Prof. Dr. Ali Ülkü Azrak
Alman hukuk tarihinde din ve devletin ayrılması ve devlet kurumlarının dinin etkisinden kurtarılması, 19. yüzyılın sonlarına kadar uzayan bir sürecin sonunda ortaya çıkan ve “Säkularisierungsprozess” (sekülerleşme süreci) adı verilen bir gelişmedir. Aslında bu gelişme başka bir olgunun temellerine dayanmaktadır ki, o da devletin kilisenin mallarına el koymasına kadar varan bir olgudur. Bu olguya tarihçilerin verdiği ad “Säkularisation”dur. Öte yandan aydınlanma çağının ürünü olarak dinsel inanç özgürlüğü ilk kez 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde yerini bulmuştur. Şunun işaretlenmesi gerekir ki, sekülerleşme sürecinin tarihsel ve sosyolojik temelleri din ve vicdan özgürlüğünde aranmalıdır. Din ve vicdan özgürlüğünün içerdiği anlam ise devletin, kişileri herhangi bir dini kabul etmeye zorlayamaması ya da bir dini inancın benimsenmesini yasaklayamaması, aynı zamanda bir dine mensup olmanın kişi lehine yararlar sağlaması, ya da zararlar yaratması gibi bir takım sonuçlar doğurmasına izin vermemesidir. Devlet bir dinsel inancı negatif olarak niteleyemeyeceği gibi, bir inanca belli bir eğilim içeren bir davranışla yaklaşamaz.
Şu da var ki hukuk devleti ilkesinin içerdiği sekülerlik, din ve inanç özgürlüğünün yarattığı bir sonuçtur. Sekülerlik, din özgürlüğünü bir insan hakkı olarak sistematik bir biçimde gerçekleştirme yükümlülüğü altındaki bir hukuk düzeninin temel ilkesidir. Böyle bir hukuk düzeninde farklı dini inanç topluluklarının barış içinde birlikte yaşamalarını olanaklı kılan sosyal-psikolojik temel, hoşgörü olgusudur. Bu bağlamda bir yanlış anlamayı önlemek için şunun da belirtilmesi gerekir: Din özgürlüğü, eşit haklara sahip olmayı gerektirir, buna karşılık hoşgörü hukuki bakımdan eşitsizliğin geçerli olduğu bir ortamda da varlığını sürdürebilir. Bu nedenle insan hakkı olarak din özgürlüğü sorunu dini azınlıklar karşısında devletin bir hoşgörü politikasını geçerli kılmasıyla tam anlamıyla çözüme kavuşturulamamaktadır.
Öte yandan, Almanya’da görüldüğü üzere, din özgürlüğünü anayasal bir ilke olarak kabul eden bir siyasal düzen, kendi kimliğini dinde aramadığı gibi, devletin ve kilisenin birlikte üzerinde durduğu bir zemini de oluşturmaz. Şunun da belirtilmesi gerekir ki, Alman hukuk sisteminde din özgürlüğünü temel ilke olarak kabul eden sekülerlik anayasal temele dayanmaktadır. Gerçekten Bonn Temel Yasası din özgürlüğünü koruma altına aldığı gibi, bunun gereği olan seküler sistemi de 1919 tarihli Weimar Anayasası’nın 137,138,139 ve 141. maddelerine yollamada bulunan 140. maddesinde dolaylı biçimde temellendirmiştir. Buradan çıkan sonuç, devletin dinȋ inançlar açısından bir anayasal ilke olan eşitlik ilkesine uygun davranmak zorunda olduğudur. Bu, bir bakıma devletin dinler karşısındaki tarafsızlığının açık ifadesidir. Nitekim Baden-Württemberg (Mannheim) İdare Mahkemesi, hükümetin bir dini inanışı (Bhagwan) bir parodi olarak nitelemesi ve korunmaya lȃyık görmemesinin devletin, sekülerliğin bir gereği olarak, dinler karşısında tarafsız davranması ilkesine aykırı olduğuna 4.10.1988 tarihli kararıyla hükmetmiştir. Alkışlanmaya lȃyık olan bu karardan da anlaşılabileceği gibi, sekülerliğe kaynaklık eden din özgürlüğü, doğal olarak devletin dinler karşısında tarafsız davranmasını zorunlu kılar. İşaret edelim ki, din ve vicdan özgürlüğü herkesin kişisel inancında özgür