Prof. Dr. Hans-Dieter Gelfert | Berlin Hür Üniversitesi
İçtenlik, Almanların uzun süre kendi varlıklarının ve kendi kültürlerinin tipik bir ulusal özelliği olarak tanımladıkları bir kavram olmuştur. Günümüzde ise bu kavram daha çok olumsuz çağrışımlar uyandırıyor. Kendisi de Alman içtenlik kültürünün temsilcilerinden biri olan şair Joseph Freiherr von Eichendorff bir zamanlar şunları yazmıştır: “Alman ulusu en titiz, en içtenlikli ulustur, bu nedenle de Avrupalı uluslar arasında en huzurlusudur, eylemden çok düşüncelere dayanan bir halktır. Eylem eğer onu doğuran düşünce olmadan bir hiçse ve dünya tarihindeki önemine yalnızca düşünce aracılığıyla kavuşuyorsa, o zaman bu huzurlu ulusun aslında yine de dünya tarihini yazdığını söyleyebiliriz. Şeyleri tüm derinliğiyle bu şekilde ele alma eğilimi, geçmişten bu yana Cermen boylarının asıl mesleği olsa gerek”.
Bu alıntıda tarihsel bir olgunun isabetli betimlemesi, 19. yüzyılın Alman yazınında ve sonrasında Hitler dönemine kadar her yerde rastlanan ulusal kibirle belli bir tarzda birleşmektedir. Bu tümceler 19. yüzyılın ortalarına doğru, Almanlar bir yandan henüz kendilerini eyleme geçmekten aciz bir düşünce adamı olarak gördükleri Shakespeare’in Hamlet’iyle kıyaslarken, öte yandan diğer uluslardan bilişsel açıdan daha üstün olduklarını duyumsadıkları bir dönemde yazılmıştır. Günümüzde hiç kimse ihracat rekortmenlerinin “huzura” meyilli bir “içtenlik” taşıdığını tahmin etmez, ama “titizlik” hala Almanların temel özelliği sayılmaktadır, en azından Almanlar bu özelliği kendilerine atfetmekteler; “derinlik” de onlar için en üst sıralarda konumlanan bir değerdir. Elbette tipik ulusal özellikler hemen bir kuşaktan diğerine oluşan ve sonrasında tekrar yok olan özellikler değildir. Onlar her bir kimsenin ana sütüyle edindiği, kişilerin henüz eğitim ve toplumsal koşullar tarafından biçimlendirilmesine devam edilmeden önce yerleşmiş davranış biçimleri ve değer düzgüleridir. Bu nedenle bu tür özellikler güncel koşullara uygun olmasalar da varolmaya devam eder. Günümüz Almanları ne denli ağır çalışan, yüzü dünyaya dönük ve pratik realistler olurlarsa olsun, yine de, bilincinde olmadan, kendi anlayışlarının (Mentalität) çok değişik, anakronist görünen tutumlarını ve değer düzgülerini özümsemişlerdir. Alman kültür tarihine bir bakış, bu tarihin son derece karakteristik olarak sivrilip öne çıkan ve de yokluklarıyla dikkat çeken bazı şeyleri içinde barındırdığı kolayca görülebilir. Örneğin müzik Alman kültüründe çok özel bir yere sahipken, kentselliğin ifadesi olan herşey dikkat çekici oranda eksiktir. Komedyaların, sosyal roman ve hünerli denemelerin eksikliği buna örnektir. Özellikle de kentsel kültürün esas oluşturan ve herşeye nüfuz eden o aracı, örneğin İngiltere’de henüz okulda tartışma topluluklarında (debating societies) alıştırması yapılan ve parlamentoda sıkça etkileyici bir biçimde açınan konuşma sanatı eksiktir. Söz sanatı Fransa’da da merkezi bir rol oynamaktadır. Bunun dışında her iki ulusun da çok gelişmiş bir sohbet kültürü bulunuyor. Almanya’da ne politikacılar mükemmel konuşmalarla ne de yurttaşlar fi kir sohbetlerinde varlık gösterebiliyor. Almanların İmparatorluğun 1871’de kurulmasına dek Londra ve Paris benzeri bir kentselliğin gelişebileceği bir başkentleri olmadığından, kültürlerinde, kahvehanelerde, kulüp, yarış pisti ve hatta genelevlerde biçimlenen yönler eksiktir: Hafi fl ik, uçarı olmak, fi kir zenginliği ve incelik. 