İnsanlık tarihinde “direnme hakkı”nın temel dayanağı, haklı olmaktır. Sömürü, işgal, savaş, baskı ve şiddete karşı eşit ve özgür yaşama hakkının direnişle kazanılması kadar meşru bir temel yoktur. Bu temelin ölçeği bireyin yüreğinden başlar beslendiğimiz ve emekle yurt haline getirdiğimiz topraktan gezegenimize, hatta evrene kadar genişler.
Gezegenimizin her bucağında direnme hakkını eylemle taçlandıran direniş hareketleri, çok öğretici veriler ve dersler sunmaya devam ediyor. “Direnme hakkı”nı gezegenimizde hiç kimsenin kullanmasına ihtiyaç duyulmayacağı bir yaşam biçimi kurulana kadar bu dersleri haksızlığı tarihin çöp sepetine atacak biçimde değerlendirmek en önemli insanlaşma eylemidir.
Bugünün dünyasında “direnme hakkı”nın en zor koşullarda sürdürüldüğü coğrafya Ortadoğu’dur ve bu coğrafyanın en çok kanla yoğrulduğu topraklar da Filistin’dir. Filistin topraklarının İsrail Siyonizmince işgal edilmeye başlandığından bu yana büyük acılar çeken Filistin halkının yüzyıllık direnişi ders alınması gereken çok veri sunmaktadır. İşgal karşıtı yurtsever halk direnişinin bir sembolü olarak, özellikle GOP çerçevesinde emperyalist ülkelerin Ortadoğu’yu daha çok yağmalamak için azgınlaştırdıkları işgal politikalarına karşı, Ortadoğu halklarının anti-emperyalist mücadelesinde yaşamaya devam edecek.
Daha önce kaleme aldığım aşağıdaki metni, Politeknik Dergisi’nde yayınlanmak üzere Filistin ve Lübnan halkı başta olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının eşitlik ve özgürlük mücadelesinin gerçek barışla taçlandırılmasına adıyorum.
İnsanlığın belleğinde “yurt” kavramı ne zaman oluşmuş, bunu bilemiyorum ama “yurt edinme”nin hem yoğun emeğin hem de toplumsal örgütlenmenin bir ürünü olarak bilince dönüştüğünü söyleyebilirim.
Uluslaşmanın tarihsel bir kategori olarak kapitalizmin gelişimiyle ortaya çıktığı biliniyor. Ulus devletlerin de bu sürecin önemli dönüm noktalarından biri olan Fransız Devrimi’yle yaygınlaşmaya başladığı, özellikle 19. yüzyılda Avrupa ve Amerika kıtalarında uzun süren iç savaşlardan sonra uluslaşma süreçlerinin tamamlanarak ulusal devletlerin kurulduğu, 20. yüzyılda ise Afrika ve Asya’da emperyalist ülkelere karşı ulusal kurtuluş hareketleri yoluyla bağımsızlığına kavuşan birçok devletin ortaya çıktığı hepimizin malumu. İnsanlık son süreçte ulusal devrimlerin yerini sınıfsal devrimlerin aldığı 1917 Ekim Devrimi’nden sonra yepyeni bir aşamaya gelerek, sömürüsüz bir dünyanın da kurulabileceği umudunu somuta dönüştürmeye başlıyor.
İşte bu umuttur ki, Dünya’nın birçok coğrafyasında ezilen halkların ve sömürülen insanların, özgürlük ve bağımsızlık için “haklı savaşları”nı destanlaştırmalarını sağlıyordu. Sömürü düzenini savaşla sürdürmek zorunda kalan emperyalist-kapitalist ülkeler, Rusya’dan başlayarak Doğu’yu ve Avrupa’yı etkilemeye başlayan sosyalizmi yıkmak için Nazi Almanya’sının yıkıcılığında İkinci Paylaşım Savaşı’nı başlattılar. Sovyet halkları, Avrupa ve Balkan emekçileri bu azgın saldırıları zor koşullarda püskürttüler. Bu savaşta on milyonlarca insanın ölümü, Nazi kamplarında yaşanan büyük acılar, işgal ve savaşa karşı direnişler sinema ve edebiyat yoluyla çokça işlendi. Ancak, özellikle Birinci Paylaşım Savaşı’nın yarattığı büyük acılar, bu süreçteki işgallerin arka perdesi, işgale karşı yürütülen direnişler ve ortaya çıkan sonuçlar konusunda Dünya edebiyatına, sinemasına aktarılan çok önemli yapıtlar ortaya konamadı. Anadolu’nun işgaline, Yemen başta olmak üzere değişik cephelerde yaşanan savaşlara dair çokça türküler yakıldı, destanlar yazıldı. Savaş sonrası, özellikle İstiklal Savaşı’na dair birçok roman da kaleme alındı. Arif Berberoğlu’nun “İhanet” şiirindeki “Kırık bir beşiktir Anadolu tarihin evinde/ bazen isyanların dereler dolusu kanın/ bazen rüzgarların denizlerin salladığı…” dizeleriyle betimlediği Anadolu’da yaşananlara dair yazılan da ne yazık ki Dünya edebiyatının önemli yapıtları arasına giremedi veya girdirilmedi.
