Prof. Dr. Gudrun Hentges | Fulda Yüksekokulu
Son yılların entegrasyon tartışmalarını anımsadığımızda, yoğun tartışma ve göç politikalarında yaşanan hareketlilik döneminin ardından, kısmen durgunlukla karakterize olunan bir sürece girdiğimiz açıkça görülebilir.
Göç yasasının yürürlüğe girmesiyle dil ve giriş kurslarından oluşan entegrasyon kursları kapsamlı ölçüde verilmeye başlandı. 2005’ten bu yana bu tarzda 78.855 kurs açıldı. Aynı dönemde 1.036.651 yeni ve eski göçmen – gönüllü ya da zorunlu olarak – bu entegrasyon kurslarına başladı . Bu bağlamda göçmenlerin toplumsal entegrasyonu sorusu hararetle tartışıldı: Entegrasyon sürecinde Almanca ediniminin rolü nedir? Alman tarihi ve kültürünün önemi nedir; Federal Almanya siyasi sisteminin bilinmesi neden önemli? Entegrasyon kursları toplumsal entegrasyona nasıl bir katı sunabilir? Entegrasyon kavramının arkasında hangi farklı boyutlar gizli? Entegrasyon kavramı kullanılmaya devam edilmeli midir? Entegrasyon kavramı daima olumsuz bir bakış açısı içermiyor mu? Entegrasyon ile içselleme kavramlarının birbiriyle ilişkisi nedir? Entegrasyon “toplumsal yaşamın temel alanlarına katılımı olabildiğince sağlamak” olarak kavrandığında bunun somut anlamı nedir? ”.
“Alman Entegrasyon ve Göç Vakıfları Bilirkişi Konseyi’nin” (SVR) 2014 tarihli yıllık bilirkişi raporu oldukça çelişkili bir değerlendirmede bulunuyor: Buna göre Federal Almanya’nın, bir yandan 2005’te yürürlüğe giren göç yasasıyla “göçün etkin yönetimine” başladığı ve AB’nin yüksek nitelikliler genelgesini uygulamaya sokarak, “göçün engellenmesinden göçün desteklenmesi doğrultusunda keskin bir siyasi değişikliği gerçekleştirdiği ” belirtiliyor. Öte yandan “göç politikalarında bir kusur” saptanabildiğine yer veriliyor: Buna göre özellikle yeni AB üye ülkelerinden kaynaklanan yönetilemeyen göç dikkate alındığında, “göç politikalarında toplu bir strateji”nin eksikliği ortaya çıkıyor. SVR bu nedenle söz konusu alandaki yerleşik siyasi aktörleri (Federal Çalışma ve Sosyal Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Federal Göç ve Mülteciler Dairesi), bu alandaki yeni aktörlerle – üniversiteler ve büyük şirketler – bir araya getirecek bir “Ulusal Göç Eylem Planı” (NAM) oluşturulmasını talep ediyor. Dolayısıyla yerleşik ve yeni aktörler arasında “göç politikalarında toplu bir strateji” geliştirilmek zorunda.
Yıllık bilirkişi raporuna göre özellikle eğitim alanında sınırlı ilerlemeler kaydedildi. “Bu öncelikli olarak okul sisteminin son beş yılda neredeyse hiç değişmeyen geçişkenliğini, öğrencilere bireysel destek verilmesini ve onların çoktürelliğinin (heterogen) öğretmen eğitiminde dikkate alınmasını ilgilendiriyor ”.
Bilirkişi Konseyi vatandaşlık yasasının reformu alanında “yitirilen fırsatlar” saptıyor. Hükümet programı “Almanya’da doğan ve büyüyen yabancı çocukları için seçme modelini” kaldırmayı öngörüyordu. 2014’te sunulan yasa tasarısı yalnızca ebeveynleri Alman olmayan ve Almanya’da doğup büyümüş, Almanya’yla sıkı bağlar geliştiren çocukları ilgilendiriyor. Bu grup için birden fazla ülkenin vatandaşı olmalarına katlanılması ve seçme zorunluluğunun kaldırılması düşünülüyor. Başka sosyal grupların vatandaşlığa alınması konusunda ise Federal Hükümet çifte vatandaşlığın engellenmesinden vazgeçmiyor .