19. yüzyılda gerçek anlamda yalnızca bir Alman kent şairi bulunuyordu, bu şair tipik bir biçimde Almanya’da olmaya katlanamayan ve Paris’e göç eden Heinrich Heine’ydi. Fransızlar espriyi temel bir değere dönüştürürken ve Britanyalılar mizahı ve sağduyululuğu seçerken, Protestan papaz evinin üzerlerinde kahvehanelerden daha etkili olduğu Almanlar ise “düşünüşe” ve “iç yaşantıya” odaklanmışlardır. Onlar için her iki kavram günümüzde de ön sıralarda yer alıyor. Bu, Almanlara, ağırbaşlı, ciddi ve mizah yoksunu olma ününü kazandırmıştır. Ama muhtemelen kentselleşmemişlik onları toplumsal genişlik yönünde açınmak yerine, Goethe’nin Faust eseriyle annelerinin bulunduğu derinliklere inmeye yöneltmiştir. Alman kültürü en yüksek düzleminde kozmopolittir, alt düzlemlerde taşralı olmaya devam etmiştir. Müziğin bu yüzden o denli önem kazanması şaşırtıcı değildir; çünkü müzik tüm insanlığa erişen bir dünya dilidir, ama aynı zamanda Alman halk türküleri kültürü “huzura/rahatlığa” (Gemütlichkeit) olan taşralı arzusunu karşılamaktadır. Yurdışının bu arzunun kendisinde Almanların tipik bir yönünü görmeleri nedensiz değildir, nitekim İngilizce konuşan ülkelerde bu yönü tanımlamak için Alman “gemütlich” (huzur/rahat) sözcüğü bir yabancı sözcük olarak kullanılıyor.
Yahudi kökeni nedeniyle 1933’te önce Türkiye’ye, ardından da Hollanda’ya göç eden fi lozof Helmuth Plessner, 1935’te Hollanda sürgününde “Alman Düşününün Kendi Burjuva Çağının Başlangıcındaki Yazgısı” adlı kitabı kaleme almıştır. 1959’da “Gecikmiş Ulus. Burjuva Düşününün Siyasi Aldatılabilirliği Üzerine” başlığıyla kitap yeniden yayınlanmıştır. Yapıtta şöyle yazıyor: “Almanların özkavrayışlarında dünya görüşünde derinlik barındırmayan, ondan türeyen ve onu hedefl eyen kişisel girişimi içermeyen bir kültür düşünülemez. Dolaylı da olsa Alman kültürü bu spekülatif inanç beyanıyla Protestancı olmaya devam etmektedir. O, kendi ifade alanları olarak Yeni Çağ müziğini ve Yeni Çağ felsefesini bu yüzden tercih etmektedir. Önemli olan nokta, bu ifade alanlarının normal dilsel aktarımlarla arasındaki çatışkının birbirlerinin ortak yönünü oluşturuyor olmasıdır. Müziğin özü sözcüklerle dile getirilemez. Sözlü müzik (Vokalmusik) daima yüzeydedir. En parlak dönemini Almanya’da değil İtalya’da yaşamıştır. Müzik ilk olarak konuşmanın bittiği yerde başlar. Ve felsefe ilk olarak konuşmanın kırıldı yerde başlar, nitekim bu kırılma herşeyin üzerinden süzülüp geçen aktarımdan kopartıldığı ve düşünmenin nesnesine dönüştürüldüğünde gerçekleşir”. Bu alıntıda Alman “içtenlik kültürü”nün doğası tipik kavramlarla anlatılıyor: “Spekülatif inanç beyanı”, “Protestanlık”, “enstrümental müzik” ve “felsefe”. “Konuşmanın” değerini düşürmek üstü örtülü olarak aydınlanma karşıtı tutumla birlikte ilerliyor, Kant’a göre bu tutum Almanya’da giderek zemin kazanmaktaydı. Alman bakış açısından “esas olan” şey – Adorno Heidegger’i hedef alan ve “Esas Olanın Jargonu” başlıklı bir yazı kaleme almıştır –, konuşmanın kendisinden ve böylece ussal, toplumsal iletişimden sıyrılandır. Esas olan şey Plessner’in halk müziğini gördüğü yerde, “yüzeyin” altındadır, sonuç olarak derindedir, yani Alman düşününün ev sahipliği yaptığına inandığı yerdedir.