Özellikle Ortadoğu’nun 19. yüzyılda petrol bakımından kapitalist dünyanın ilgi odağı haline gelmesi ve bunun sonucunda da demiryollarının inşası başta olmak üzere denizyollarının yeniden güçlendirilmesi, bu bölge halklarının bir paylaşım savaşının kurbanları olacakları konusunda sinyaller vermeye başlar zaten… Bu sürece dair yazılanların daha çok Batı merkezlerinde yoğunlaştığı görülür. Ortadoğu’da bu sürece kafa yoranların ürünleri ise, İstanbul ve Beyrut’ta ortaya çıkar. Ancak, bu coğrafyada yaşayan halkların eğitim düzeylerinin düşüklüğü, okuma-yazma bilenlerin azlığı gibi birçok nedenle ortaya konan bu ürünler halk arasında yankı bulamaz. Birinci Paylaşım Savaşı sırasında ve daha sonraki İngiliz ve Fransız işgallerinin ilk yıllarında bölgede yaşayan halkların özgürlük ve bağımsızlık isteklerini dile getiren şiirler, daha çok halk şairlerinin söylediği epik şiirlerdir. Cephede askerler arasında bu şiirler moral kaynağı olur. Ancak, şiirler yanında öykü ve romanların kaleme alındığı güçlü edebi yapıtların verildiği dönem ise, 1946’ya kadar Lübnan ve Suriye merkezli süren Fransız işgal yıllarıdır.
Bu yıllarda yetişen yazarlar ve şairler arasında Hanna Minna, Süleyman İsa ve Nizar Kabbani önemlidir. Bugünkü Samandağ’a bağlı Aknehir Beldesi’nin eski adı olan Nairi, sonraki adıyla Nahırlı’da doğup daha sonra Suriye’ye giden Süleyman İsa, gerek şiirleri gerekse çocuklara yönelik ortaya koyduğu yapıtlarıyla son dönem Arap edebiyatında önemli yer işgal eder. Onun, İsmail Özdemir arkadaşımız tarafından Türkçe’ye çevrilen “Şairler ve Sesler…” başlıklı şiirini örneklemek istiyorum.
“Susuzluğun yaktığı bir kum taneciğine/ Büyük bir yağmur damlası akar gibi/ Ve öyle uzadı ki bu on üç marş oldu sonunda/ İçinde iki zıddın çatıştığı/ Ezici kuvvetler/ Sesler…/ Boğamaz umudun tüm ipliklerini/ Azap çekenlerin, parçalanmışların sembolü için…/ Şair için birçok sığınak, birçok teselli vardı…/ Sonunda ona… ebediliğin marşı kaldı/ Bırakın anlatsın size azabının öyküsünü/ bir kısmını azabının/ Bu marşlarla… Bir şey… acı,yaralayıcı,anlaşılmaz/ Dalıyordu şairin hayalini bir an/ Sonra kayboluyor, sönüyordu ve fakat/ dönüyordu çok geçmeden. Haziran 1967: bozgun yılı/ Felaket… prangalıyor onun/ Kapatıyor yüzüne geçitleri…/ Gözlerindeki ışığı boğazlıyor…/ canlı canlı gömüyor onu/ Ne bir beyit söyleyebildi/ Ne bir kelime yazabildi tam bir yıl boyunca…/ Tam bir yıl boyunca… zillet solmuş/ Boğulmuştu utanca…/ Ve her kim boğulur yazamazdı ki artık. Haziran 1968/ Büyük acı tazeliğini koruyor hâlâ…/ derinliklerinin en derininde kanayarak/ Ve bütün doğruluğu ve apaçıklığına rağmen söz/ Çolpa ve aciz kalakalmış ortada/ Umutsuzluğuyla boğuşup direniyordu hâlâ o…/ Ruhumu yavaş yavaş çıkarmaya çalışarak mezardan.”
