Bu seçimlerin statüsü ve önemi, ki bunlar olağan, tabiri caizse rutin seçimler değildir- şansölyeye yönelik güvensizlik oyu ve öncesindeki gelişmelerden bağımsız olarak belirlenemez.
Böylece Şansölye, “Campact” adlı influencer grubu tarafından yüksek sesle savunulan “Trafik Işıkları Koalisyonu Gitmeli!” talebini yerine getirmiş ve yeni bir seçimin önünü açmış oldu. Sağ cenaha serbest kayış!
Saksonya, Thüringen ve Brandenburg eyaletlerindeki önceki eyalet seçimlerinin sonuçları ve bugüne kadarki anket sonuçları dikkate alınırsa, bu yeni seçimlerde kazanabilecek en umut verici adaylar, yani “savaşın galipleri” CDU ve AfD’dir. Bu durumda, AfD’yi kopyalayan ve bize soğuk dehşeti öğreten Blackrock-Şansölyesi kazanan kişi olacaktır.
Ancak Eylül 2023’te yapılan bu seçim sonuçları, yürürlükteki hükümet kurma kurallarına göre dikkate alınmamıştır. Aksine, bu seçimlerin asıl galibi olan ve Thüringen’de en çok oyu alan, diğer iki eyalette ise en yüksek oy artışı sağlayan AfD yeni hükümete katılmaktan men edildi. AfD’nin katılmadığı koalisyonlar zorlukla ve utanç verici pazarlıklarla oluşturuldu – Thüringen örneğinde ise AfD’nin onayına bağlı olacak bir azınlık koalisyonu ortaya çıktı – yani kaybedenlerin koalisyonları – ve “Sarah Wagenknecht İttifakı” zorla girecek kadar kendine kafi değildi.
Bu son derece anti-demokratik davranışın gerekçesi: “Güvenlik duvarının” laneti – “sağa” karşı, yani şu anda Elon Musk’ın desteğiyle Alice Weidel şeklinde ilkellikleri kutlayan AfD’ye karşı! (Belki de Yeşiller şimdi Musk’a Grünheide’deki Tesla fabrikasını halkın iradesine rağmen kurdurdukları için pişmanlık duyuyorlardır? Bu iyi olurdu).
AfD’nin programı da tıpkı diğer partilerinki gibi neoliberaldir. Sağcı olmakla suçlanmasındaki en büyük farkı, diğerlerinin inkâr ettiği şeyleri açıkça dile getirmesidir. Bu, “tersine göç” teriminin ikiyüzlü bir şekilde skandallaştırılmasında görülebilir: Scholz, 20.10.23 tarihli Spiegel röportajında “Artık büyük ölçekte sınır dışılara başlamalıyız” dedi.
Şansölye adayı Merz ise Aschaffenburg’daki saldırıyı Trumpvari bir şekilde kullanarak, İçişleri Bakanlığı’na tüm Alman sınırlarını kalıcı olarak kontrol etme ve başbakanlığa geçtikten sonraki “ilk gün” tüm yasadışı giriş girişimlerini engelleme talimatı vereceğini duyurdu. Ülkeyi terk etmek zorunda kalan insanlar sınır dışı merkezlerinde topluca gözaltına alınmalı ve sınır dışı işlemleri çok daha büyük sayılarda “her gün” gerçekleştirilmelidir. AfD’nin ve kısmen BSW’nin oylarıyla da olsa, seçimden kısa bir süre önce Federal Meclis’te bu onaylanacak. Seçim kampanyası gereği diğer partiler onu eleştiriyor, mülteci meselesinde temelde aynı stratejileri olsa da (bkz. Scholz).
Magdeburg ya da Aschaffenburg’daki gibi saldırılar sağ için her zaman bulunmaz fırsatlardır. Hep aynı sınır dışı etme, yasaları sıkılaştırma ezgisini çalıyorlar, teröre karşı tek doğru ve etkili önleyici tedbiri düşünmek ve yapmak yerine: İnsanlara insanca yaşam koşulları sağlamak: İnsanca, yani toplumla bütünleşmiş bir yaşamı mümkün kılan iş ve ücretler sunmak.
