Hasan Sönmez
Duisburg-Essen Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği
Yollar, kimilerine göre uzun, kimilerine göre doyamayacak kadar kısadır bu hayatta. Yollar, bazıları için hüzünlü ve elemli, bazıları için güzel ve neşeli.
Kader, insanı ulaşmak istediği menzile bazen gözyaşları eşliğinde ulaştırır. Fakat sonunda erişir insan varmak istediği noktaya, farkında olsa da olmasa da. Farkında olmayanların sorunu belki de hayata güzel bakamamalarıdır. Oysaki yaşam, güzel olmayan şeylere vakit ayıracak kadar uzun değil. Hayat dolu olmalı insan. Derde değil de, ‘‘Huzur ve mutluluğu nasıl bulabilirim veya nasıl güçlendirebilirim?” sorularına odaklanmalı. Güzel istekleri olmalı. Son nefesinde bile oğlundan bir tas saf ve tertemiz yoğurt istemeli örneğin. İsteyeceksin arkadaşım! Şöyle, oğlunun kucağına uzanıp “Oğlum bana yoğurt getirir misin?” diyeceksin.
Herkes çocuklarını çok sever elbette. Ama emin olun ki, çocuklar da ebeveynleri için, ebeveynlerin istedikleri o yoğurt için, binlerce kilometre uzağa gidebilirler ve giderler de.
O, güzel yanlarını görebiliyordu hayatın, güzel düşünüyor ve hayatından tat alıyordu. Güneş kendisine öyle güzel vuruyordu ki; o kocaman gölgesi bütün ailesini güneşin yakıcı sıcaklığından adeta kocaman bir çınar edasıyla koruyordu. Her kımıldayışında, güneş kendisini daha belirginleştirdiğinde, onu can kulağıyla dinleyen altı torunu ona „Dede kımıldama!“ diyorlardı ve buğulu gözleri en az güneş kadar parlıyordu. Oğlu çayları tazeliyor, diğer iki oğlu da eşlerinin yanında hikayenin devamını merakla bekliyorlardı. Çaylar geldi, kendisi derin bir nefes aldı, sağında oturan eşi elini sıkıca tuttu ve hayat hikayesini anlatmaya başladı.
Hayatının zor bir dönemiydi. Komutanının karşısında hissettiği yoksulluğun getirdiği mahcubiyet onu üzmüştü. Çünkü maddi sıkıntıdan dolayı diktirememişti onbaşı rütbesini omzuna. Komutanı rütbelerin neden dikilmediğini sorduğunda sadece boynunu büktü. Bu durumu farkeden Yüzbaşı ona rütmelerin dikilmesi emrinin yazılı olduğu bir kağıt verip, onu terziye gönderdi ve böylelikle rütbesi dikildi. Artık onun Onbaşı olduğunu bilmeyen askerler de, onu gördüklerinde Onbaşı olduğunu anlayabileceklerdi. 1962’de başladığı yirmi dört aylık askerlik döneminde unutamadığı en zor anılarından biriydi belki de bu anı Nazım Onbaşı‘nın. Ama artık bitmişti duvara çentik attığı günler. O koca yirmi dört ayı doldurmuştu. Yüzündeki tebessüm, belki de bundan sonra her şeyin her zamankinden daha güzel olacağının ümidini yansıtıyordu. Nazım, Usta Birliği‘ni İstanbul–Davutpaşa’da tamamladıktan sonra askerlikten dolayı ara vermek zorunda kaldığı fırıncılık mesleğine İstanbul‘da devam etti.
On altı yaşlarındaydı henüz, abisinin düğünü için geldiği İstanbul, onu da kendisine bağladığında. Dokumacılıkta ve İstanbul Teknik Üniversitesi‘nin motor laboratuvarında çalıştıktan sonra abisinin mesleği fırıncılığa el attı. Artık fırıncıydı Nazım. Zor şartlar ve yoksulluk, onu hayatı boyunca çalışıp para kazanmaya zorlamıştı. Fırında çalışırken iyi bir dönemi de olmuştu aslında. Kazandığı para yoksulluklarını gidermeye yetmese de, sokağın köşesindeki karpuzcudan en az haftada bir kere o şekerden tatlı karpuzlardan almayı ihmal etmezdi. Çok gençti henüz. Ve bu genç yaşta maddi sıkıntılar nedeniyle, doğduğu memleketi Ardahan – Beberek’ten İstanbul’a gelmek zorunda kalmıştı. Kim ister ki doğduğu şehri terk etmek! Ona da zor gelmişti elbette. Ama belki de annesinin isteğini gerçekleştirmek için mecburdu buna. Hayat çok zordu. Etrafındaki arkadaşları daha iyi bir iş ve para kazanma olanakları sebebiyle devlet kanalıyla bir bir Almanya’ya gidiyorlardı. Amaçları, Almanya’da para kazanıp tekrar vatana dönmekti. Bu düşünce, Nazım’ı da meşgul etmeye başlamıştı. Sanki herkes Almanya’ya gitmek için sıra bekliyordu. Ve sıra abisindeydi. 1964‘te abisi Kazım da Almanya’ya gitti. Fakat Nazım, içinde bulunduğu koşullara dayanmak, daha çok çalışıp damla damla da olsa hayattan zevk almak istiyordu. Çünkü biliyordu ki; o hayat bardağından yudum yudum su içmek isteyenler Almanya’ya gidip gurbet suyundan içmişlerdi. Ona zor geliyordu. O zaten gurbetteydi. Doğup büyüdüğü memleketi Ardahan’dan vazgeçmek zorunda kalmıştı. Ve gurbetin gurbetini yaşamaya henüz hazır hissetmiyordu kendisini.
