*”Savaş siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır.”
Clausewitz
İster toplumda ister doğada olsun, hiçbir olay onu yaratan koşullardan bağımsız olarak yorumlanamaz ve anlaşılamaz. Nasıl ki yağmurun yağması nesnel bir durumsa ve bilimle açıklanabiliyorsa, “ifade özgürlüğü” de pekala onu şekillendiren, dolayısıyla onu dile getiren toplumsal çıkarlarla açıklanabilir.
Charlie Hebdo çizerlerinin Muhammed karikatürlerini yayınladıkları için radikal İslamcılar tarafından öldürülmesiyle “ifade özgürlüğü” bir daha gündem konusu olmuştur. Kimilerine göre bu karikatürler “ifade özgürlüğü” kapsamında görülmüş, kimilerine göreyse aşağılama ve provokasyon olarak algılanmıştır.
Basında taraflar arasında polemikler başgöstermiş ve çifte standart yapıldığını göstermek amacıyla örnekler sıralanmıştır. Charlie Hebdo’nun 2008’de makalesi antisemit bulunduğu için işten atılan Muarice Sinet bu çifte standardın bir örneği olarak tartışılmıştır. Bir diğer tartışmalı örnek ise Muhammed karikatürlerini ilk kez yayınlayan Jyllands Posten’in, İran’da Yahudi Soykırımı üzerine yapılan karikatürleri antisemitist ve provokatif olduğu gerekçesiyle, söz verdiği halde, yayınlamamasıdır.
Sorun “ifade özgürlüğünü” veya “sınırlarını” tartışmak değildir. Bunlar ayrı bir platform gerektirir. Sorun burada “ifade özgürlüğü” kapsamına alınan bir olayın hangi siyasetin hangi araçlarla devamı olduğunu saptamaktır.
Nitekim olay, kökeni Danimarka’ya dayanan 2005 tarihli karikatür krizi ve kullanılan araç da mizahtır. Genelde mizahta şu geçerlidir: Üsttekilerin lehine alttakilere gülünmez! Örneğin yukarıdaysanız aşağıda ekmek bulamayanlara Marie Antoinette gibi pasta yemelerini öneremezsiniz. Ezmek şakaya gelmez. Ezenin mizahı tarih kütüphanesinin “komedi” değil, “trajedi” raflarında yer alır. Öyleyse burada hala yanıt arayan soru, karikatürlerin çıktığı 2005’te dünya siyasetini neyin belirlediğidir. 2005, dünya kamuoyunu ikiye bölen ünlü Irak savaşının en çatışmalı yıllarıdır.
11 Eylül saldırılarının ardından Orta Doğu’nun “demokratikleştirilme” sürecine Afganistan’dan başlanmıştır. Aralarında Danimarka’nın da bulunduğu savaş isteklileri koalisyonu İslamcılara destek verdiği iddia edilen Irak’a saldırmış, demokrasinin İran, Kuzey Kore, Küba, Suriye gibi ülkelere de getirileceği beyan edilmiştir.
