalama ve dışlama ifade edecektir.
Evrensel temel gelir güvencesi öyleyse sosyal entegrasyonun korunmasına katkı sunabilir. Gerçekten de tüm modern toplumlarda ve sanayi toplumlarında – dikkatle formüle edecek olursak – düşük ve yüksek gelirliler arasındaki makasın açılmakta olduğu inkâr edilemez. Çok hesap yapılıyor, bir an geliyor ortalama gelirin uygun ölçü birimi olmadığı belirtiliyor, orta geliri bir kenara bırakalım, hatta bazen yoksulluğun yalnızca kamu yardımları hesaba katıldığında saptanabileceği iddia edilmektedir. Buna göre yoksulluk ve yoksulluk düzeyinde gelir bireyselleştirilerek dikkate alınamaz ve değerlendirmeye tabi tutulamaz – ki bu sözleri söyleyenler genelde bireyselliğe bol bol atıfta bulunanlardır.
Wilkinson ve Pickett kitaplarında spirit level etrafında canlandırdıkları, ya da daha isabetli bir ifadeyle aslında canlandırabilecek durumda oldukları tartışmanın sözümona ne çabuk son bulduğu kayda değerdir. Daha çok şaşırtan şey Britanya sınıflı toplumu hakkında Mike Savage tarafından yapılan araştırmanın Almanya’da hiç alımlanmamış olmasıdır, Anrew Sayer’in “Why we can’t afford the rich” kitabındaki sürükleyici tartışmalardan söz etmeye dahi gerek yok. Ama bulgular çok açık: Burada söz konusu olan şey, en azından asgari düzeyde bir eşitlik sağlamaktır, yeterli sosyal güvence ile bağlantılı olarak, az ya da çok belirli bir süre zarfında toplumların paramparça olmasının önüne geçmektir.
Şimdi elbette eşitsizlik tartışmasını radikal ya da pragmatik tarzda okumak mümkün: Radikal olunduğunda devrim sorunu gündeme gelecektir ve toplumun yıkımına günümüzdeki mevcut eşitsizliğin kendisinin yol açacağı vurgulanacaktır – bununla beraber şöyle gerçekten de Grenznutzen teorisi mantığıyla sonunda Kral Midas’ın durumuna benzer bir durumun oluşup oluşmayacağı sorulabilir. Az sayıda süper zengin herşeyi altına çevirdikten sonra – Varyemez Amca’yı anımsayalım – yıkandıkları sikke dolu banyolarda boğulacaklardır. Belki de bunlar gerçekleşmeyecek, yine de farklılıklar katlanılması mümkün olmayan boyutlara ulaşabilir. Daha az radikal olmamakla birlikte evrensel temel gelir güvencesinin, – biraz gerçekçi bakılırsa – isyan etmemeleri için insanlara gönüllerini hoş tutmaya yetecek kadar daha geniş bir eşitliğe dair verilen yarım vaat olduğu iddia edilebilir. Aslında devrimler ve ayaklanmalar insanlar günlük yaşam dertleriyle uğraştıklarında pek de olası değildir, ama protestolar, ya insanlar geleneksel olarak gördükleri, aslında nesnel açıdan ikinci olan kendi konumlarını kaybettiklerinde yükselmektedir; toplumdaki konum bazen maddi varlıklardan daha önemli gözükmektedir, ki Bourdieu’nün sermaye teorisi bu noktada sosyal dünyanın en alt bölgelerine dek uygulanabilmektedir. Aile üyelerine, özellikle de çocuklara saldırılması belirleyici bir önem taşıyor gözüküyor. O zaman devrimler patlak verir, belki de insanlar bazı sosyologların bizi inandırmaya çalıştıklarından farklı olarak ilkel bir yapıya sahiptir. Ya da insanların durumu iyileştiğinde, güvenlikte olduklarını hissettiklerinde ve içinde bulundukları koşulları sorgulayabildiklerinde protestolar doğabilir – bu açıdan bakıldığında bazı gerekçeler evrensel temel geliri destekler niteliktedir.