Hanna Minna’nın Fransız işgal yıllarında bugünkü Hatay coğrafyası başta olmak üzere Kuzey Suriye’de gerçekleşen direniş hareketlerini de konu edindiği “Müstenka”, Türkçesiyle Bataklık adlı romanı, Arap dünyasında en çok okunan yapıtlar arasında yer alır. Bilindiği üzere Arap dünyasında hikaye etme geleneği şiirlerde de, özellikle mesnevi ve kasidelerde, sürdüğünden roman tekniğiyle bu konuların işlenmesi bu dönemde hızlanır. İşte tam da bu noktada özellikle Arap dünyasındaki düzyazı ve romana dair kısa bir değerlendirme yapmak gerekiyor.
Araplar, romana “raviya”, romancıya da “râvi” diyorlar. “Râvi”nin “rivayet eden, söyleyen, anlatan” anlamına geldiği biliniyor. Türkçede de şiir dizlerinde “Rivayet sanılır sonra”, dilbilgisinde “rivayet bileşik zaman” şeklinde gördüğümüz “rivayet” sözcüğünden yola çıkarak bunu romanla ilişkilendirmek kolay. Ancak, Türkçede de kullanılan “rava” sözcüğüyle ilişkilendirerek bunun romanla bağlantısını kurmak, özel araştırma yapmaksızın pek mümkün görünmüyor.
Çocukluğuma denk gelen 1960’lı yıllarda bizim köylerde (Hatay Yayladağı ilçesine bağlı köyler) uzaktan su taşımak için at, eşek gibi hayvanların sırtına, her iki yandan sarkacak biçimde iki gözlü olan plastik su kapları kullanılırdı. Buna “rava” derlerdi. İşte, yıllar sonra Şam’da karşılaştığım bu sözcük, Araplar için hikaye ve romanın neden bu denli önemli olduğu konusunda beni yeniden düşünmeye sevk etti.
Araplar düzyazıya “nesir, serdi” diyorlar. Romana ise “raviya”. “Su getiren, suyu dağıtan” anlamına gelen “râvi” sözcüğünü ise “romancı” karşılığında kullanıyorlar. Böylece şiir söyleme geleneklerinde yer alan “bahr”, yani deniz veya suyu, romana aktarmış oluyorlar. Roman türünün doğduğu Batı’daki gelişiminin ise böyle bir ilişkilendirmeyle hiçbir bağlantısının bulunmadığı da biliniyor. Öyleyse Araplar için “rivayet etme”, “hikaye etme” geleneği “şiir söyleme” geleneğinin belli bir birikiminden sonra ve onun devamı olarak gelişmiştir. Ben bunu, bir başka önemli konuyla da bağlantı kurarak noktalamak istiyorum. Arap Yarımadası’nda veya Önasya’da ortaya çıkan dinlerin kitapları ve bunların okuma usulleri bu açıdan incelendiğinde görülmektedir ki, cümleler halinde kurulan anlatımlarda da şiirsel bir söyleyiş egemendir. Bunları dinleyenlerin, anlamsal bir kavrayışları olmaksızın da büyülenmiş gibi hareket etmeleri, şiirsel söyleyiş ve makamsal okuyuşun büyüleyiciliğinden kaynaklanmaktadır.
İşte anlatımdaki bu şiirsel doku, Arap romanındaki dil ve üslubun değerlendirilmesinde önemli bir veri olarak alınmak durumundadır. Böyle bir gerekliliği ortaya koyan önemli yazarlardan biri de, gerek Birinci Paylaşım Savaşı sürecini, gerekse ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya giriş yöntemlerini romanlarında çok iyi işleyen, dolayısıyla son 20 yıldır yapıtları Dünya dillerine çevrilmeye başlanan Arap romancı Abdurrahman Munif’tir. 1970’li yıllardan itibaren romanları Arap dünyasında ilgi görmeye başlayan Abdurrahman Munif’in, Arapçanın birçok bölgede farklı lehçe ve ağızlarının olması nedeniyle bir roman diline dönüştürülmesi konusunda ciddi çalışmalar yaptığına tanık olunmaktadır. Bu lehçeler üzerinden ulusallık ve yurtseverlik çizgisinde “ara bir dil” yaratma çabası gösterir. “Mudunu’l-milh” romanında diyaloglarda “ara dil”e yaklaşan bir anlatıma başvurmuştur. Bunda başarılı olmasının en önemli nedeni ise, roman kahramanları arasında çoğunluğu Bedevi olan Araplar’ın kullandıkları konuşma dilinin fasih Arapçaya çok yakın olmasıdır. Burada, böyle bir yakınlığın bulunmadığı durumlarda ve özellikle geleceğin Arap romanını geliştirme sorunu bakımından “ara dil”in nasıl geliştirileceği sorunsalı Arap romancılar için devam etmektedir.
