Karl Brenke
Alman Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü
Kamuoyu anketlerine göre herşey beklendiği gibi ilerliyordu. Oylar sayılmadan önce kamuoyu araştırmacıları aslında az bir fark görüyordu, ama Büyük Britanya seçmeninin AB’nde kalmaktan yana açıkça oy kullanılacağını tahmin etmişlerdi. Bunu televizyonda duyduğumda yatıp uyudum. Geceyi Bask bölgesinde geçirmiştim ve sabah sokaktan geçen neşeli bir grubun sesine uyandım. Konuşmalarını duyduğumda Britanyalıların mutlaka BREXIT’ten yana oy kullanmış olmaları gerektiğini yarı uykulu halde anlamıştım. Ve başka yerlerde de bazı insanların bu sonuca sevinmelerinin nedeni, AB genelinde gereğinden fazla merkezileştirilmiş olarak algılanan siyasi kararlara karşı oluşturulan atmosferin çok yaygın olmasıdır – bazı bölgelerde bu atmosfer göründüğü kadarıyla çok daha etkili.
Böylesi bir atmosfer Birleşik Krallık’ın AB’nde kalıp kalmamasına ilişkin referandum yapılmasında itici güç olmuştur. Britanyalıların AB’ne karşı daima çok eleştirel yaklaşmış olmaları buna eklenmiştir – onların ortak bütçeye yapılması gereken alışıldık ödemelere pek yanaşmaması bu eleştirel tutuma örnek oluşturmuştur. O nedenle de ödemelerinde indirim yapılması kararlaştırılmıştı; yine de Britanya net ödeme yapan bir ülkedir. Toplumda AB’ne karşı mesafenin artmasına neden olan şey, 2004 ve 2007’de AB’nin genişlemesi kapsamında Doğu ve Güneydoğu Avrupa’dan çok sayıda göçmenin ülkeye gelmiş olmasıdır. Bu, iş piyasasının belirli kesitlerinde artan rekabete neden olmuştur: Hizmetler sektörünün bazı bölümlerinde (örneğin sağlık hizmetleri), zanaatçılıkta ve de genel olarak daha çok basit denilecek işlerde. Artan rekabet ücret üzerinde baskı oluşturmuş ve bundan etkilenen yerli işgücünün çalışma fırsatlarının kötüleşmesine neden olmuştur – doğal olarak onlar da bu gelişmeden rahatsız olmuştur. Öte yandan göçmenler sosyal sistemlerden de yararlandı. Tüm bunlara rağmen: Belki de referandum şu ek gelişme yaşanmamış olsaydı, muhtemelen yine az bir farkla, ancak çok farklı bir sonuçla biterdi: Kıta Avrupası’nda, özellikle de Almanya’da yaşanan sığınmacı göçleri. Almanya’ya gelen sığınmacı akını giderek devasa boyutlara ulaştığında federal hükümet sığınmacıların AB ülkelerine eşit paylaştırılmasını istemişti. Caydırıcı bir örnek oluşturan açık sınırlar siyasetini ise Britanyalılar – bazı AB ülkelerinin de yaptığı gibi – izlemek istememişlerdir. Öte yandan Almanya’nın bu isteği, Almanların AB içerisinde üstün olmalarına yeni bir kanıt olarak görülmüştür çoğu kez.
Büyük Britanya hükümeti ve AB şimdi çıkış süreci üzerine pazarlığa girecek. AB sözümona diğer “özgürlükler” yerine getirilmediğinde ortak pazara üye olunamayacağını açıkça belirtti – bir diğer ifadeyle serbest meta dolaşımının yanı sıra hizmetler sektörü, sermaye hareketleri ve işgücü konusunda özgürlükler geçerli olmalıydı. Bu azami taleplerde ısrar edilmesini anlamak mümkün, çünkü AB’ne üye olmayan ülkelerin de – örneğin İsviçre ve Norveç’in – söz konusu yönergelere uymasını sağlamayı hedefliyor. Öte yandan bu “özgürlüklerden” bir kısmına AB’nin kendi içerisinde tam uyulmuyor; örneğin AB vatandaşlarının Danimarka’da bir tatil evi ya da Polonya’da bir tarla almaları olanaklı değil. Birleşik Krallık işgücünün serbest dolaşımını kabul etmeyecek ve dolayısıyla dişlerini gıcırdatarak AB iç piyasasından ayrılacak. AB ile ya da her bir AB ülkesiyle ayrı ayrı ticaret anlaşmaları yapması gerekecek. Buna zaman gerekli ve şimdi AB’nden nihai çıkış için öngörülen iki yıllık süre aslında bu anlaşmalar için çok kısa tutulmuş bir süredir. Britanyalılar her halükârda AB içerisindeki ortaklarıyla ticari kısıtlamalar yaşayacak. Bu da Birleşik Krallık’ta ekonomik gücü mutlaka zayıflatacaktır, çünkü AB bölgesine yapılan ihracat zorlaşacak ve böylece ihracatçılar yükselen maliyetlerden etkilenecek. Bununla birlikte ticari kısıtlamaların boyutu henüz belirgin değil. AB yaklaşan pazarlıklarda bir açmazda. Bir tarafta diğer üye ülkelerin Büyük Britanya’nın birlikten ayrılmasını örnek almalarını önlemek için “sert” bir BREXIT’e gidilmesi çıkarlara uygun geliyor. Ancak diğer tarafta uluslararası ticaret tek yönlü olmadığı için, serbestleştirmenin kapsamlı bir şekilde kısıtlanması AB’nde ekonomiye büyük zarar verecektir. En azından AB’nin diğer üye ülkelerinin Birleşik Krallık’la yaptığı ticaret toplamda fazla vermektedir. Sıkı ticari ilişkiler nedeniyle en çok İrlanda, Malta ve Kıbrıs gibi küçük ülkeler, Hollanda, Belçika, İsveç ve nihayet Almanya da etkilenecektir. Birleşik Krallık Almanya’nın ürünlerini ihraç ettiği ülkeler sıralamasında üçüncü sırada – ve Almanya’nın Birleşik Krallık’a ihracatı bu ülkeden ithalatının iki katıdır.