Bilirkişi Konseyi’nin diğer bir talebi “göç kökenli ve göç kökenli olmayan insanların iş piyasasına daha iyi entegre edilmeleri ” ile ilgili. Bu alanda her ne kadar – yurtdışında edinilen niteliklerin kabul edilmesi yasasının onaylanmasıyla – ilerleme kaydedilmiş olsa da, bu yasanın eyaletlerde yasalaşmasının çok yavaş ilerlemesi ve ek vasıflandırma kapasitelerinin yetersiz olması eleştiriliyor. Bu amaçla, okuldan ya da çıraklık eğitiminden iş piyasasına ilk geçişlerin düzeltilmesi için ek çalışmalar gerektiği belirtiliyor. SVR’e göre okuldan mesleğe geçiş “meslek hayatında yapısal bir kırılma noktasıdır”. Son yıllarda göç ve entegrasyon araştırmacılarının ortaya koyduğu bulguların çok gerisinde kalan, göç ve entegrasyon konulu sözde bilgilendirici kitaplar ya da yergiler yayımlandı. Popüler bilimciler yapıcı tartışmaları ileri taşımak istemiyor, aksine önyargı ve öfkeleri canlandırmak ve ırkçılığı yaymak istiyordu. Hatta bazı yazılar bir nefret söyleminin (hate speech) tüm koşullarını yerine getiriyordu.
Aşağıda iki yazara, Thilo Sarrazin ve Akif Pirinçci’ye yoğunlaşmak istiyorum ve yazılarının – birkaç farklılığa rağmen – çok sayıda paralellik içerdiğini göstereceğim.
Thilo Sarrazin 2010’da Deutsche Verlags-Anstalt yayınevinin yayımladığı “Almanya Kendini Yok Ediyor” kitabının yazarıdır. Akif Pirinçci “Almanya Çıldırmış Olmalı. Kadınlar, Eşcinseller ve Göçmenlerle İlgili Çılgın Kült”. Bu yergi Mart 2014’te Manuscriptum Yayınevi’nin “Lichtschlag in der Edition Sonderwege” dizisinde yayımlandı. André F. Lichtschlag, aynı zamanda “eigentümlich frei” adlı pazar radikalizmi odaklı derginin yayımcısıdır, radikal özgürlükçüler ile ulusal muhafazakar güçlerin birliğini hedefliyor ve Karin Priester’e göre aşırı sağa yakınlık gösteriyor .
Yüksek Basım Oranı –
Büyük Yaygınlık Düzeyi
Her iki yazarın ortak yanı kitaplarının yüksek oranda basılmış olmasıdır; ve her iki kitap da haftalarca en iyi satanlar listesinde yer almıştır. Sarazzin’in kitabı Federal Almanya’nın kuruluşundan bu yana en çok satılan bilgilendirici kitaplar arasında yer alıyor. Ocak 2012 tarihine kadar 1,5 milyon kitap satıldı. Pirinçci’nin kitabı birkaç gün içinde tükenmişti, şu ana kadar 4 baskısı yapıldı ve yarım milyon kez satıldı . Nisan 2014’te “tartışma kitabı” ve “listeye yeni ve en önde giren kitap” olarak, en çok satan bilgilendirici/ciltli kitap listesinde 3. sırada yer aldı. Mayıs sonu Spiegel-Online’nın bilgilendirici kitap kategorisinde 4. sıradaydı.
Müslüman Karşıtı Irkçılık
Her iki yazarların bir diğer ortak yönü, düşman imgesi olarak yapılandırılan İslam’ı konu edinmeleridir: Sarrazin kitabında Müslüman göçmenlerin zeka düzeylerinin daha düşük olduğu ve bu nedenle – Müslüman göçü sonucu – Federal Almanya nüfusunun dejenere olduğu tezini savunuyor.
Pirinçci farklı bir şey söylemiyor: İslam’da erkekler eşlerini seçtiğinden, – Pirinçci’ye göre – bir bozulma yaşanıyor: “İslam ideolojisi her şeyden önce ve özellikle cinsiyetler arasındaki doğal seçilime müdahale ettiğinden ve bir tür karşı evrim işlevi gördüğünden, zeka artışı süreci gelecek kuşaklarda frenleniyor ve hatta durdurulma noktasına getiriliyor”. Böylece Müslüman kadınlar – Pirinçci’ye göre – adeta “çuvalı, içinde ne olduğunu bilmeden” alıyor. Bunun sonucu – gerek Sarrazin gerek Pirinçci’ye göre – şudur: Müslüman azınlık ya da Müslüman göçü Federal Almanya için bir tehlikedir. Almanya varolmak istiyorsa göç durdurulmalı, bir diğer ifadeyle söz konusu gruba yapılan devlet yardımları geniş ölçüde kısıtlanmalıdır. Almanya’da yaşayan göçmenler yurtdışı edilmelidir.