olması garantisini içermekle kalmaz, aynı zamanda dinȋ cemaatlerin, devletin vesayeti söz konusu olmaksızın, serbestçe örgütlenmesini de garanti eder. Bu olgu, beri yandan devletin birbirinden farklı dinler (Hristiyanlık, İslamiyet, Musevilik, Budizm v.s.) içersinde örgütlenen dinȋ cemaatlere siyasal ve hukuki açılardan eşit davranmasını da zorunlu kılar. Gerçekten, demokratik hukuk devletinde sekülarizm’in hedefi dinȋ cemaatleri toplumun sınırlarının dışına doğru itmek değil, tam aksine onların özgürce gelişme olanağına sahip olmalarını sağlamaktır. Bu bakımdan sekülerliğin temel ilkesi olan din özgürlüğü dinȋ cemaatlere toplumsal yaşam içersinde etkinlikte bulunmanın kapısını açmaktadır. Bunun uzantısı olarak dinȋ cemaatlerin siyasal sorunlara ilişkin olarak görüşlerini açıklama özgürlüğünün sekülerlikle bağdaştığının kabul edilmesi gerekir.[1]
Burada bir önemli noktaya daha işaret edilmesi gerekir: Özellikle Alman toplumu gibi çok dinli ve çok kültürlü, kısacası çoğulcu bir toplumda, hangi dinȋ inanışa sahip olursa olsun anayasa gereği eşit haklara sahip olduğu kabul edilen bireylerin hiç bir konuda bir çekince söz konusu olmaksızın toplumsal yaşama katılımının sağlanması için, anayasal ilkelerin münhasıran (sadece) batı Hristiyan uygarlığının mirası olduğu iddiasına kesinlikle yer verilmemesi gerekir.
Bu çalışmanın birinci bölümünde Almanya’da geçerli olan sekülerlik (Säkularisierung) hakkında açıklamalarda bulunulduktan sonra, bu bölümde, başlıkta yer alan Laiklik İlkesi’nin Alman hukuk sisteminde benimsenmesinin olanağı araştırılacaktır. Bu bağlamda, her şeyden önce laiklik ilkesinin anlamı ve içeriği üzerinde kısaca durulması gerekir. Şöyle ki laiklik, en kısa ve yalın tanımıyla dünya işlerinin din işlerinden ayrı tutulmasıdır. Bunun doğal sonucu olarak ortaya çıkan olgu, dinin kamusal alanın dışında tutulmasıdır. Ne var ki bu olgu, laikliğin doğduğu ve geliştiği Fransa da dahil, laikliği bir siyasal ve hukuksal veri olarak kabul etmiş olan hiçbir ülkede tam olarak gerçekleştirilmiş değildir. Laiklik ilkesi (Fransa’daki deyimiyle laïcité), hukukçuların üzerinde görüş birliğine varmış olduğu gibi, esas itibariyle devletin dinler karşısında tarafsız ve saygılı davranma yükümlülüğünü (bu yükümlülük sadece laiklik ilkesinin değil, aynı zamanda sekülerlik ilkesinin de gereğidir) ve aynı zamanda dinsel inancın kişiselliğini içerir. Bu nedenledir ki laik bir devlet her hangi bir dinsel inancı ne malȋ bakımdan, ne de başka bakımlardan destekleyebilir. Dinȋ cemaatler kendi görevlerini devletin herhangi bir yardımı ya da desteği olmadan yerine getirmek zorundadırlar. Bu, laikliğin temel kuralı olduğu gibi, onu sekülerlikten ayıran bir olgudur da.
- Laikliğin iyice anlaşılabilmesi için onun doğduğu ülke olan Fransa’daki geçmişine ve gelişimine kısaca göz atılması gerekir. Fransa’da laikliğe ilk adım Napoléon Bonaparte ile Papa Pius arasında 1801 tarihinde yapılan bir sözleşme (Konkordat) ile atılmıştır. Bu sözleşmeyle Papa, katolik kilisesinin toplumsal yaşamın dışına çıkarılarak, dinin kişisel bir inanç kurumu olmasını kabul etmişti. Bununla da kalınmamış ve Papalık katoliklik dışında, protestanlığı, yahudiliği ve masonluğu da tanımıştır. “Laiklik ilkesi”nin geliştirilmesi sürecindeki ikinci ve en önemli aşama da doğum, evlenme ve ölüm gibi yaşam kesimlerinin kilisenin görev alanının dışına çıkarılması olmuştur.