Bu güvenlik havarileri yurttaşların güvenliğinden ziyade kendi güvenliklerini düşünüyorlar ve gücün yanında, sermayeyle birlikte “güvende” olacaklarını düşünüyorlar, dolayısıyla sermayenin ve onun gücünün güvenliğinden de endişe duyuyorlar.
Yurttaşların güvenliğinden endişe duymadıkları, “sebepsiz takip” uygulanması -bu, izlenecek kişinin, yurttaşların korunması gereken davranışları sergilemeden önce bile takibi alınmasını ifade eder – önerilerinden hemen anlaşılmaktadır.
Aksine, Berlin’deki Noel pazarından Aschaffenburg’a kadar son saldırganların hepsi istihbarat tarafından biliniyordu ve Berlin’deki Noel pazarına yapılan saldırıda olduğu gibi, suçlarını işledikleri belirleyici anlarda izlenmemiş olsalar bile takip ediliyorlardı. Dolayısıyla bu sadece mevcut yasaların “kanun ve düzene” uygun olarak uygulanması meselesiydi.
Eğer takibi genişleten, kolluk kuvvetlerini yaygınlaştıran ve onları denetimden muaf tutan yeni yasalar istiyorlarsa, o zaman daha katı taleplerinin nedeni ya da gerekçesi olarak gösterdikleri suçlar olamaz. Aksine, fantezilerinde, yasaları sıkılaştırmanın kendilerini etkileyebileceğini bile düşünmeyen ve bu nedenle bu konuda kayıtsız ve umursamaz olan iyi vatandaşlara doğru bir genişleme görmek istiyorlar.
Yurttaşların güvenliğini çıkış noktası olsa, o zaman bir iyileştirme, istihbarat aygıtlarının ve kolluk kuvvetlerinin yasalara uygun olarak gerçek bir kontrolünü talep etmeliyiz.
Vatandaşları saldırılardan korumadaki bu başarısızlığı inkâr edebilmek için hepsi sınır dışı etme çağrısında bulunuyor. Ve bu inkâr perdesinin arkasında, “yeniden kanun ve düzen!” fantezilerini uygulayabiliyorlar. Onlar “sağcı gelişimin” itici güçleridir – sadece (salt) AfD değil. “AfD sürekli olarak sağ tarafından sollanıyor” (UZ 10.1.25, s. 4). Weidel sadece tersine göç çağrısını tekrarlamakla yetindi. Şimdi haklı olarak Merz’e sadece kendisine uzattığı eli tutmasını önerdi.
AfD de en az Merz ve diğer tüm iktidar partileri kadar seçilemez durumda. Parlamentodaki tek muhalefet o olsa bile. Koronavirüs rejimini eleştirmeye cesaret eden tek partiydi ve bunu acımasızca yaptı, silah sevkiyatlarını eleştirdi. Bunlar oylarındaki muazzam artışın önemli nedenleri olabilir. O halde seçmenleri faşist olarak karalamak gerekli mi? Corona rejimi sırasında medya ve siyasetçiler bunu yapmaktan hiç çekinmediler.
O 4 kirli yılda olduğu gibi, bugün de hükümetin eleştirilmesi mümkün olan her yolla engellenmeye çalışılıyor – Anayasa ve insan haklarına saygı bu konuda hiçbir rol oynamıyor. Yine de iktidar partilerinin hizmetinde olan ve “Campact” tarafından da organize edilen ve en önemli hükümet temsilcilerinin katıldığı “sağa karşı gösteriler” devam etmektedir: “Hırsızı durdurun!”
Şansölye neden Parlamento’nun güvenoyunu geri çekmesi için önerge verdi? Kendisi bunun nedeni olarak iktidar koalisyonu içindeki ihtilafı gösteriyor ve koalisyon ortağı Lindner (FDP) de bu açıklamayı doğruluyor. Mesele Ukrayna’ya daha fazla silah tedarikinin (yardım) finanse edilmesiydi. Lindner gerekli parayı sosyal yardım fonundan almak isterken, Şansölye bunu kredi yoluyla finanse etmek istiyordu.