Munif’in, beş ciltten oluşan bu nehir romanın ulusallık, yurtseverlik ve anti-sömürgecilik bakımından taşıdığı önem kadar bir başka değerli yönü de bu sorunun çözümüne ışık tutmuş olmasıdır. Bu romanda Bedevice diyebileceğimiz diyaloglar tuhaf kaçmadığı gibi karakterlerin doğasına da uzak düşmemiştir. Romanın Arap dünyasında yadırganmadan büyük okur kitlesine ulaşması ve derin yankılar uyandırması da bu bakımdan önemlidir.
Abdurrahman Munif’in Türkçede yayınlanan kitabına dair, Nikbinlik dergisinin Aralık 2003’te yayınlanan 17. sayısındaki değerlendirmemi buraya olduğu gibi aktarmayı uygun görüyorum: “Türkçeye çevrilen ilk romanı Sıbaku’l-Mesafetü’t-Tavila, yani “Uzun Mesafe Koşusu”nda İngiliz ve Amerikan emperyalistlerinin 1950’li yıllarda İran’da yürüttükleri casusluk faaliyetlerini, polisiye roman türünde anlatmıştır. Londra-Zürih-Beyrut güzergahında işlenen casusluk faaliyetlerinin, Şark toplumlarının özellikleriyle, hele hele Şirin adlı İranlı bir kadın tiplemesi üzerinden cinselliğe dair yaklaşımlarıyla iç içe giren kurgu ve anlatım zenginliğiyle verilmesi Arap romanının, Türkiye’de bir başka boyutta tanınmasını sağlayacaktır.” Bu yazının yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra yitirdiğimiz bu büyük yurtsever ve sosyalist romancıyı burada saygıyla anarken, özellikle “Mudunu’l-milh” romanının bir an önce Türkçeye kazandırılması gerektiğinin altını çiziyorum. Bu açıdan Yenihayat Kütüphanesi Yayınları’ndan sonra çeviri girişiminde bulunan Papirüs Yayınları’nın çabasının da meyve vermesini diliyorum.
İşgal karşıtı şiirleriyle tanınan ve sembolist anlatımıyla öne çıkan Suriyeli şair Ali Ahmed Said, “Adonis” adıyla yazdığı şiirlerle Dünya edebiyatında kendinden söz ettirirken “Şeddad” başlıklı şiirinde şu dizelere yer verir :
döndü şeddad, döndü
çekin arzunun sancağını
ve reddinizi işaret bırakın
yılların yolunda
üzerinde bu taşların
sütunlu’nun adıyla
orası reddedenlerin vatanıdır
umutsuzca ömür sürenlerin
küplerin mührünü kırıp
tehditle alay ettiler
köprülerinde esenliğin
orası yurdumuzdur ve biricik mirasımız
biz oranın kıyamet gününe bekletilen çocuklarıyız”
Aynı şair, Ortadoğulu insan için “gurbet-vatan” ilişkisini “Rüya” başlıklı şiirinin bir bölümünde şöyle işler: “kaçtı kentimiz/ neyim ben ne? / kar ve dolunun ardından ölen/ ölen ve bana yazdığı mektupları göstermeyen/ ve kimseye yazmayan/ bir toygara ağlayan bir başak mı? / onu sordum ve zamanın sonunda / yere serili cesedini gördüm/ ve haykırdım: ‘ey kırağının suskusu/ ben onun gurbetine vatanım/ gurbette olan benim, mezarı da vatanım”
Filistin’in büyük ozanı Mahmut Derviş, Filistin ve İsrail halklarının eşit ve özgür bir düzende bir arada yaşayabileceklerine dair görüşlerini çekinmeden dile getiren Komünist Partisi üyelerinden biridir. Bu nedenle Siyonistler tarafından hep hedef tahtasına konduğu gibi merkezi Şam’da bulunan Arap Yazarlar Birliği’nden de ihraç edilmiştir. Yönetmenliğini üstlendiği Karmel adlı sanat dergisinde yer alan hem İsrail siyonizmine karşı eserler hem de Arap ülkelerindeki kukla