Thomas Mann Birinci Dünya Savaşı’nın son yılında, bir tehdit olarak duyumsanan Batılılaşmaya karşı son bir kalkışmayla “Apolitik Bir Adamın Gözlemleri” kitabını yayınlamış ve bu kitapta, Alman doğasına ve Alman tarihine uygun kültür idealini “güce dayalı içtenlik” formülüyle dile getirerek, muhafazakar-saltanatçı, antidemokratik tutumunu gizlemeye gerek duymamıştır. Ona göre yalnızca Almanya kültür demeyi hak eden bir kültüre sahipti, Batının liberal demokrat kültürü ise, özellikle de Fransa’nınki sadece bir uygarlıktı. Yaptığı polemiğin acı yanı, gözünde sıradanlığa meyilli Batılılaşmanın bir temsilcisi ve avukatı olan kardeşi Heinrich’i hedef almasıydı. Günümüz Almanlarında bu eski özdeğerlendirmenin salt küçük bir izine rastlanıyor. Konuyla ilgili “spekülasyon” uzman fi lozofl arda dahi eskimiştir, “Protestan inanç beyanlarına” zor rastlanmakta, ve Almanya, her ne kadar en yüksek senfoni orkestrası ve opera binası yoğunluğuna sahip ülke olsa da, müzikte diğer uluslardan daha yaratıcı değildir.
“Güce dayalı içtenlik” sözleriyle demokrasinin siyasi açıdan hiç de doğal olmadığını yaşamış yaşlıların dahi tüyleri ürperecektir. Günümüz Almanları neredeyse tüm Avrupalı komşularından daha soğukkanlıdırlar, her türlü yurtseverlik coşkusunun eksik olması bile tek başına bunu ortaya koyuyor. Ama sert, zaman zaman neredeyse kabalığa varan kabukları altında hala rahat/huzurlu bir iç dünyaya duyulan romantik özlem yatmaktadır. Bu özlem birahanelerde, aile kutlamaları ve özellikle de karnavalda öyle bir tarzda giderilir ki, İngiliz ve Fransızların gözüne bu taşralılık olarak yansır. Alman içtenliğinin kozmopolit yönü de hala açıkça hissediliyor. Almanlar, kentsel Fransızlıklarını ulusal bir istinat duvarıyla örmeye meyilli Fransızlardan farklı olarak, yurtdışının, özellikle de İngilizce konuşan ülkelerin kültürünü, her ne denli bu tek yönlü olsa da, çok istekli bir biçimde alıyor; tek yönlü, çünkü Almancadan İngilizceye değil, tersine İngilizceden Almancaya çok daha fazla kitap çevriliyor.
Almanya “Batıya Giden Uzun Yolda”, tarihçi Heinrich August Winkler’in tanınmış kitabının başlığıdır bu, şu an Batı kültürü ve değerleri topluluğuna neredeyse yetişmiştir. Ancak bugünden yarına yüzyıllardır ağırlığını gösteren eski bir etkiden sıyrılmak zor. Almanların da, Batılı komşularda rastlanabildiği gibi, kentsel bir nezakete ulaşmış olmaları için daha belli bir süre geçecek. Günümüz Alman yazarlarına kısa bir bakış, kaçının taşralara yerleştiklerini görmek için yeter. Günter Grass, Martin Walser, Botho Strauß ve daha birçok yazar kırsal manzaranın ortasında yaşamakta, yapıtlarında da gerçek bir büyük şehir esintisi yok. 100. doğum yıldönümü nedeniyle bu yıl bir kez daha anılacak olan Arno Schmidt, olmayan kentsellik koşullarında, dünya yurttaşlığı ve taşralılığın eşzamanlı varlığı için adeta klasik bir örnektir. Schmidt’in edebiyat tanrıları Edgar Allan Poe ve James Joyes’ti, kendisi ise bir Papa gibi yazın eleştirisi içeren genelgeler yayınladığı Lüneburger Heide’de, küçük bir köyde yaşıyordu, bunun da belli bir gülünç yanı vardı.
Ancak – bunu göz ardı etmemek gerekir – taşralılığın iyi yönleri de bulunuyor. Yeni/eski başkent Berlin’in Paris ya da Londra gibi norm oluşturan bir karizması olmayabilir, ama eski küçük devletlerin birçok başkenti, Almanya’nın neresinde yaşıyor olursa olsun her yurttaşın arabayla en fazla iki saat uzaklıkta bir tiyatroya, operaya, konser salonu, üniversite ya da müzeye ulaşmasına olanak tanıyor. Almanya bu kültürel çeşitliliği ve onun bölgelerdeki eşit dağılımı nedeniyle birçok ulus tarafından haklı olarak kıskanılıyor. Bir artısı da, bu başkentlerden Berlin, Münih, Hamburg, Stuttgart, Frankfurt, Köln, Leipzig ve Dresden gibi en büyükleri arasında yürüyen rekabetin, dünya metropollerinin bir noktaya yoğunlaşmış kültür arenalarından belki de çok daha fazla üretken gücü gün yüzüne çıkarmasıdır.