Wilkinson ve Pickett’in de eğilim gösterdiği pragmatik yorum realizmi salık veriyor. Realizm eşitsizliğin tamamen ortadan kaldırılamayacağını, ancak, insanların büyük çoğunluğunun kendilerine belli bir dereceye kadar katlanılabilir görünen bir yaşam sürmelerine olanak tanıyacak ölçüde azaltılabileceğini ifade eder. Belki de zaman zaman protesto düzenleyeceklerdir, ama buna rağmen sakince anlamlı ya da dolu geçtiğini düşünecekleri bir yaşam sürdürmek isteyeceklerdir. İnsanlar, yaşamlarına dair endişe taşımadığında, homo oeconomicus teorisine göre ilgileri bayağı ve sıradan görünen etkinliklere ve olgulara kayacaktır – son dönemde örneğin iyi gelirli genç ebeveynlerin artık gelirlerini arttırmak istemediklerini, aksine zamanlarını çocuklarıyla geçirmeyi yeğlediklerini ortaya koyan bir araştırma çok ilgi uyandırmıştır. Araştırmacılar biraz şaşırmıştır, çünkü insanların gelirlerini arttırmayı hedeflediklerini temel alan kendi hipotezlerini çürütmüşlerdir. İnsanlar bu maddi kazanımlar için nasıl bir bedel ödemeleri gerektiğini biliyor; görünüşe göre onlar biraz basit insanlar, zira sosyal ve ailesel esenlik ön planda duruyor.
Tüm bunlar da güvenceli evrensel temel geliri destekler nitelikte; ne de olsa o egemenliğin kullandığı bir taktik olarak uygun ve iktidarı korumaya elverişlidir. Muzip bir ifadeyle: Hatta sınıflı toplum ondan yarar sağlıyor. Ve buna rağmen, geriye, kapitalizmin şu ana kadar herşeyi hizmetine koşmayı başarmış olduğunu, protestoları olduğu kadar, kendisini hedef alan sanatı ve teoriyi, nihayetinde de bazılarının yeni bir toplum düzenine çıkacağını düşündüğü sosyal-politik program ve uygulamaları kullanmayı başardığını anımsatmak kalıyor. Biraz basit bir ifadeyle itiraf etmek gerekir ki: Toplumsal sistem kapsamında yapılan her buluş, eninde sonunda bu sisteme monte edilecektir:
Güvenli evrensel temel gelir böylece belki de insanların yaşamında kolaylık sağlayabilir ve günlük hayatın krizlerini atlatmalarına katkı sunabilir. Ama o sonuçta bu toplum düzeninin korunmasına hizmet etmekle kalmaz, aksine bu düzenin işlevinin daha da artmasını ifade eder, ki bu da insanların zararına bir gelişmedir – ayrıca zarar onların salt pasifize edilmesiyle, ayaklanma, protesto ve isyandan vazgeçmeleriyle sınırlı da değildir.