FDP “borç frenine” dokunmak istemiyor, halkı daha fazla soymayı tercih ediyordu. Şansölye müşterileri için endişelenmek zorundaydı, bu yüzden sosyal yardım potasına bu ölçüde dalmaya razı olamazdı. Her iki koalisyon ortağı da müşterilerini – ya da FDP söz konusu olduğunda bağışçılarını – “düşündüklerini” gösteriyor.
Savaş sandığı boş, koalisyon savaş çığırtkanlığıyla kendini aşırı zorladı. Zaten Şansölye Scholz’un da içinde yer aldığı bir önceki hükümet de Koronavirüs salgını sırasında yaptığı cömert harcamalarla kendini zora sokmuştu. Rusya’ya karşı boykot devlet kasasını daha da boşalttı, “enflasyonu” getirdi ve ekonomiyi mahvetti – oysa tam tersine hedef “Rusya’yı mahvetmekti”.
Tüm bunlar halkın ruh halini de bozuyor, sadakati istikrarsızlaşıyor, ufalanıyor ve çatlaklar gösteriyor.
Bu savaşın Rusya’dan ziyade kendi ekonomilerine zarar verebileceği fikri, savaşın maliyetini halka yansıtabileceklerine inandıkları sürece akıllarına gelmiyor.
2023’ten bu yana, Rusya’nın “büyükbabanın omuzlarında” (Dışişleri Bakanı Baerbock) yürüttüğü kampanyanın ilk sarhoşluğu yerini akşamdan kalmaya bıraktıktan sonra, ekonomi birlikleri ve iktisat uzmanları ekonomik büyüme ve gayri safi yurtiçi hasıladaki durdurulamaz düşüş karşısında sürekli bir sızlanma döngüsü içinde oldular.
“Trafik ışığı koalisyonu savaş politikası yüzünden çöktü” (“Friedensbündnis Norddeutschland”). Ama savaş ve silah tedariki konusunda anlaştılar!
AfD de bu noktada rahatsızlık vermez: Yeşiller’in Ekonomi Bakanı Habeck’in savaş finansmanına katkıyı GSYİH’nin %3,5’ine çıkarma teklifini bile %5 savaş katkısı talep ederek el yükseltti.
Halkın sadakatindeki çatlaklar hepsini endişelendiren bir sorun. CDU’nun Şansölye adayı Merz şu sloganı dile getirdiğinde bunu anlamıştı: “Almanya yeniden ileri!” “Yeniden gurur duyabileceğimiz bir Almanya için”.
Ancak halkın sadakatindeki çatlakları bu şekilde onarmayı uman, gurur eksikliğini savaş çığlıklarıyla giderebileceğine inanan bir kimse, “Almanya’yla gurur duyabiliriz” gibi soyutlamaların „önemli olan tek somut şeyden“ daha gerçek hale gelen Wehrmacht zihniyetinin sapkın ufku içinde hareket ediyor demektir. Önemli olan tek somut şey: “Aralarında yaşadığımız, bizim gibi acı çeken, bizim gibi neşelenen, hepsi eşit derecede savunmasız olan çok sayıda insan”. (Brückner 1967)1
O kimse, halkı endişelendiren şeyin ekonomi, yaşam standartlarındaki düşüş, geçim kaynaklarına yönelik artan tehdit olduğunu anlamamıştır ya da anlamamış gibi davranmaktadır. Nüfusun geniş kesimlerinin giderek yoksullaşması, aynı zamanda sayıları artan zenginlerin utanmazca zenginleşmesinde yansı bulmaktadır.
Savaş meselesi de ekonomiyle bağlantılıdır: Çalışan nüfusun yoksullaşmasının sonucu olan zenginlik artışı, kendi ürünleri ve hammadde kaynakları için pazarların ordu eliyle güvence altına almasını da gerektirmektedir. “Bu ülkede milyarderlerin varlığından yakınanlar, onların varlığını güvence altına alan militarist yapılar konusunda sessiz kalmamalıdır (Tatjana Sambale, UZ, 24.01.2025).
