PD Dr. Daniel Schönpflug – Centre Marc Bloch Müdür Yardımcısı
Sébastien Vannier – Centre Marc Bloch Basın Sözcüsü
Enstitümüzün girişinde bir “kara tahta” (Schwarzes Brett) asılı. Burada çalışan Fransız bilimciler ona “le Schwarzes Brett” diyor. Hiçbirinin aklından bu tahtaya “tableau noir” demek ya da riskli herhangi bir çeviriyi kullanmak geçmez. Bununla birlikte tüm Alman çalışanlar enstitümüzü “Centre Marc Bloch” olarak adlandırıyor ve “Marc Block Merkezi”nden söz etmek yerine, aksanlarını Fransızca “Centre” sözcüğünü sesleterek test ediyor. Ve böylece burada, aramızda, genelde “frallemand” dediğimiz tuhaf bir dil oluşuyor.
Alman-Fransız ilişkileri M.S. 742 yılında, Büyük Karl Avrupa imparatorluğunu çocukları arasında bölüştürdüğünde başlıyor. İlişkiler hiçbir zaman kolay ya da bunun ötesinde çok tabii ilişkiler olmamıştır ve günümüzde de durum farklı değil. Napolyon savaşlarıyla birlikte Almanya ve Fransa’nın kanlı çatışmalarına sahne olan “ezeli düşmanlık” dönemi başladı. Acılarla dolu bu çağ, her iki tarafta çok sayıda ölüme neden olan İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle son buldu. Ama 1963’te Konrad Adenauer ve Charles de Gaule’ün tarihi kucaklaşması ve imzaladıkları anlaşmayla başlayan “ebedi dostluk” çağı da farklı çıkarlardan, yanlış anlaşılmalardan ve sürtüşmelerden arınmış değildi.
Berlin’in hareketli kent merkezinde yer alan Friedrich Sokağı’ndaki Centre Marc Bloch, Fransa ve Almanya arasındaki bu gerilimli dostluğun bir ürünüdür. Marc Bloch Araştırma Enstitüsü Berlin Duvarı’nın yıkılmasından kısa bir süre sonra kuruldu. Alman ve Fransız hükümetleri, o dönemde, diğer Avrupa ülkelerine de açılan bir sosyal bilimler araştırma merkezinin hayata geçirilmesini kararlaştırmıştı. 8 Eylül 1994’te bir kutlamayla açılan enstitüye Fransız tarihçi Marc Bloch’un (1886 – 1944) adı verildi, kendisi her iki ülke arasında gidip gelen bir gezgindi – 1944’te Nasyonalsosyalistlerin Siyasi Polis Teşkilatı Geheime Staatspolizei tarafından vurularak öldürülmüştür. Yirmi civarında biliminsanı, aynı sayıda konuk araştırmacı, tüm dünyadan ve toplum ve sosyal bilimlerin her branşından kırk doktora öğrencisi (aralarında iki de Türkiye’den) ile Centre Marc Bloch, kuruluşundan bu yana geçen yirmi yılı aşkın süredir uluslararası araştırmaların ve öğretimin dinamik olduğu bir yerdir – ve Alman-Fransız ilişkilerinin farklı boyutlarına bir göz atmak için elverişli bir kuledir: Devlet başkanı ziyaretlerinden günlük yaşamdaki karşılaşmalara kadar.
Geçen yıl Centre Marc Bloch temsilcileri olarak 1963’te imzalanan ünlü Elysee Anlaşması’nın ellinci yılı etkinliklerine katılabilmiştik. Biz bitmeyen zincirleme bir resmi devlet törenine maruz kaldık, ama Alman-Fransız karmaşasının harika anlarını da yaşadık. 21 Ocak 2013’te başbakanlık konutunda Alman Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Fran¬çois Hollande, her iki ülkenin öğrencileri ve üniversitelilerle bir görüşme için biraraya geldi. Avrupa’nın yazgısı hala uçurumun eşiğindeydi. Hollande birkaç hafta öncesinde cumhurbaşkanlığı görevini üstlenmişti. Seçim vaatlerinin birçoğu Almanya’nın izlediği kriz yönetimi politikalarını hedef alıyordu. Ama politikacıların alışılmış, donuk, tumturaklı sözleri yerine, bir gülümsemeyle ve hatta kendilerinden pek de beklenmeyen cüretkar bir mizahla birbirlerini karşıladılar. Hollande Fransız sosyal devletinin kazanımlarından – 35 saat haftalık çalışma süresi, emeklilik yaşının yüksek olmaması – söz ettiğinde, Merkel ona masumca kendisine Fransa’da bir iş bulup bulamayacağını sordu… Her iki devlet başkanı akşam yemeğinde birbirine “sen” diye hitap etmeyi önermişlerdi. Öyle ki Devlet Başkanı şansölyeye “Angéla” diye hitap etti – ve aksanı nedeniyle şansölyenin kulağa tanıdık gelen adı, adeta bir Fransız şansonunda söylenen bir ada dönüştü.