yönetimlerin zaaflarına vuran yazılar nedeniyle zaman zaman başı derde giren Mahmud Derviş’in “Anneme” şiirden bir kesit aktarmak istiyorum. “Dönemezsem eğer/ tandırının ateşine yakıt yap beni/ ve avluna koy bir çamaşır ipi gibi/ senin sevgi gün ışığın silinince/ kaybettim ibadetimi … Yaşlandım/ çocuklarımın yıldızlarını bana geri ver/ katılabilmem için arasına küçük kuşların/ ve o kuşlar gibi beklenen yuvama/ umduğum yuvaya/ kavuşabilmem için geri ver…”
Bir başka Filistin halk şairi Tevfik Zeyyad ise şöyle seslenir: “Kalacağız burada/ zeytin ve incir gölgesinde dinlenerek/ hamurdaki maya gibi/ düşüncelerimizi ekerek/ sinirlerimizde buz soğukluğu/ beynimizde kızıl cehennem/ susuz kalınca kayaları sıkarak/ aç kalınca toprağı yiyerek/ ama hiçbir yere gitmeyerek”
Filistinli şairlerden Fatva Tukan’ın işgal karşıtı ve yurtseverlik yüklü şiirleri karşısında, bir zamanların İsrail yöneticilerinden Moşe Dayan şöyle demişti: “Fatva Tukan’ın şiirleri, bize çevrilmiş en etkili silahtır.”
Arap halkının komşusu ve şair dostu Ali Yüce, bu seslenişe Hatay’dan el verir : “Dinle beni/ Topa tüfeğe bombaya/ Taşla karşı koyan çocuk/ Yaz bir yere unutma/ Bu karanlık çürüyecek/ Gül bahçesi olacak dünya/ Ağlayanlar mutlaka gülecek” Lübnan ve Filistin’de Arap yoldaşlarıyla birlikte 1981-1983 arasında İsrail işgaline karşı bilfiil mücadele eden Hataylı şairlerden biri de Adil Okay olup “Filistinli Çocuklar” şiirinde şunları dile getirir: “Dilsiz kalabalıklarda büyür yalnızlığım/ Postal sesleri boğar türkülerimizi/ Bir gecede büyüyen Filistinli çocuklar/ İntifada biçer mayın tarlalarında/ kutsal topraklar utanır/ Ben utanırım çaresizliğimde/ Sınırları zorlarım/ Taş doldurup ceplerime”
Oğlu Filistin cephesinde savaşmış olan Süleyman Okay da “Tel-Zaatar” şiirinin bir bölümünde şöyle der: “ Tel-Zaatarda/ Lumumbalar Spartaküsler doğuyor sevgilim/ kan ve ölüm besliyor direncimizi/ bir yeni Vietnam doğuyor Tel Zaatarda/ Çombelere karşı/ Ölürsek bu uğurda sevgilim unutma/ kutsal ve hak edilmiş kinimizi/ ilet çocuklarımıza”
“Tel-Zaatar”ı şiirine konu edinen şairlerden biri de Ali Ozanemre’dir. Kuzey Suriye ve Amik coğrafyasına komşu Çukurova’nın Gavurdağları’na yakın bir ucunda dünyaya gelen ve bu coğrafyada yaşanan kültürleri, değişik halklardan insanların ilişkilerini yakından öğrenme olanağı bulan Ali Ozanemre, Türk, Kürt, Ermeni ve Araplar’ın ortaklaşa yaşantılarıyla harmanlandıkları bu coğrafyada yaşanan çarpıcı olayları İkinci Kerem Sonuncu Aslı adlı öykü kitabında anlatır. Halklar arasındaki çatışmaların insani boyutları, işgalcilerin kışkırtmaları yanında, en zor koşullarda insan yüzünü yitirmeyen ve dostlukları yücelten nice kişilikleri öne çıkardığı bu öykülerden sonra Ali Ozanemre, evrensel duyarlılığını Filistin Sancısı adlı şiir kitabında ortaya koyar. Bu nehir şiirin bir kesitindeki dizeleri birlikte okuyalım: “düşman kurttur ak kuzunun postunda/ çağıl çağıl Filistin öksüz ve yetim/ bütün yollar kesik Tel Zaatar üstünde/ hiç böyle direnme gördün mü Beyrut/ ki yakın kılar ırağı”