- O halde güvenceli evrensel temel gelirin karanlık yönlerine ilişkin ne tür senaryolar çizilebilir? Öyle görünüyor ki onun temel işlevi emek gücünün kullanılabilirliğini ve böylece esnekliğini arttırmakta yatıyor. Sosyal politik önlemler ve arzlar daima üretimin yapısal krizlerini, işgücünün iş piyasasından uzaklaştırılmasıyla azaltılmıştır; bu çoğu kez vergi mükellefi toplumun aleyhine olarak, örneğin vasıflandırma çalışmalarıyla işçilerin değişen üretim koşullarına uyumlandırılmasıyla bağlantılı olarak yapılmıştır. Şirketler buna pek kalkışmamıştır, her ne kadar sermayenin geçmişinde sıra dışı bir durum olmasa da, kendi işçilerini güvence altına almaktan çok uzaklaşmışlardır; Krupp’ta bu olanaklıydı. Güvenceli evrensel temel gelir ile sermaye, işgücü üzerinde güvenceli bir tasarruf olanağı kazanır. Meşruiyet yitirme korkusu yaşamadan gereksinime göre işçiler işten çıkarılır da yeniden istihdam edilir. Öyleyse güvenceli evrensel temel gelir şunu ifade eder: Telefon başında işe çağrılmayı beklemek: İnsan, sosyal ve kültürel güvence sağlayan bir temel gelire sahiptir ve bu gelir, işsizlik ve temel gelir koşullarında engellenmesi zor olan, yani sağlığa ilişkin ve özellikle psikolojik rahatsızlıklar, motivasyon kaybı ve depresyon gibi sonuçları doğurmayacak kadar yüksek bir gelirdir, bedensel engeller de cabası. İnsan bu şekilde iyi yaşar, kısıtlamalarla karşılaşmaz – ve bu, tehlikeli etkinliklerden ve konulardan uzak durduğu oranda geçerlidir. Temel gelir insanın özsaygısı ve kendi varlığını sürdürmesi için yeterli bir hareket alanı oluşturur, bu durum biraz da eşeğin ününe asılan o ünlü havuç gibidir.
Öyleyse: Her kim güvenceli evrensel temel gelirden söz ediyorsa, o, kapitalist tarzda örgütlenmiş üretimin daima maliyeti düşürme yöntemiyle kârı arttırma yolunu seçtiğinin bilincinde olmalıdır. O, insan işgücünü sistematik olarak gereksiz hale getirmektedir – ve bu durum gelecekte daha da şiddetlenecektir, zira kriz fenomenleri artış göstermektedir. Otomatikleştirme kendini kabul ettiriyor, bir hayli çıldırmış bilişimci tiplerin – bilinçli olarak bu ifadeyi kullanalım – kuşkusuz abartılı fantezileri, son kertede dijital olarak yöneterek kendi kendini aşan Endüstri 4.0 çağından söz ederken, insanlar insanlığın 2.0 çağı düzeyinde debelenip duruyor. Yarım asır önce Günther Anders bu durumu insanlığın antikalaşması olarak tanımlamıştır –günümüzdeki gelişme en azından eğilimsel olarak insanların gereksizleştiği bir yöne evriliyor. Mühendislik mesleklerinden biri için haftalar süren iş başvurularını geride bırakmış iyi vasıflandırılmış bir yüksekokul mezununun da onaylayacağı gibi, şirketlerin sözde nitelikli işgücü açığından yakınmalarının da gerçeği yansıtmadığı çabucak ortaya çıkmaktadır. Yirmi yıl önce işin tükendiğini belirten formül doğruyu yansıtıyor; ücretli emeğe daha az gereksinim duyuluyor ve tam istihdamın sağlandığı dönemlerde çalışma saatlerinin gerilemesi bunu gösteriyor. Söz konusu durumu daha da şiddetlendiren şey, zamanında sanayide yitirilen iş olanaklarının kurtarıcısı olarak sunulan hizmetler sektörüne dönük iş piyasası – sosyal ve bakım meslekleri dışında – en sert kırılmaları yaşamıştır – bunun maliyeti düşürme yönteminin bir sonucu olması da ironiktir. Bankacılık sektöründe istihdam edilenlerin sayısına bakmak yeterli olacaktır.
Şu an otomobil sanayisi örneğinde görüldüğü gibi durum ciddileşiyor: Almanya’da ekonominin temel alanlarından biri olan otomobil sanayisi gelecek on yılda büyük olasılıkla olağanüstü bir çöküş yaşayacak, insanlar işsiz kalacak, ancak onları süresiz olarak darlıkta tutmak olanaksız. Zira burada işgücü içerisinde son derece saygın bir grup söz konusudur, bir tarafta kalifiye işçiler, diğer tarafta mühendisler ve onlar hemen öfkeli vatandaşlara dönüşür, şimdiye kadar işsiz kalanlardan farklı olarak da kendilerini farklı ifade etmesini bilir. Kişi Stuttgart’ta “Daimler” şirketinde bir kez çalışmaya görsün, o kolayca Hartz IV’ten geçinemez – bu gerçekten de SPD’nin şansölye adayının ısrarla dile getirdiği tarzda bir adaletsizlik söz konusu olurdu.