Fransa’da laiklik ilkesinin Büyük Fransız ihtilalinden sonra ilan edilen Cumhuriyetle sıkı ilişkisi, 1870’te başlayan 3. Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde çıkarılan iki yasanın içerdiği kurallar günümüzde de varlığını korumaktadır. Bu kuralların laiklik ilkesinin temellerini oluşturması nedeniyle nelerden oluştuğunun gösterilmesi gerekir: Üçüncü Cumhuriyet döneminde kabul edilen söz konusu yasalar özellikle eğitimin laikleştirilmesi amacına yönelmiştir. Bu konuda iki önemli düzenleme karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri, din temsilcilerinin kamusal eğitim üst kurulundan çıkarılması, öteki de eğitimin laikleştirilmesidir. Bu ise okullarda din eğitiminin kaldırılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu yasaların hedefi çağdaş yurttaşlığın ancak dinsel etkilerden tümüyle arınmış bir sistemde gelişebileceği fikrinin yaygınlaştırılmasıydı. Bunun koşulu ise öğretimin öğrenciyi yurttaş niteliğine kavuşturmasıydı. Unutulmaması gereken bir önemli yasa da 1905 yılında kabul edilen “Devlet ve Kilisenin Ayrılığına İlişkin Yasa”dır. Genelde laikliğin temelini oluşturduğu sık sık ifade edilen yasa budur.
Öte yandan 4 Ekim 1958 tarihli Fransız Anayasası’nın 1. maddesinde “laiklik ilkesi” açıkça ifade edilmiştir. Bu ilkenin gereği devletle dinin ayrılığıdır. Bu nedenledir ki, Fransa’da‚ Almanya’dakinden farklı olarak, “kilise vergisi” bulunmadığı gibi, okullarda “din dersi” de yoktur. Ekleyelim ki Fransa’da roma-katolik kilisesine bağlı cemaat, halkın %50’ni oluşturmaktadır ve Fransız halkının çoğunluğunun dinsel inancı güçlüdür.
- Bütün bu bilgiler ışığında, Almanya’da “sekülerlik ilkesi” terkedilerek, yerine “laiklik ilkesi”nin benimsenmesi olanağının bulunup bulunmadığı sorusunun cevabı arandığı takdirde, her şeyden önce şu hususların işaretlenmesi gerekir:
Almanya’da seküler sistem hakkında yapılan bütün bu açıklamalara ilişkin olmak üzere bir de madalyanın arka yüzüne bakılması, bu konuda bazı gerçeklerin ortaya çıkarılması bakımından kaçınılmaz bir zorunluktur. Gerçekten, seküler sistemin güncel sorunları yakından incelendiği takdirde bu sistemin içerdiği bazı sapmaların görmezden gelinemeyecek kadar önem taşıdığı ortaya çıkar.
- Sözü edilen sapmalardan biri, Bonn Temel Yasası’nın 7. maddesinin 3. bendinde öngörüldüğü üzere, din dersinin laik (bekenntnisfreie) okullar dışındaki resmi okullarda okutulmasının zorunlu olmasıdır. Bu konu eyaletlerin anayasalarında ve yasalarında az çok farklılıklar göstermekle beraber (örneğin 1996 yılında Brandenburg eyaletinde din dersinin yerine tarafsız bir dünya görüşünü içeren “Hayat Bilgisi-Ahlak–Dinbilimi” /Lebensgestaltung-Ethik-Religionskunde/ dersi kondu) hepsinde din derslerinin zorunluluğu esası kabul edilmiş bulunmakla birlikte bu, katılımın zorunluluğu anlamına gelmemektedir. Öte yandan, din derslerinin malȋ yükünü devlet üstlenmektedir. Bu olgu, okullarda dinȋ eğitimin sağlanmasının bir devlet görevi, yani bir kamu hizmeti olarak kabul edilmiş bulunduğunu göstermektedir. Bu derslerin hem devletin, hem de dinsel cemaatlerin denetimi altında olduğunun gözden kaçırılmaması gerekir.