Ali Ozanemre’nin kültür coğrafyasından beslenen kentteşi Ahmet Tolu da “Filistin Savaşı” şiirinde şöyle sesleniyor: “ fırat’ın ötesine “yürü” demiş yahova/ yürü demiş kardeş çocuklarına/ bir bilge ölü deniz/ bir tarih filistin’in ortasında/ birbirine benzer öfkeli her beniz/ karanlığın tünelinde topallıyor barış/ rüzgar aksak semai çalıyor kuşlara/ bukağı vurulmuş batı’nın diline/ filistin’de acı karışıyor kanlara/ oluk oluk akıyor kutsal yöre göllerine// çocuklar ağlıyor lût çukurunda/ yok başka ışıltı güneşten gayrı/ sınır tanımıyor haykırışlar/ batı, uzaklarda sağır sultan/hepsi bir, hepsi ayrı ayrı// kan kana karşı/ kan kana karışık, soy soya/ “insan”lar(!) durdurun savaşı/ insanlığı çiğnemeyin ağzınızda/ insanlık adına/ bilmediğiniz! // aydınlığı ezmeyin karanlıklarda/ dar sokaklarında salınır bağdat’ın/ bir avuç kara öfke için/ kararmasın çocukların yüzleri/ beyninizin loşluklarında/ canlılık adına / uçurumdaki köpeği yaşama döndürürken/ salt yaşama sevinci içerirken devinimleriniz/ ve de mutluluğun doruğuna ulaşırken hepiniz/ insanı sürmeyin ölüm tuzaklarına// yılları beslemiş mezopotamya/ koynunda büyütmüş asur’u sümer’i/ yok etmeyin/ ekinin dünyaya yayıldığı yeri…”
Ortadoğu’nun Akdeniz’le kesişme noktasında, Hatay’da yaşayan şair Nevruz Uğur da “Filistin’de (Yine) Kan Konuşuyor” şiirinde şöyle sesleniyor: “… Şimdi Filistinli bir gülüm/ Takıldım yakasına cümle halkların/ Ekildiğim topraklarda öldürüldüm/ Görmüşüm son mucizesini kutsal asanın/ Kollarında can veren kardeşlerimdi Musa’nın (…) Sevgilerdeyim ben/ Dudaktaki kiraz yanaktaki al/ Yürekteki sızı/ Sevenin boynuna vebal/ Burada/ Çölde/ Ben yanıyorum petrol yerine/ Sen yanıyorsun/ O yanıyor/ Acılı yurdumun paramparça zarından/ Döl gibi sıçramış öfke yanıyor/ Gerillalar doğsun diye Filistin’in karnından”
1980’li yıllarda İran’la Irak’ın, özellikle ABD’nin tezgahladığı savaş senaryolarıyla desteklediği Saddam rejiminin provakasyonlarıyla yıllarca savaştıkları, arkasından yapay devlet konumundaki Kuveyt’in Irak tarafından işgali, daha sonra da doğrudan ABD emperyalizminin “Körfez Savaşı” olarak adlandırılan danışıklı savaşı belleklerden silinecek kadar eskimedi. 2003 Mart’ında ABD, İngiltere ve birkaç işbirlikçi ülkenin katılımıyla Irak halkının başına bombalar yağdırmaya başlayan “haydut devlet”ler, gün geçtikçe işgal karşıtı direnişin kökleştiği, yaygınlaştığı bir dönemde “Vietnam sendromu”nu hissetmeye başladılar. Bu süreçte Irak halkına edebiyat, özellikle de şiirleriyle güç katan önemli Iraklı şairler de çıktı. Bunlar arasında 1934’te Basra yakınlarındaki Abdülhasib köyünde doğan ve sosyalist düşünceleri nedeniyle Nizar Kabbani, Abdurrahman Munif gibi başka yerlerde yaşamak zorunda kalan Sadi Yusuf’un “Çakal Düğünü” şiirinin son bölümünü aktarmak istiyorum:
“Ah, Muzaffer el-Nevab, / gel bir anlaşma yapalım: / Ben senin yerine geçeyim/ (Şam o gizli otelden çok uzakta…) / Çakalların yüzlerine tüküreyim / Tüküreyim listelerine,/ Bildireyim ki biz Irak halkıyız / biz bu ülkenin antik ağaçları, / gururluyuz alçakgönüllü sazdan çatıların altında.”