Ne de olsa savaş, sermayenin değerlendirilme koşullarını güvence altına alma ve genişletme araçlarından biridir. Bu aynı zamanda şu anda moda olan “güvenlik” teriminin gizli anlamının bir parçasıdır – sermayenin yeniden üretim koşullarının güvenliği – savaşla birlikte: “Güvenlik mimarisi”. Bununla birlikte, örneğin SPD seçim afişlerinde insanlara farklı bir güvenlik vaat ediliyor: “Güvenlikle birlikte daha fazla büyüme”, “Güvenlikle – istikrarlı emeklilik düzeyleri”, “Güvenlikle – daha fazla net gelir” – bırakın büyümeyi ya da emekli maaşlarını, hiçbir şeyin güvenli olmadığı bir zamanda bunlar yazılıp çiziliyor. Dolayısıyla güvenlik vaadi küstahça ve sahtekârcadır.
Savaş dürtüsü aynı zamanda sadakatin ekonomik temelini de yok ediyor: Askeri harcamalar gayri safi milli hasılayı yiyip bitiriyor, dolayısıyla bakımı yapılmayan altyapı çürüyor – şirket iflasları ve göçler istihdamı yok ediyor ve giderek daha fazla aileye işsizlik getiriyor.
İşte bu seçimin arka planı, öyküsü budur: Ancak skandal olan şey, bunun nasıl dile getirilmediği, seçimi hazırlayan tartışmaların nasıl nesnesi yapılmadığıdır.
Savaş seçim afişlerinde yer almasa da politikacıların ve influencerların açıklamalarında, yani medyada ve tartışma programlarında yer alıyor. Burada silah sevkiyatı ve Ukrayna’ya verilen destek, “bizim” değerlerimizin savunulması – yine bir soyutlama ya da ideoloji oyunu ve yine olay geçmişinin inkârı – ve ötekinin, Rusya’nın gücünün mahvedilmesi (Baerbock) yoluyla Batı’nın zenginliğini ve gücünü arttırmaya “bizim” katılımımız olarak gerekçelendiriliyor.
Halk, seçmen, oyları kazanılması gereken siyasi bir vatandaş olarak değil, kapalı bir psikiyatri koğuşundaki bir mahkum gibi muamele görmesi gereken, etkisizleştirilmiş, hadım edilmiş bir medya şovunun izleyicisi olarak ele alınmaktadır.
Tüm partiler, yönetmeye talip olanların hepsi bu konuda hemfikir. Güvenlik vaat ediyorlar (SPD), karanlık zamanlarda cesaret veriyorlar (Yeşiller: güven, birlikte), bakım vaat ediyorlar: Sol Parti: “yoksulluğa karşı tepkimiz var – zenginleri vergilendirin” – ama NATO ve savaşa karşı mücadeleyi açıkça reddettiler.
Sol Parti, yaşta yoksulluğa karşı olan Yeşiller gibi çocuk yoksulluğuna karşı olmak isteyen iktidardaki SPD’den bile farklı değil, AfD de nüfusun “düşük gelirli” kesimleriyle ilgilenmek istiyor, ancak önerdiği vergi reformlarından en çok zenginler faydalanacak, FDP ve Hıristiyan partileri ise vergileri düşürmek istiyor.
Evet, bir milletvekili gibi güvenli bir geliri olanlar, kendini seçmenlerinim, yani halkın yerine koyamaz, durumlarını dikkate alamaz, hatta gidişatı tersine çevirip kasıtlı yıkımı durduramaz.
Kendilerini halktan uzaklaştırdılar, onlara yabancılaştılar, işte bu yüzden halkı ilgilendiren konular oylamaya sunulmuyor, halkla aradaki uçurum giderek genişliyor. “Güvenlik duvarı” halka karşı örülüyor. AfD’nin parlamento seçim sirkinden dışlanmaya çalışılmasıyla, sadece AfD’ye oy vermiş olanlar değil, tüm halk dışlanmaktadır.