Neyse ki Centre Marc Bloch’ta gelişen akademik ilişkiler siyasi ilişkilerden çok daha basit. Onlar Fransa ve Almanya arasında ince örülmüş, dünyada benzeri olmayan bir ağın parçasıdırlar. Centre Marc Bloch dışında binlerce Alman-Fransız enstitüsü bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan birçok kardeş kent öncü bir rol oynamış ve düşman toplumlar arasındaki teması geliştirmiştir. 1963’te imzalanan Elysee Anlaşması’yla kurulan Alman-Fransız Gençlik Kurumu tarafından yürütülen çalışmaların odağında gençlerin birbiriyle alışverişleri ve karşılaşması duruyor. Yüksekokul ve araştırma alanlarında işbirliği 1980’li yıllardan bu yana hızla devam ediyor. Alman-Fransız Yüksekokulu sayesinde her iki ülkeden öğrencilerin iki kültür hakkında deneyim edinmelerine olanak tanıyan yaklaşık 150 Alman-Fransız öğrenim dalı kuruldu. Bunun dışında bir dizi enstitü iki ülke arasında her gün kültürel ve bilimsel alışverişte bulunulmasını sağlıyor: Almanya’da Français Enstitüsü, Fransa’da Goethe Enstitüsü, Paris Alman Tarih Enstitüsü ve Centre interdisciplinaire d´études et de la recherche sur l´Allemagne buna birer örnektir.
Öte yandan bilindiği üzere biliminsanları kozmopolittir! Dilsel engeller onları zorlamaz ve kültürlerarası yeterlikleri de üniversitede okumuşlardır! En azından öyle olduğu iddia edilebilir. Ama günlük yaşamda ciddi bir sıkıntı yaşanabilir. Örneğin Fransa’da seminerler daima saat başında başlar; Avrupa’nın çalışkan, örnek öğrencisi Almanlar ise kendilerine “cum tempore” ile bir iyilik yapıyor, bir diğer ifadeyle kurslarını çeyrek saat sonra başlatıyor. Almanlar zamandan tasarruf eden insanlar olduklarını meslektaşlarıyla oturdukları öğle yemeğinde de kanıtlıyor. Fransızlar açısından öğle yemeği ana yemekle henüz yeni başlarken, Almanlar tedirgin halde ayaklarını yere sürtmeye başlıyor. Fransızlar tatlılarını ve kahvelerini ısmarlarken, Almanlar huzursuz, sevgili çalışma masalarının başına dönmenin hayalini kuruyor. Buna karşın Fransızcada “paydos” sözcüğü adeta yok.
Ünvan kullanımı da güçlük çıkarıyor. Almanya’da akademik dereceler özdeşliğin bir parçasıdır. Kartvizite, kapı ziline ve kimliğe yazılıdır. Ünvan ne denli uzunsa, sağında duran adın sahibi o denli önemli bir kişidir. Fransa’da akademik ünvanların bu tür simgelerini kullanan daha çok dolandırıcı olma şüphesi taşır. Fransa’da şu geçerli: Stetoskobu kullanamayana doktor denmez. Ve buna rağmen bazı Fransız meslektaşlar – örneğin bir toplantı programında – Alman meslektaşın sunumu kendi sunumlarından iki kat daha uzun olunca kırılıyorlar.
Ancak günlük yaşamın tuzaklarından daha zor olan şey, yalnızca birlikte konuşmak değil, aksine birbirini gerçekten anlamaktır. “Le Schwarzes Brett” söz konusu olduğunda yanlış anlaşılma riski sınırlı. Ama “Frallemand” dilinde, bilimsel düzeyde politika, toplum, tarih ve kültür konularında iletişime geçmek pek de kolay değil. Burada sinsi olan sözümona “yanlış arkadaşlardır”, yani “faux amis”lerdir: Örneğin Almanca “gösteri” (Demonstration) sözcüğü öyle bir tınıya sahiptir ki, Fransızca bir sözcüğe dönüşmesi için onu yalnızca genizden sesletmenin yeterli olacağı izlenimi verir. Gerçekte ise gösterinin Fransızca karşılığı “manifestation”dur. Her kim “sergi” (Ausstellung) sözcüğünün anlamını İngilizceden çıkarsama yaparak, bir “belle exhibition”dan söz ediyorsa, o ister istemez garip cinsel tercihleri olan bir insan şüphesi uyandırır. Bu arada kavramın Fransızcadaki doğru kullanımı “exposition”dur. Daha fazla zorluk yaratan ise her iki dilde kulağa aynı gelen, ama farklı anlamlar taşıyan terimlerdir. Almanca “Gewalt” kavramı hem bir kişiye uygulanan fi ziki saldırıyı olduğu kadar, bir devletin otoritesini de ifade eder (“Gewaltenteilung” (erkler ayrımı) kavramı gibi); Fransızcada ise iki sözcük kullanılıyor “violence” ve “pouvoir”. Aynı biçimde Fransızca “homme” sözcüğü karışıklık yaratacak tarzda Almancada “erkek” olduğu gibi “insan” anlamına da gelebilir. Felsefenin iyi aydınlatılmamış söz varlığının derinliklerinden – Heidergger’in “esas olan”ından Jacques Derrida’nın “fark”ına (différance) kadar – söz etmeye dahi gerek yok. Yanlış anlaşılmalara karşı yalnızca sabırlı olmak işe yarar. Diğeri konuyu gerçekten anlayıncaya kadar konuşmak ve dinlemek, açıklamak ve tartışmak. Centre Marc Bloch’un oturumları bazen ister istemez biraz daha uzun sürüyor. Bu çok zahmetli, ama bir o kadar da ilgi çekici – hatta bağımlılık da yapabilir.
Centre Marc Bloch’un kara tahtası birçok kişinin iki kültür içinde düşünme ve çalışmanın, yaşamanın tadına doyamadığının kanıtıdır. Bu yaşam daima yeni sunumlara davet etmeyle, kolokyum programları ve tartışmalarla doludur. Ve tüm bunların arasında sık sık yeni doğmuş tatlı bebeklerin resimleri asılı. Adları “Johann” ya da “Jean”, “Lea” ya da “Léa” ve birçoğunun babası Fransız, annesi Alman… veya tam tersi. Demek ki Alman-Fransız ilişkileri – her ne denli zor olsalar da – son derece verimli olabiliyor.