Yukarıda söz ettiğimiz ve haksız bir savaş olan Irak-İran çatışmasının acılarını yüreğinde hisseden ve Ortadoğu’dan işgal karşıtı çizgiler arasında Farsçanın ses rengiyle dikkati çeken şairlerden Menuçehr Ateşi’nin “Yusuf Segâhta” şiirini okuyalım şimdi de…
- Ey benim masum kardeşlerim
Mısır kervanlarını bekleyen o kuyuya kadar daha çok var
ve sizin sözcüklerinizin gebe kaldığı
o kurt
daha doğmamış
gelin
Kenan’ın yeşil vadilerinden azcık zambak derelim
- Ey benim perişan kardeşlerim
pusularınızı boşuna kurmayın
filistin’in adsız sansız güvercinlerini avlamak için
(kılıçların cehenneminden doğan kuş
ateşten gagası olacak)
ve anasız bir keçinin eti
baba için daha lezzetli olacak
(kardeşini ve babasını onunla aldatan)
- Ey benim hileler düşünen zavallı kardeşlerim
mısır’da çılgın bir kadın yaşıyor beni kral yapacak
acele edin
vaadedilmiş kuyu yakınınızdadır
ve sizin kıskançlık mağazanızda doğan
adı kötüye çıkmış o masum kurt
dudaklarını uzun diliyle yalamakta
acele edin kardeşler!
Coğrafyamızın en eski halklarından biri olan Kürtler’in de, tarih boyunca büyük acılar yaşadığı biliniyor. Geçmişte Ahmede Hani’nin mesnevilerinde somutlanan bu acılar, daha yakın bir zamanda Ciğerxun’da derinlik kazanır. Adının anlamına denk düşecek biçimde “ciğeri kanlı” hale gelen bu halkın şairi olarak onun şiirinden, birbirini tamamladığını düşündüğüm üç örnek vermek istiyorum.
EY İŞÇİLER BİRLEŞİN
….. … Ne güne dek köle kalacağız Ayaklar zincirli kollar boyunduruklu Hep safında kölecilerin Ne güne dek onlara destek olacağız Bu özgürlük çağıdır Bu özgürlük çağıdır İster yok oluş ister kalış Ya yaşamak ya kara yas “kimim ben, 1973”
SAVAŞ İSTEYEN KİM BARIŞ İSTEYEN KİM ….. …… Köleci hep böyle kör kalalım ister Biz boyunduruklu zavallı; kendisi yüce yaşasın diye Pahalıya satsın diye kumaş, demir ve traktörü bize Servetimizi, toprağımızı, petrolümüzü zorla alsın diye O, koyun ve bağlarımızı yesin, biz ona çobanlık, bağbanlık yapalım diye. “özgürlük devrimi 1954”
CAN ÇEKİŞİYOR ZULÜM ÇAĞIN YARGI VE ŞİDDETİYLE Şu çaputu çıkar kulaklarında artık yeter Ve dinle haykırış ve bağırışları Dinle ve sen de kuşan savaşa, hakkını zorla al Hırsızlık cürüm, haraç ve zulüm yeter Yakışmıyor bunlar sana hey millet Tank ve uçak devridir, bu hışt, şiş ve tesbih de ne Oku ki özgür olasın güçlenip başarasın kavganı Bak, Filistin savaşı gibi olmuş her şey dünyada “özgürlük devrimi 1954” |
İşgale Lübnan ve Suriye’yle aynı dönemde uğramış olan bugünkü Hatay topraklarında yetişmiş şair ve yazarlarımızdan önemli bir kısmı, yukarıda birkaç örneğini de verdiğimiz üzere, bu konuyu işleyen şiir, öykü ve romanlar yazmışlardır. R.Halit Karay’ın “Çete”, Ali Yüce’nin “Şeytanistan” romanından Burhan Günel’in “Acının Askerleri” romanına, Refik Halit Karay’ın “Gurbet Hikayeleri”nden Bekir Sıtkı Kunt’un öykülerine kadar çokça yapıtı örnekleyebiliriz. Burada sözü fazla uzatmadan Fransız işgal yıllarıyla ilgili kaleme alınmış iki şairin şiirlerinden söz etmek istiyorum.