Yahudi Zekasına, Yahudi Yaratıcı
Ruha, Yahudi Yeteneklere Odaklanmak
Ortak bir diğer yönleri Yahudi grubun adını mutlaka anmaları ve olumlayarak Müslümanlardan daha yukarıda görmeleridir. Sarrazin “Türklere” ve “Kosovalılara” yüksek doğum oranlarıyla Almanya’yı fethettikleri suçlamasında bulunurken, Doğu Avrupalı Yahudi grubu bu tehlikenin dışında tutuyor. Ve aksine: Olumlu bir senaryo da çiziyor: Almanya’nın yüksek doğum oranlarıyla fethedilmesi – Sarrazin’den alıntı – “hoşuma giderdi, tabi bunu yapan, zeka düzeyleri Alman toplumunun zeka düzeyinden yüzde 15 daha yüksek olan Doğu Avrupalı Yahudiler olursa. Entegrasyon borcunu kabul etmeyen toplumsal gruplardan böyle birşey istemiyorum”.
Akif Pirinçci de konuyu Yahudilerin (sözde) daha yüksek zeka düzeylerine bağlıyor: Batı’da yapılan (“beyaz ve Yahudi adam” ) ve ihraç edilen teknik ve tıptaki buluşları dışarıda bıraktığımızda, “Müslümanlar için bir doğal koruma bölgesi oluşturmak gerekirdi”, çünkü beyaz ve Yahudi adamın buluşları olmasaydı nesilleri tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olurdu.
Pirinçci’nin Yahudi olmaya odaklanması “Yahudi ajanları”, “Yahudi senaryo yazarlarını” ve “Yahudi avukatları” da kapsıyor: ABD’nde birine cinayetten dava açılmışsa, Pirinçci’ye göre, Yahudi bir avukat bulmak gerekiyormuş: “Mahkemeyi garanti suçsuz biri olarak terk edersizin”. Bu fenomen için şöyle bir açıklama getiriyor: “(…) dışlanmış bir etnik topluluk, olağanüstü çabalarla içinde bulunduğu durumu anlamsızlaştırarak, kendini kuşkusuz bu lanetli durumdan kurtarabilir ”.
Cinsiyetler Arası İlişkiler,
Anti-feminizm, Kadınlar ve Seksizm
Gerek Sarrazin gerek Pirinçci kadınlara nüfus politikası bakış açısıyla yaklaşıyor. Sarrazin Alman ve Müslüman kadınların çoğalma eğilimleriyle ilgileniyor. Kadınların sergilediği tutum, ne zaman evlendikleri, kaç çocuk yaptıkları – bunların tümü Sarrazin’e göre Federal Almanya’da nüfus gelişimi için ve Almanların ortalama zeka düzeyinin gelişiminde belirleyici konular. Şöyle bir talepte bulunuyor: 30 yaşına girmeden dünyaya bir çocuk getiren ve yükseköğrenimini tamamlamış akademisyenler ikramiyeyle ödüllendirilsin.
Pirinçci de kadınların çoğalma tutumları ve eş seçimlerinin toplumun zeka düzeyini belirlediğinden hareket ediyor. Dolayısıyla kadınlar eşlerini kendileri seçtiğinde, bu, zeka düzeyinin artmasını beraberinde getiriyor. Buna karşın – İslam’da olduğu gibi – erkekler eşlerini seçtiğinde, bu, zeka düzeyi ortalamasının bozulmasına yol açıyor.
Siyasi Doğruculuk Kurbanları
Sarrazin ve Pirinçci’nin diğer ortak yönü görüşleriyle kutyasakları (tabu) kırdıklarını, dikte edilen siyasi doğruculuğu dikkate almamak zorunda olduklarını, görüş diktatörlüğüne maruz kaldıklarını ve “erdem terörünün” bir kurbanı olduklarını – adeta tespih çeker gibi – tekrarlamalarıdır. Dolayısıyla bu iki başarılı yazar kendini gerçeği söyleyebilmek için zor engelleri aşmaları gereken kişiler olarak sahneliyor.
Neo-liberal Politikaları Savunmak
Refah devletinin keskin birer karşıtı olmaları yazarların diğer bir ortak paydasını oluşturuyor. Vergi ve harçların yüksek olmasını eleştiriyor ve devlet yardımlarının (İşsizlik Ödeneği I ve II) büyük ölçüde kısıtlanması ya da tümüyle kaldırılmasını savunuyorlar. Böylelikle neoliberal ekonomik modellere sempati duyuyorlar.