Ayrıca, Almanya’da üç milyonun üstünde Müslüman nüfusun yaşaması nedeniyle bunların çocuklarının da İslamȋ din derslerinden yararlandıklarını gözden uzak tutmamak gerekir. Bu sonuncular üzerindeki denetimin, söz konusu derslerin özellikle fundamentalist (kökdendinci) ve indoktrinasyon’a (beyin yıkamaya) açık bir nitelik taşımamasına yönelik olması gerektiğinin altının çizilmesi gerekir. Şunun da belirtilmesi gerekir ki, gene Bonn Temel Yasası’nın 7. maddesinin 2. bendine göre, çocuğun din dersine katılması konusunda karar vermek, terbiye hakkına sahip olanlara bırakılmıştır.
- Sekülerlik ilkesinden bir başka sapma da Kilise Vergisi’dir. Bonn Temel Yasası’nın, Weimar Anayasası’nına 137. maddesinin 6. bendine yollamada bulunan 140. maddesi, kamu hukuku tüzel kişisi niteliğini taşıyan dinȋ cemaatlerin kilise vergisi alma yetkisini ön görmektedir. Bu verginin, kişilerin katolik ya da protestan kilise cemaatine mensubiyetine göre, kamu hukuku tüzel kişisi niteliği taşıyan bu cemaat örgütlerince alınan bir vergi olmasına karşın, verginin tahsili devlete yüklenmiş bir ödevdir. Gerçi kişiler bu verginin mükellefi olmaktan kaçınabilir ve bu vergiyi ödemeyebilirler. Fakat bu takdirde kilise bu kişilere, ölüm halleri de dahil, hiçbir dinsel hizmet sunmak durumunda değildir. Kilise vergisi, sekülerlik açısından bizce ciddi bir sakıncayı içinde barındırmaktadır ki o da şudur: Bu vergi dolaylı bir biçimde, vergi mükellefini Hristiyanlığın hangi mezhebine mensup olduğunu açığa vurma zorunda bırakmaktadır. Bu ise, anayasanın yukarda sözü edilen 140. maddesinin yollamada bulunduğu Weimar Anayasası’nın 136. maddesinin 3. bendinde öngörülen “Hiç kimse dinȋ inancını açıklamakla yükümlü değildir” yolundaki hükme açıkça aykırıdır. Kilise vergisi, ayrıca anayasanın öngördüğü siyasal düzenin, yukarda da belirtilmiş olduğu gibi, dini temel öğe olarak kabul etmemesi ve kendi kimliğini dinde aramaması yolundaki ilkeye de aykırı bir durumu ortaya çıkardığını düşündürmektedir. Kilise vergisi Hristiyanlıkla öteki din cemaatleri arasında da bir farklılığı yaratması nedeniyle eşitlik kuralına da aykırı düşmektedir. Ekleyelim ki sözü edilen ilke kuramsal, yani soyut nitelikte bir ilke olmayıp anayasanın 140. maddesindeki düzenlemeden kaynaklanmaktadır. Şunun da işaretlenmesi gerekir ki, kilise vergisi Fransa’da, Holanda’da, Belçika’da, Norveç’te ve daha bir çok Avrupa Birliği ülkesinin hukuk düzeninde yer almamaktadır.
Konuya ilişkin olarak buraya kadar yapılan açıklamalar, kamu hukukunun içerdiği bir kavram olarak “sekülerlik”in anlamını ve bu prensipten sapmaların nelerden ibaret olduğunu açıklama amacını taşımakla birlikte, Almanya’da devletin, olumlu anlamda olsa dahi, dinsel alandaki müdahalelerinin “sekülerlik ilkesi” açısından özellikle ne gibi olumsuz sonuçlar yarattığını ortaya koymaktadır.
Sözü edilen olumsuzlukların, konuya ilişkin düzenlemelerde bazı değişiklikler yapılmasıyla giderilmeye çalışılması yerine, daha köktenci bir yaklaşımla “sekülerlik” kavramının terkedilmesi ve bunun yerine “laiklik” kavramının hukuk sistemine alınması yoluna gidilmesi daha doğru bir davranış olacaktır.