Gerçekçi bakıldığında ülkeyi derinden sarsacak bir kriz nitekim Federal Almanya Cumhuriyeti’ne doğru ilerliyor, aynı zamanda şu anki mevcut biçimleriyle sosyal güvenlik sistemleri de yıkıma uğrayacak. Ancak, aslında çoktan kendini gösteren, ama ihbarcılığın klasik yöntemleriyle şimdiye kadar aşılabilen bir yoksulluk durumunun yaratılmasını hiç kimse göze alamaz: Nitekim etkilenenler sosyal durumları zayıf, eğitime uzak ya da göç kökenli insanlardı. Tüm bunlar artık işe yaramıyor – dolayısıyla da iyi bir güvence gerekli hale geliyor. Demek ki – Oliver Nachtwey’in belirttiği gibi – sosyal inişli toplumda başkaldırıyı engellemek için çaba gösterilmeli. Evrensel temel gelir güvencesi bu noktada bir acil çıkış sunar. Zira onunla işgücünün yüksek düzeyde esnek olması sağlanır. Çünkü beklenen uzun süreli bir kriz değil, aksine olağanüstü sorunlu bir kriz dinamiğidir. Bu nedenle sermaye küresel piyasalardaki çalkantılara karşı koyabilmek için işgücü üzerinde hemen tasarrufta bulunabilmeli, onları sms ile işe alıp çıkarabilmelidir: Trump gelir ve Trump gider ve onunla birlikte Amerikan pazarını açan ya da kapatan gümrük vergileri de. Çin bir krize giriyor, henüz yeni ele geçirdiği Pasifik bölgesine sevkiyat yapamıyor, öyleyse dünyanın geride kalanında fabrikalarda üretim arttırılmak zorunda. Belki de tüm bunlar siyasi devrelere bağlı aşamalardan daha hızlı ilerleyecek. Bununla birlikte doğal afetler ya da enerji sevkiyatının durması nedeniyle bir ülke ve onun ekonomisi çökerken, bir diğer ekonominin kazanması durumu dışlanamaz. Sürekli aynı oyun tekrarlanıyor: Olası en kısa sürede, olağan koşullarda gerek duyulmayan işgücünün seferber edilmesi gerekmektedir.
Dur, diye bağırıyor bazıları: Ürün geliştirme konusunda durum nedir? Güvenceli evrensel temel gelir bu noktada da sorunların çözümüne katkı sağlıyor: Elbette geliştirme bölümlerinde işe devam eden bir grup “kıymetli çalışan” dışta bırakıldığında, bu uygulama, iyi bir güvence altına alınmışları evden ya da dijital ağlar aracılığıyla uslu uslu çalışmaya yöneltecektir. Güvenceli temel gelir ve proje bazlı iş koşulları birbiriyle mükemmel bir şekilde birleştirilebiliyor – elde edilen deneyimler çalışanların bu şekilde büroda bir arada oturanlardan daha fazla çaba harcadıklarını gösteriyor. Ne de olsa genç kuşağa, kumsalda oturarak, dizüstünde laptop, hayalperest ve iş düşkünü bir halde çalışıldığı modern, esnek iş dünyasının resmi çoktan gösterildi bile.