Şair Süleyman Okay, Fransız işgal yıllarında çocukluğu geçmiş biri olarak “Fransız Mücadelesi günlerinin gözüpek Antakya çeteleri”ne adadığı “Gün Avcısı” şiirinde şu dizelere yer verir: “Ve abasına/ gizlediği altatarını çekti/ boşalttı bir dolu/ bir dolu daha/ yankısı kenti döverken/ o girdi aha/ bir ucu Keferabit’ten çıkan/ kara mağarasına … Gün endamlıydı/ martılar uyanmıştı ilkin/ gagalar al libasları aktı/ gün avcısı şaşkın tepeden/ kente baktı”
Süleyman Okay’ın yakın arkadaşı Sabahattin Yalkın ise “Benden Selam Olsun Cemil Hayyik’e” şiirinde, Fransız işgalcilerinin bazı toprak ağalarıyla işbirliği yaparak yoksul halka baskı yapmasına tepki gösteren bir Nusayri yiğidi Cemil Hayyik’in destanını işler. Şiirin ilk üç bölümü şöyle: “1. Üveyik sessizliğinde Asi suları/ Bin türlü sevda içinde akar Akdeniz’e/ Daha toprağın suyu/ Yürümeden biber fidelerine/ Cemil Hayyik elinde mavzer tetikte 2. Kaç yıl oldu Fransızlar peşinde/ İdama hüküm giymiş gıyabında/ Bir gün yakalanırsa/ Ne güneyin mavi göğü/ Ne de defne kokusu umurunda/ Hele milislerin kurşunu/ Vız gelir ona 3. Ağanın veletleri bir gece/ Soymuşlar yarıcının kızını cısçıplak/ Kan ağlar Karaçay’ın suları/ – Ah bacı, ah namus / Söylenti böyle/ Ve yıldızlar hep yıldızlarla sus pus” Savaşın, işgalin sınıfsal niteliğini ortaya koyması bakımından Sabahattin Yalkın’ın bu destanı kaleme alış ve şiirleştiriş biçimi önemlidir.
Sabahattin Yalkın’ın “Dicle’de Zaman” şiiri ise, Anadolu’yu da içine alan Ortadoğu’nun dün-bugün-yarın sentezinde ağıdını izlek edinmektedir.
- .. sözcüklerin dışına çıkamıyorum
Ve Bağdat orda uzakta Dicle kıyısında
Birazdan açar gün günsenir baharat kokulu sokaklar
Ezan seslerini toplaya toplaya akar sular
Bir Kerbela acısı yüzlerde zaman
“Ya sabah el hayr…” – Hayırlı sabahlar
Ve bu ne böyle Ecüc-Mecüc topları
Ağıtlı bir şarkı karışır Dicle’nin sularına
- .. sözcüklerin dışına çıkamıyorum
Iraklı Cemil Havva… Hıristiyan bir Arap
Tuna’nın kenarında bembeyaz yavuklusu yanında
Bir şeyler yarı İngilizce yarı Macarca
Hamile bıraktığı Budapeşteli kadına
“Allah vekil…” – “Tanrı tanıktır seni alacağım!”
Ve ben öpümlük İlona’yı geceye soyarım
Umutsuz bir aşk karışır Dicle’nin sularına
- .. sözcüklerin dışına çıkamıyorum
Munzur’un karları eridikçe coşkulanır Dicle-Fırat
Gecenin ayazı büyütür dağların yalnızlığını
Umurunda değil suların… bu sınır… bu çöl… bu korku…
Bağdat’ın orda abdestini tazeler Şii imam
“Le ilahe illallah…” – Tapacak yok Tanrı’dan başka
Ve gözlerinden utanır bin bir gözlü bir uydu
Kanlı bir zaman karışır Dicle’nin sularına
Dağların doruklarından fışkırıp ve sınır tanımayarak çölleri sulayan ikiz nehirlerin Mezopotamya’da buluştuğu, tersine akarak “asi”leşen ırmakların derin ovalarda oynaştığı, kum yutup petrol tüküren kabilelerin dolaştığı ve işgalcilerin her zaman kaybettiği Ortadoğu topraklarında, bugün de işgal karşıtı çizgilerin galebe çalmasından umutlandığımızın altını çizelim. “İşgal”in de üstünü çizmek üzere, sanatın toplumcu çizgisini kalınlaştıralım.