Laiklik ilkesinin hukuk düzenine alınması bağlamında, her şeyden önce dinsel dışavurumların (religiöse Manifestation) kamusal alan dışında bırakılması gerekir. Bu konuda, 1991 yılında Çinli ve Alman bir anne-babanın Bavyera’da Bruckmühl kasabasındaki bir okulun dersliğinde asılı bulunan ve Hazreti İsa’nın çarmıha gerili sembolünü de içeren haç işaretinin okulun öğrencisi olan 10 yaşındaki kızlarının negatif din özgürlüğünü zedelediği gerekçesiyle kaldırılması istemiyle başlayan hukuk uyuşmazlığının Federal Anayasa Mahkemesi’ne kadar gitmesi ve yüksek mahkemenin de davacıların istemlerinin haklı olduğu ve fakat bu konudaki kararın verilmesinin eyalet makamlarına (okul yönetimlerine) bırakılması yolundaki kararının hatırlatılması gerekir. Yüksek Mahkemenin dinsel dışa vurumun kamusal alan dışında bırakılması kuralına uygun düşen bu kararının Almanya’da laiklik ilkesinin kabulüne kapıyı aralayan bir karar niteliği taşıdığının ifade edilmesi gerekir. Ayrıca okullarda ve genel olarak kamu sektöründe dinsel dışavurumla ilişkili olmak üzere özellikle giyim kuşamda ideolojik ve dinsel simgelerin taşınmasının yasaklanması gerekir. Fransa’da kamusal alanda ve okullarda islami kıyafet (voil islamic), daha doğrusu başörtüsü (foulard islamic) sorun olmakta devam etmektedir. Özellikle kamusal alanda başörtüsü takılması, İslamın ataerkil yapısı ve cinsiyete dayalı boyun eğme olduğu iddiası gündemden düşmemektedir.
Son olarak işaretlenmelidir ki, Almanya’da laiklik ilkesinin kabulü ve hukuk düzenine yerleştirilebilmesi iki önemli faktöre bağlıdır: Birincisi din konusunda reform yapılması düşüncesinin yaygınlaştırılmasına çaba gösterilmesi; ikincisi de, 1949 Bonn Temel Yasası’nın 20. maddesinin 1. bendinde yer alan “Almanya Federal Cumhuriyeti, demokratik ve sosyal bir Federal Devlettir” ibaresineö, 1958 Fransız Anayasası’nın “Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir” yolundaki 1. maddesi olduğu gibi “laik” sözcüğünün eklenmesi.
Kuşkusuz ki Alman mevzuatında yapılması gereken değişiklik sadece bundan oluşmamaktadır. Gerçekten daha önce de açıklandığı gibi Bonn Anayasasının devletin resmi okullarında din derslerinin okutulmasına ilişkin 7. maddesi ile kilise vergisine ilişkin olmak üzere Weimar Anayasasının 136. maddesine yollamada bulunan 140 maddesinin ve bu konulara ilişkin yasal düzenlemelerin değiştirilmesi gerekmektedir. Ancak bu suretle “laiklik ilkesi” Alman hukuk düzeninde uygulama alanı bulabilir.
[1] Bu bağlamda bünyesinde islam cemaatine mensup 900 derneği barındıran Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB)’nin Türkiye’deki siyasal iktidarın uzantısı (verlängerter Arm) olduğu ve Almanya’daki Türk azınlığı üzerinde Türkiye’nin güncel politikasını etkili kılmaya çalıştığı iddiasıyla eleştirildiğine tanık olunmaktadır. Bkz. KAMANN,Matthias, Integration des Islam droht an Ditib zu scheitern, Welt 24, veröffentlicht am 06.08.2016. Alman siyasal partilerinin, Anayasaya aykırı bir siyasi kültürün propagandasını yaptığı iddia edilen DİTİB’den uzak durmaları gerektiğini ileri sürenler de vardır. Bkz. CHATSCHADORIAN Jaklin, DITIB, Antirassismus heucheln, Antisemitismus leben , Veröffentlicht am 07.09.2016.