Yıllar geçti… Abisi Almanya’ya gideli tam beş sene olmuştu. Ve bir kanun çıktı; Almanya’da yaşayanlar, yakınlarını Almanya’ya getirebileceklerdi artık. Abisi de Nazım‘ı istemişti yanına. Ve böylelikle bir yol ayrımına daha geldi Nazım. Bir yanda gurbet, bir yanda ise vatan. Gurbet daha iyi olanaklar, iş ve para demekti ve yoksulluğun sonuydu belki de. Vatan ise ana kucağı demekti. Hayatı boyunca iş için, ailesi için oradan oraya koşturan birisi nasıl doğru bir seçim yapabilir ki? Ne yapacaktı şimdi Nazım? Neyi seçecekti? Ana kucağını terk etmek o kadar kolay değildi ki! Her şey, bir bir gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti bir gece. Babasının, evlatları, yuvası için çabalayışı; kendisinin on kuruş kazanıp aileye faydalı olmak için yıpranışı. Sonra annesi geldi aklına. Annesinin o isteği. Gözünü kapattı ve kararını verdi. Toplamıştı bavulunu. Gitmek için her şey hazırdı. Bir kez daha kapadı gözlerini. Ve tarih 1969 senesinin Haziran ayını bir mıh gibi kaydetti yaşantısına. İstanbul, Nazım’ı artık Almanya’ya teslim etmişti. Tek düşüncesi vardı, o da Almanya’da daha iyi maddi olanaklara kavuşunca Türkiye’ye dönüp bir market veya manav dükkanı açmaktı. Sadece onun değil, Almanya’ya giden herkesin masum bir hayali vardı tabii ki. İnsanın hayalleri uğruna çaba göstermesi, değerleri uğruna bir savaşım vermesi bir bahar çiçeğinin karanlıklarda açıp, çevreye güzel kokular saçarak gönülleri ferahlatmasına benzetilebilir. O da bu tercihle, her ne kadar zor olsa da, ailesinin gönlünü, babasının gönlünü ferahlatmak istedi belki de. Gurbet, elbette bir gün son bulacaktı. Atika, Kaldewei gibi firmalarda çalıştıktan sonra, en sonunda küreği madene vurmuştu o da. Küreği madene her vurduğunda yüzünün kapkara olması, sağlığından bir parça vermesi kaçınılmazdı. Geliri iyi olan bir işi vardı artık. Para biriktirmeye başlamıştı bile. Ve yaşı da kemale ermişti. Almanya’ya geleli henüz bir sene olmuştu ki, Türkiye’ye gitti. Bekar olarak gittiği Türkiye’den evli olarak geri döndü Nazım. O dönemler işçi yurdunda kalan Nazım, eşini getirtebilmek için ev istemişti işyerinden. Fakat bu isteği kabul edilmedi. Tartıştı işverenlerle. Ve bu tartışmanın sonunda işten çıkarıldı. Ama o dönemlerde her yerde iş olanağı olduğu için işini kaybetmesi etkilemedi Nazım’ı. Zaten bir süre sonra işe geri alındı ve bir yuvanın temelinin atılacağı ev de verildi kendisine. Nazım, eşini böylelikle Almanya’ya getirdi. Eşinin gelmesinin hemen ardından, 1975’te, abisi göç misyonunu tamamlayarak İstanbul’a geri döndü.