Güvenceli evrensel temel gelir girişimini ekonomik açıdan mükemmel kılan şey ise, üretim kapitalizminin zayıf noktasını ortadan kaldırmayı başarmasıdır. İnsanlar ne denli bol bol tüketmeye yönlendirilmiş olsalar da – ve artık tasarrufta bir anlam görmeyen insanlar tarafından aşırı üretimin hafifletilmesi için düşük faizlerin kullanıldığını söyleyen komplo teorisine zaman zaman sıcak bakmak istense de – tüketim şu ana dek üretimin daima sorunu olmaya devam etmiştir. Bolluk toplumunda pazara çıkan herşeye mutlaka ihtiyaç duyulmuyor – ve yine komplo teorisi tadında bir çerez: Ünlü dizel skandalı belki de oldukça gerileyen otomobil satışlarını yeniden canlandırmaya yarayan güzel bir yan etkide bulunamaz mı? Her halükârda, eğer – Zygmunt Bauman’ın tahmin etmiş olduğu gibi, modern kapitalizmi üretimden tüketime ayarlamak söz konusu ise, o zaman atık temel geliri bir kenara bırakmak mümkün değildir. Giderek yavaşlayan üretim için bu bir tür yağlamadır.
Her halükârda şu geçerli: Sefalete dayalı olmayan, aksine tüketebilen ve kendini boş vermeyecek şekilde donatılmış, esnek, üzerinde tasarrufta bulunmaya elverişli işgücü – güvenceli evrensel temel gelirin hakkını verdiği ilk işlev de budur. Elbette, OECD, McKinsey ve onların izinden giden biliminsanlarının, özellikle de sözde eğitimbilimleri ve psikolojinin talep etmekten yorulmadığı şu nokta, kanatlardan destekler nitelikte konuyu etkilemektedir: İnsanlar lütfetsinler de kendileri öğrensinler, konstrüktivizm teorisi, nitekim öğretmen olmaksızın, onların bunu yapması (gerektiğinin) ve nasıl yapacağının altını çizmektedir. Eğitimbilimciler bir de öğretimden öğrenime doğru bir paradigma değişikliği olduğunu yüksek sesle beyan ediyor – ve bu mesajın iyi işleyebilmesi için yetişen yeni kuşak önce kurumlarda iyice toplumsallaştırılmaktadır. Ergenlik çağında ev ortamında geliştirilen ve uygulanan başkaldırı faaliyetine bir toplumsallaşma modeli aracılığıyla son verilir, ki bu model – bu sözcük şimdi tam bir anlam kazanıyor – kurumsal bakımla el ele yürür. Göründüğü kadarıyla bu bir ömür boyu öylece devam eder: Maddi açıdan bir düzeye kadar güvenliği sağlanan insanlar yaşam boyu uzar – tabiri caizse ön planda gönüllü, arka planda zorunlu, çünkü başka birşey tanıma fırsatları olmadı. Ve bunun mutlaka başarılı olabilmesi için öğrenimi kanatlardan norm ve standartlarla destekleyen uzmanlar göreve çağrılmaktadır, ki bu noktada baskı ölçülü kalmaktadır: Hegemonyal tarzda işlev gören ideolojik aygıtlar mesajın alınmasını zaten sağlayacaktır; insan uyum sağlamaktan çok kendini zinde tutmak istiyor. Eninde sonunda küçük makinalar, trackerler, öğrenim normlarının takip edilmesini sağlayacaktır. Güvenceli evrensel temel gelir, böylece, özbakımın toplumsallaştırıcı bir alışkısının çerçeve koşullarını oluşturur, ki bu alışkı ekonomik sistem için olağanüstü boyutta işlevseldir. Asgari düzeyin üstünde olan güvenceli yaşam standardı ve kendi kendini eğitmek öyleyse el ele yürür – ne var ki aynı zamanda insani öznelerin herkesin refahını ve kendi iyi yaşamlarını kendi görevleri haline getirdiklerini vurgulayan umut reddedilir. Onlar bireyselleşmiş olarak kalacak ve projelerde performatif olarak parlamak üzere tekrar şirketlere çağrılacakları ana dek birbirlerine karşı sahne alacaktır. Kapitalizmin yeni ruhu, Boltanski ve Chiapello kitaplarına bu adı vermişlerdir, çıktığı lambaya artık tekrar girmeyecek.