Öyleyse bu ülkelerin anti-demokrat olduğunu kanıtlamak gerekiyordu ve sağcılar açısından iç politikada kendi ellerini güçlendirmek için safları sıkılaştırmanın bir yöntemi de bulunmuş oluyordu. Avrupa’da İslam üzerinden entegrasyon tartışmalarının başladığı dönem bu tarihle çakışmıştır. Medeniyetler çatışması ekseninde İslam’ın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı tartışılmış ve “ifade özgürlüğü”, ulusal kökenleri ve kültürleri yok sayılan ve homojen bir Müslüman topluluk olarak gösterilen bir grubun adeta demokrasi sınavına tabi tutulmasının aracı haline getirilmiştir:
Töre cinayetleri, Baden-Württemberg vatandaşlık sınavlarında kullanılan provokatif sorular, Amerikalı bir pastörün Kuran yakacağını ilan etmesi, Afganistan’da Amerikan askerlerinin Kuran yaktığı iddiası, İtalyan sağcı Kuzey Birliği üyelerinin Müslümanlara karşı (cami önlerinde) domuz etli mangal partileri düzenlemeleri, 2004’te Hollanda’da Theo Van Gogh’un Submission filmi, aynı ülkede Geert Wilders’in Kuran’ı Hitlerin “Kavgam” kitabıyla bir tutması, feministlerin kadın hakkları çerçevesinde ataerkil, Müslüman maço erkeklerle hesaplaşması, Alice Schwarzer’in İslam’ı faşizmle bir tutması, 2006’da Papa 16. Benedikt’in Regensburg Üniversitesi’nde yaptığı konuşma (Hıristyanların ruhani lideri Bizans İmparatoru Manuel II Paleologos’un Muhammed’in kötü, insafsız ve kılıç sevdalısı olduğu sözlerine gönderme yapması)… Tüm bu olaylar tepki verileceği hesaplanarak çıkarılmıştır. Bu “ifade özgürlüğü” operasyonuna maruz kalanların çoğu “ama İslam şiddet dini değil” diyerek kendilerini savunmaya çalışırken, radikalleşen kesim eyleme geçmiştir.
2001 sonrası Orta Doğu politikaları yaklaşık on yıl süren bir dönemi tanımlar ve elbette bu dönemde yaşananların tümünü kapsar. Dolayısıyla tartışmaların nesnesi olan karikatürler yaşanmışlar arasında sadece bir olaydır, asla yalıtık değildir ve kuşkusuz en etkili olaylardan biridir.
Polemikler, zorla evlilik, töre cinayetleri ve yukarıda salt bir kesiti verilebilen olayların bütünü genel görüntüyü yansıtır. İfade özgürlüğü olarak deklare edilen olaylar, Batı’nın saldırgan Orta Doğu siyasetinin ve göçmen karşıtı politikalarının bir aracı olduğu için, aslında ifade özgürlüğünün arkasına gizlenerek onu suistimal etmiş, kirletmiş sağ güdümlü olaylardır.
Front National’den Lega Nord’a, günümüzün PEGİDA’sından (Charlie Heb- do PEGİDA tarafından kullanılmak istemediğini yazılı olarak kamuoyuna bildirmiştir), Geert Wilders’in ya da Avusturyalı Haider’in partisine kadar Avrupa’nın tüm sağcıları, tarihte kendi ideolojilerine karşı yürütülen savaşımla kazanılan bu hakları siper yaparak, Müslüman kovalamaca oynamışlardır ve etkili de olmuşlardır. Söz konusu kesim tarihte başkalarını da takibe almıştır ve yeni hedefler bulmaktan da geri kalmayacaktır.
Hiç unutulmaması gerekir ki, Avrupa’nın sağcıları yayılmacı milliyetçiliği temsil eder, hangi zayıf grupları hedef edinmiş olurlarsa olsunlar, dünya savaşlarında er ya da geç birbirinin üzerine çullanmışlardır, aralarında ki derin çatlaklar henüz arka planda tu tulabilmektedir. Hepsi de AB karşıtıdır mesela, finans krizi nedeniyle en çok aşağılanan da ne yazık ki Yunanistan olmuştur, yani Avrupa uygarlığının beşiği.
Charlie Hebdo, farklı amaçlarla çizilen karikatürleri yayınlamayı basın ve ifade özgürlüğünü savunmak olarak görmüştür ve elbette böyle bir yaklaşım sergileyebilir, ifade özgürlüğünün asıl geçerli olduğu yer de zira bu noktadır. Onlar İslam düşmanı olmadıklarını anlatmaya çaba göstermişlerdir.
Muhammed çizimlerine Orta Doğu tarihinde de rastlandığına Türkiye basınında bir süre önce yer verildi. Krize neden olan karikatürlerse Orta Doğu’yu kana bulayanların “aşağıdan” duyulan gülüşmeleriydi. Olan karikatürlere farklı bir pencereden, ifade özgürlüğü penceresinden baktığını anlatmaya çalışan Charlie Hebdo çizerlerine olmuştur.