Aradan beş sene geçer. Nazım, her zamanki gibi kömürden dolayı sadece gözleri tanınır bir halde, işten eve gelir bir gün. Temizlenip yemeğini yedikten sonra o kara uykuya dalar. Bir rüya görür. Rüyasında evinin zili çalmıştır. Nazım, kapı otomatiğine basar. Bir süre bekler, fakat kimse gelmez. Meraklanıp cama yönelir ve tertemiz nur yüzüyle cama doğru bakan babasını görür. Nazım „Baba, buyursana eve, neden orada duruyorsun,?“ diye sorar, fakat babasından cevap alamaz. Bir telgraf haberiyle uykusundan uyanır aniden. Aldığı haber kömürün karasından daha da karadır. Babası Osman vefat etmiştir. Bir insanın, gurbetin gurbetinde, anneden ve babadan çok uzakta ve ‚‘‘tek başınayken‘‘ babasını son kez rüyasında görmesi ve sonra babasının vefat haberini alması. Bu gurbet mi, yoksa gurbetten daha öte bir şey mi!? Tutunacağı tek dal, o güzel ve küçük yuvası.
Gözyaşı silmekten çaylar yudumlanamıyordu. Gözler dolmuş, derin bir sessizlik hakim olmuştu havaya. Herkes duygusallaşmıştı. Kimseden çıt ses çıkmıyordu. Herkes anlatılanlardan çok etkilenmiş, sükut içinde dinliyordu. Sessizlik, küçük kızın sesiyle bozuldu. Küçük torunu Gamze’ydi sessizliğin bağrına hançer sokan. Dedesine „Dede, anneanne neredeydi“ diye sordu. Dedesinin yanağından bir damla yaş daha süzüldü. Almanya’ya gelirken zor bir göç yaşamıştı. Fakat en zor göç, ilk ve gerçek yüzünü Türkiye’de küçük yaşlarında göstermişti. Zorlukla da olsa bir kez daha derin bir nefes aldı ve hayat hikayesini sürdürdü.
Nazım, köyünden İstanbul’a ilk geldiğinde abisinin iki göz odalı gecekondusunda kalmaya başlar. Fırında çalıştığı dönemlerde anne ve babası henüz köylerinde yaşamaktaydılar. Bir süre sonra onlar da ekonomik sıkıntılardan ve iş nedenlerinden dolayı İstanbul’a göç etmek zorunda kaldılar. Çünkü köylerinde ne iş vardı, ne de ekilen ürünler iyi yetişiyordu köylerinde. İstanbul’a geldiler. Ve onlar da oğullarının küçük gecekondusuna yerleştiler. Bir süre sonra İzmir’in İznik ilçesine çalışmaya gider Nazım. Çalıştığı fırın kapanmıştır çünkü. Bu sırada Nazım’ın yengesiyle iyi geçinemeyen annesi rahatsızlanıp hastaneye kaldırılır. Bu yüzden Nazım‘ın tekrar İstanbul’a, annesinin yanına dönmesi gerekir. İstanbul’a döndükten sonra, korkudan ameliyat olmak istemeyen annesini, onun isteği üzerine Kars’a kardeşlerinin yanına götürmeye hazırlanır. Safiye babaanne kardeşlerini görmek istemiştir dünya gözüyle. Belki de son kez. Mevsim saatinin yelkovanının kışa doğru yöneldiği bir zamanda Nazım annesini Kars’a götürür. Babası ise, çalıştığı için onlarla gitmez. Osman dede tren garında eşine ve oğluna şöyle seslenir son kez: „Allah’a emanet olun iki gözüm! Güle güle gidin ve güle güle gelin!“ der ve iki gözünden iki damla yaş süzülür. Allah’a emanet etmişti onları ve ‘‘Güle güle gidin!‘‘ demişti ama gülmüyordu hiç kimsenin yüzü, ne gidenlerin ne de kalanın. Buruk ve yaşlı bir yüz ifadesi vardı herkeste. Bu asla bir veda değildi. Çünkü herkes sevdiğiyle er ya da geç buluşacaktı bir gün. Ve tren kalktı. Zorlu yolculuk başladı. Bu zorlu yolculuğun ardından Nazım ve annesi Kars’taki dayısının yanına vardılar. Safiye babaanne kavuşmuştu kardeşlerine. Kardeşleriyle buluştuğunda, şeffaf gözyaşları yüzündeki o güzel çizgilerde başlamıştı konaklamaya. Günler geçmişti ve Safiye babaanne hala rahatsızdı. 17 – 18 yaşlarındaki Nazım ise annesinin bir dediğini iki etmiyor, her isteğini yerine getirmeye çalışıyordu. Gün geçtikçe, köy halkı ve çevredeki insanlar, nedendir bilinmez, bu misafirlikten rahatsız olmaya başlamışlardı. Nazım, annesine bu üzüntüyü yaşatmadan, annesiyle köyden ayrılıp İstanbul’a dönmeye karar verir. Ertesi gün toparlanıp kızaklarla tren garına gelirler. Fakat trene yetişemezler. Hava iyiden iyiye soğumuştur. Annesi oğluna „Oğlum ayaklarım üşüdü. Ayaklarıma bir şey örter misin?