Sarrazin 1973’ten bu yana SPD üyesi, Pirinçci ise partisizdir. Gerek Sarrazin gerek Pirinçci, ulusal muhafazakar, sağ popülist – ve aşırı sağçı kesime kadar uzanan – siyasi yelpazede popülerliği çok yüksek konuşmacılardır. Çapraz cephe stratejisi uzmanı (geleneksel sol konu ve sembollerin sağcılar tarafından işlenmesi) ve “Bağımsızlık Konferansı”nın organizatörü Jürgen Elsässer’in daveti üzerine, Sarrazin örneğin 2013’te Compact Dergisi’nin düzenlediği konferansta “ailenin geleceği” konulu bir konuşma yaptı .
Akif Pirinçci “Almanya için Alternatif Partisi’nin” (AfD) düzenlediği bir toplantıda söz aldı, ama sağcı öğrenci birliklerinin, örneğin aşırı sağcı “Frankonia’nın” ya da Münih Neo-Nazi çevreleriyle ilişkisi olan Danubia’nın ve de aşırı sağla açıkça bağlantısı bulunan Münih Liseli Öğrenci Birliği Saxonia- Czernowitz’in toplantılarına da konuşmacı olarak katılıyor . Pirinçci Nürnberger Nachrichten Gazetesi’ne şunları söylüyor: “Bana Nazi demeleri beni zerre kadar ilgilendirmiyor, umurumda değil”.
Pirinçci devletin gelişmesi konusunda arzu edilen bir senaryo tasarlıyor: Bugünden itibaren herkes gelirinin yalnızca %5’ini devlete ödeyecek. Bu şirket karları için de geçerli. Bir sonraki adımda sosyal hizmetler kaldırılacak: “Sosyal hizmetler için yapılan tüm harcamalar alternatifi olmaksızın durdurulacak. Aile saçmalıkları (şu an 250 milyar), Hartz IV (İşsizlik Ödeneği II), çocuk ve gençlere yardım, ev kirası yardımı, ebeveynlere yapılan destek ve çocuk bakım ödeneği, tek başına çocuk yetiştiren ebeveynlerin tanrılaştırılması, tüm sosyal projeler ve asalak enstitüler, yoksulluk alanı, kadın ve göçmenlere destek vs., sosyal yardım örgütleri (…), mülteci yardımları, tüm bunlar ve varolduklarını dahi tahmin edemeyeceğimiz diğer şeyler artık olmayacak”.
Sonuç
Thilo arrazin ve Akif Pirinçci’nin göçmenlerin entegrayonu konusunu (sözde) bir toplum teorisi geliştirmek üzere kullandıkları açıklık kazanmış olsa gerek. Ancak toplumsal sorunların çözümüne hiçbir yapıcı katkıda bulunmuyorlar. Tam aksine: Yazıları sosyal darvinist, dirimbilimci (biologistisch), ırkçı ve milliyetçi ideolojilerle yoğrulmuş ve içine Yahudi ve feminizm karşıtı parçacıklar serpiştirilmiştir. Sarrazin ham ideolojilerini istatistiklerle desteklemeye çalışırken, Pirinçci büyük ölçüde bilimsel kanıtlarla çalışmıyor. Pirinçci’nin kullandığı dil nefret dilidir – Müslüman kadın ve erkeklere, mülteci ve sığınmacılara, eşcinsellere, kadın hakları savunucularına, feministlere, sosyal bilimcilere ve toplumsal cinsiyet araştırmacılarına karşı bir nefret dili.
Schröder ve Fetscher Tagesspiegel Gazetesi’inde, aynı madalyonun bu iki yüzü için doğru bir tabirle şunları yazıyor: “Zira Sarrazinciler’in üzerine burjuva uzlaşısının pudra şekeri serpili dururken, Pirinçci hazır yiyecekleri ham haliyle kitlelere sunuyor, o Sarrazin’in RTL-2 formatıdır, istatistik, yabancı sözcük, yan tümce kullanmadan; tam anlamıyla “açık sözlü”, hem de bunu küfrederek, kışkırtarak, tasasızca ve öç alma hırsıyla yapıyor”.
Ve köşe yazarı Georg Diez böylesi kitapların aşırı sağcı ve ırkçı şiddeti hazırladığına ve meşrulaştırdığına işaret ediyor: “Korkunun bir çevreye, ırkçılığın bir tabana ihtiyacı var – Sarrazin ve Pirinçci’nin kitapları (…) bu ruh halini üstleniyor ve güçlendiriyor ve böylece bir korku ve kıyamet günü havası estiriyor”.
Bu koşullarda “toplumsal yaşamın temel alanlarına katılımı olabildiğince sağlamak mı?” konusu üzerine tartışmalar yapılamaz – ya da yapıldığında bu ancak ırkçı dayanaklarla gerçekleştirilebilir.