Halkın siyasi süreçten, tartışmadan bu şekilde dışlanması, parlamentarizmin ve dolayısıyla seçimlerin temel anlamda işlevidir. Parlamentarizm sayesinde iktidardakiler, halkı ve onların isteklerini ve belki de bazen taleplerini uzakta tutan bir güvenlik kuşağı oluşturmuşlardır (Berlin’de parlamento binasının etrafındaki toprağa da kazılmakta olan bir kuşak).
Talk showlar halkla temas eksikliğinin yerini alıyor. Seçim dışı tutulan konular bazen orada “ele alınıyor” – sözde. “Karar vericiler” kendi aralarında kalıyor, halk salt bir izleyici olarak bırakılıyor; bilgilendirilmek yerine eğlendiriliyor, çünkü kararda söz sahibi olmamaları gerekiyor. “Uzmanlar” tarafından alınan kararlarla eğlendirilirler. Bunlar sadece halka duyurulmalı, “anlaşılır kılınmalı”, “açıklanmalı”: Propaganda.
Halkın bu şekilde dışlanması bu seçimde özellikle belirgindir. Aynı zamanda, AfD faşist değilse bile radikal sağcı olarak görüldüğü için seçmenlerin ve vatandaşların çoğunluğunun gözünde bu dışlama haklı görülüyor – sanki bu dışlamanın kendisi zaten anti-demokratik değilmiş gibi; ve sanki savaşın kendisi de bu değilmiş gibi: “Faşizm, bir daha asla” 1945’te, “Savaş, bir daha asla” anlamına geliyordu!
Medya tarafından halkın favorisi olarak gösterilen Merz ve Pistorius, savaş lehine bir karar anlamına gelmektedir. Sonuç “büyük koalisyon” olarak adlandırılacaktır. Ve: bu, seçimlerin ve dolayısıyla halkın sonucu olarak “ilan edilecek”, daha sonra, 1914’teki “günah anı” açıklamalarından bildiğimiz gibi olacak: Halktan, işçi sınıfından gelen baskı o kadar güçlüydü ki SPD savaş kredileri lehine oy kullanmak zorunda kaldı.
Halkın kararlardan dışlanması savaşın ön koşuludur. Savaş ve halkın dışlanması tek ve aynı şeydir. Bu yüzden savaş hakkında tek kelime yok. Bunun yerine anti-demokratlara oy vererek önlenmesi gereken faşizm tehlikesinden bahsediliyor, tıpkı özgürlük ve demokrasi için verilen savaşın faşist rejimleri destekleyerek kazanılabileceği gibi.
Yeşiller parlamento sirkinde kaybedecek olsa bile, bu hileli oyunda kaybeden halk olacaktır. Dışlanmaları ve sorunlarının seçim dışı bırakılmasıyla zaten kaybedenler haline getirilmiş olan halk, maliyetlere de katlanmak zorunda kalacaktır. Savaşa verilen destek, yaptırımlar ve sanayisizleştirme politikaları sonucunda hayat pahalılığı zaten olağanüstü artmış durumda. Savaş şiddetlendikçe bu maliyetler artmaya devam edecek ve savaş bölgesindeki yaşamı dayanılmaz hale getirecektir. Halk şimdiden buna hazırlanıyor: Altyapı (ulaşım yolları ve trenler, tıbbi bakım ve hastaneler, en önemlileri) savaşa uygun hale getiriliyor, savaşın gereklerine uyarlanıyor, tercihen savaş personeli için ayrılıyor ve sivil halktan büyük kısıtlamalara hazırlanmaları, nihayet “mutluluk bağımlılığından” vazgeçmeleri isteniyor (Gauck).
Almuth Bruder-Bezzel ve Klaus-Jürgen Bruder
(2025) Macht und Herrschaft
Politik psikoloji ve propaganda davranışlarımızı
nasıl manipüle eder? Verlag Hintergrund, Berlin
Çeviri: PoliTeknik Almuth Bruder-Bezzel ve Klaus-Jürgen Bruder
- Peter Brückner (1967) Ist der Mensch zum Frieden reif? ↩