İkinci bir işlev de kendini gösteriyor: Güvenceli evrensel temel gelirin, çalışma hayatının kurallarında liberalleştirmeye gidilmesiyle el ele yürümesi – ki bu İskandinavya’da şu an tartışma konusudur – ihtimal dışı bırakılamaz. Olumlu anlamda bu, iş süresinin yaşamın büyük bölümünü kapsayacağını ifade eder, ve bir bakıma gerekli olduğu zaman ara verme fırsatı doğması anlamına gelir. Gerekli görüldüğünde uzun bir ara verilir, insanın bir geliri vardır, güvence altındadır, sonradan ek olarak bir iş yılı daha çalışılır. Belki de meslek değiştirmek için vasıflandırma amacıyla ara verilebilir – birçok şey olası gözüküyor. Ancak olumsuz anlamda bu, işçi haklarının ve sosyal sistemlerin geçerli olduğu dönemin rafa kaldırılmasını ifade edebilir. Hasta mısın – sorun değil, kaybettiğin zamanı sonra telafi et! Hamilelik ya da çocuk bakımı – kendine zaman ayır, çocuklarınla güzel ayların ve yılların tadını çıkar, işten kaynaklanan yükümlülükleri sonra yerine getirirsin. Birçok insan yetmişinde hâlâ zinde, zira: Çocuğu olan daha uzun yaşar.
Ve nihayet üçüncüsü: En geç krizin yayılmasıyla ve kendini kabul ettirmesiyle ya da ritmik ortaya çıkışlarıyla nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak, bunun için gerekli hizmetler eğer ve şayet piyasaya uygun şekilde örgütlenmiş ise, artık mümkün olmayacaktır. Biraz basit bir ifadeyle: Bunları rakamsal olarak göstermek artık mümkün değildir. Gerek pedagojik gerekse de bakımla ilgili etkinlikler yeniden insanlara havale edilmek zorundadır ve edilecektir – zira OECD’de ailenin 2030’daki durumu hakkında yürütülen fikirler bu açıdan tipiktir. OECD, özellikle sosyal ve – şaşırtıcı bir biçimde – ekolojik bakımdan sürdürülebilir bir ekonomiyi ve yaşam formunu güvence altına aldığı için ailelerin zorunlu olduğunu ve desteklenmesi gerektiğini açıkça belirtmektedir. Bu, maliyetin düşürülmesi ve kâr odaklılığın ötesinde, insanın kendini yeniden üretmesine olanak tanıyan bir temel gelir ile daha iyi becerilir. Elbette bu gelişmenin uzmanlığın ve profesyonelliğin aleyhine olacağı söylenerek itirazda bulunulabilir – ancak, belki de uzmanlık ve profesyonellik iş ve işçi bulma kurumunun devreye girmesiyle oluşan bir görüngüden ibarettir. Bu noktada biraz alaycı tarzda öğretmenlerin çalışmalarını inceleyen Hatti-Araştırması’nın bulgularına atıfta bulunulabilir: Belirleyici olan illâ ki yöntemsel araçlar değil, belirleyici olan kişiliktir.
- Şimdi şu da geçerlidir: Toplumsal gelişmeler çizgisel bir yol izlemezler, sürpriz yaşanması mümkün ve çok olasıdır. Sosyalbilimsel araştırmaların aydın vizyonlar, yani karanlık yönlerin aydınlatılması yerine, ürkütücü olanakları saptamayı yeğleyen o kuralına uyulsa da o olasılıklar vardır, ve hatta insan şunu söylese de: To be forewarned is to be forearmed, en azından tarihsel diyalektik olarak adlandırılan şeye insan inanabilir ve inanmak zorunda. Çoğu kez düşünülenin tersi olur. Buna rağmen, ilerici görünümlü tüm hedeflere karşın yine de insani öznellik ve özerklik için tehlike olduğu görülen şeyler hiç gözden kaçırılmamalıdır, özellikle de bu tehlike yüzeysel olarak korunduğunda. Nitekim bu durum, güvenceli evrensel temel geliri azıcık şüpheli kılıyor.