“ diye ricada bulunur. Nazım daha annesi sözünü bitirmeden annesinin ayaklarını sıkıca sarar. Ve böylelikle o çok değerli anne duasını alır. Velhasıl treni kaçırdıları için köyde bir gün daha geçirmek zorunda kalmışlardır. Belki de annesi doyamamıştı kardeşlerine ve kader, annesini bir gün daha kardeşlerinin yanında tuttu. Su gibi akıp giden zaman bir sonraki güne gelmişti bile. Tekrar kızaklara binip tren garına gelirler. Tren garına giden yolda annesi fenalaşır. Nazım ve akrabaları annesinin başında Kuran okumaya başlarlar. Annesi gözlerini açar ve başında Kuran okunduğunu görünce oğluna: „Ne oluyor oğlum? Ben ölüyor muyum ki başımda Kuran okuyorsunuz?“ der masum bir tebessümle. Zorlukla tren garına ulaşıp ana oğul İstanbul’a dönmek için o kara trene adımlarını atarlar. Safiye babaanne trende oğlunun kucağında yatar ve yolculuk bu şekilde başlar. Onlara sonradan yanlarına gelen bir yolcu eşlik eder. Nazım ve yolcu sohbet ederler. Ama Nazım, gözünü bir an olsun annesinden ayırmaz. Aklı, gözü ve kulağı hep ondadır. Tren Sivas’ta mola verir. Safiye babaanne uyanır, gözlerini açınca ilk olarak oğlunu görür. Duygulandırır bu Safiye babaanneyi. Oğlunun kucağında ondan bir isteği olur: „Oğlum, şimdi yoğurt olsa yerim!“. Nazım’ın aklına ağlamaklı bir vaziyette, o zamanlar dilden dile dolaşan ‚‘‘yoğurt yedi de, öyle vefat etti‘‘ deyimi gelmiştir. Annesinin bu isteğini yerine getirmek için apar topar fırlar trenden. Sivas tren garındaki yan yana dizili dükkanlara yoğurt sorar, ancak durumu anlattığı halde parası olmadığı için yoğurt alamaz. Hem çaresizce koşar, hem de ağlar. En sonunda bir dükkanda, tası geri getirmek şartıyla bir kase yoğurt bulur. Yoğurda su katar, içine ekmek doğrar ve bunu annesine elleriyle yedirir. Tası dükkana geri verdikten sonra annesiyle tren yolculuğuna devam eder. Kucağında yatan annesi sessiz sedasız tekrar derin bir uykuya dalar. Kendisinin de içi geçen ve gözlerini yuman Nazım, annesinin şöyle bir silkelenmesiyle uyanır. Annesine bakar. Sesi soluğu kesilmiştir. Ayakları üşüdüğünde örttüğü, onu bir an olsun yalnız bırakmadığı ve son nefesinde bile isteğini yaptığı oğluna dua ederek, oğlunun kucağında ruhunu Azrail’e teslim etmiştir. Nazım, annesinin naaşı Kırklareli’de toprağa verilmeden önce, ona son bir kez bakar. Gözyaşlarını tutamaz. Annesini toprağa verdikten sonra tek başına İstanbul’a döner. Bu yolculuk, Nazım’ın hayatı boyunca sol yanında bir yara olarak taşıdığı bir göç hikayesidir. İstanbul‘a döndükten sonra babası ve abisi Safiye babaanneyi sorarlar Nazım’a. Nazım onu Kırklareli’de defnettiklerini söyleyince babası içlenir ve bir „ah“ çeker.
Kim bilir, dedem bunca yolu belki de o bir tas yoğurt için geldi. O annesi ve babasıyla birlikteyken yollar çok kısa geliyordu ona. Artık ulaşmak istediği her menzil anne ve babadan uzak. Onlarla birlikteyken yollar hem hüzünlüydü, hem de onların isteklerini gerçekleştirebildiği için neşeliydi. Tek isteği anne ve babasının gönüllerini yapmak ve faydalı olmaktı. O yüzden yürüdü daima uzak veya yakın demeden. Türkiye’den Almanya’ya geldi bir tas saf ve tertemiz yoğurt için. Kader onu burada tuttu ve ona güzel bir aile verdi, yuvasını kurdu. Çocukları, hatta torunları oldu. Anne ve babasını unutmadı elbette, ama ‘‘Vardır bir hayır!‘‘ diyerek hayata hep güzel baktı. Hayatı boyunca gözlerinden yaş geldi elbette, ama hiçbir zaman kan ağlamadı. Güzel bakmaya ve güzel görmeye çalıştı. Bu yüzden şu dörtlüyü hep gönlünün bir köşesinde tuttu.
Gözlerine ne oldu ki yaş yerine kan gelir
Ayıl desem gönlüme artar gam-u alemi