ABD’nde hükümetin değişmesiyle AB ile Birleşik Krallık arasında yapılacak pazarlıklarda dikkate alınması gereken yeni bir faktör daha sürece eklenmiştir. Çünkü Trump hükümeti ilk bildirimlerinde himayecilik gayesi olarak yorumlanabilecek sinyaller verdi. Eğer şimdi AB ile Birleşik Krallık arasında – yani Avrupa içerisinde – daha büyük ticari engeller oluşturulduğunda, bu durum ABD tarafından AB ile ticari ilişkilerinde yeni sınırlandırmalar getirmek için bir gerekçe olarak kullanılabilir. Öte yandan ABD Birleşik Krallık ile ürün alışverişini yoğunlaştırabilir – bunu bir bakıma AB ile transatlantik ilişkilere karşı bir denge unsuru oluşturmak amacıyla yapabilir. Bu Britanyalıları mutlu edecektir, çünkü AB iç piyasasından çıkılması nedeniyle ürün sevkiyatında yaşanacak olası durgunluğu aşmaları kısmen mümkün olabilecektir.
ABD hükümetinin AB’ne ve özellikle de Almanya’ya baskı uygulamakta elbette çıkarı var. Çünkü ABD’nin – Çin ve Japonya’nın yanı sıra – AB ile yaptığı meta ticaretinin neden olduğu büyük dış ticaret açığı, Trump ve yandaşları tarafından Amerikan sanayisinin çöküş ve dolayısıyla da istihdam olanaklarının yitirilme nedeni olarak görülmektedir. Almanya, para birimi fiilen düşük değerli olarak görüldüğü için hedef tahtası haline gelmiştir. Almanya Euro bölgesinin bir parçası olmasaydı, o zaman Almanlar ihracatlarını çok farklı hesaplamak zorunda kalacaktı: Alman para biriminin dış değeri yükseldiğinde fiyattaki rekabet gücü kaybolacaktır ve Almanya bu nedenle daha az ihracat yapabilecektir. AB dışı ülkelerdeki şirketler daha ucuz olduklarından, ürünlerini artan oranda Almanya’da satabilmişlerdir. Almanya’nın tutumu bu nedenle haksız görülmektedir.
Söz konusu suçlamalar yeni değil ve ayrıca yanlış da değiller. Ancak bu suçlamalar şimdiye kadar AB’nin kendi içinden gelmiştir – örneğin Fransa ya da İtalya’dan. Ve Almanya gerçekten de Euro’ya geçildikten sonra, Euro bölgesi devletleri karşısında, ücretler uzun süre artan ekonomik gücün gerisinde kaldığı için avantaj elde etmiştir. Bu gelişme Almanya’da iç pazarın daralmasına ve böylece Euro bölgesinden diğer şirketlerin Almanya’ya ürün ihraç etme olanaklarının zayıflamasına yol açmıştır. Bir para birliği içerisinde sergilenen, istikrara ters düşen tutum nedeniyle Alman ticaret fazlası yıllar geçtikçe yığına dönüşmüştür; küresel mali kriz esnasında ve krizden bir süre sonra azalmıştır – ancak şimdi yeniden hızla artmaktadır. Elbette bu haksızlık ve Almanya’nın AB’ndeki ekonomik üstünlüğü olarak görülebilir – zira AB’nin birçok idari birimi bu durum nedeniyle yalnızca arada sırada parmak göstererek uyarıda bulunuyor. Yakında Fransa’da yapılacak başkanlık seçimlerinde tüm bunların etkisini gösterebileceği dışlanamaz.
Artan himayecilik ve uluslararası ticaretteki serbestleştirmenin kaldırılması tarihsel olarak bir geri adımdır. Çünkü serbest ticaret rekabeti desteklemekte ve böylece refahı arttırmakta ve yaratıcılığa ivme kazandırmaktadır. Ancak ticaret adil olmalıdır: İçe kapanmaya gidilmemeli ya da kendi şirketlerine ayrıcalık tanınmamalı ve de döviz kuru kullanılarak avantaj elde etmeye çalışılmamalıdır. Çünkü adil olmayan davranışlar – sporda olduğu gibi ekonomide de – kısa ya da uzun vadede rakiplerin daima karşı hamlelerini beraberinde getirecektir.