Küresel korsanlığın genel karargahlarından birisi olan Davos’ta konuşan “Batılı” bir liberal faşist (K. Schwabs), başta kendi ülkesinin emekçi halkı olmak üzere bütün dünya halklarına aynen şunu ilan etmekte: “Artık seçim yapmanıza bile ihtiyaç bulunmamakta, zira sonuçların ne olacağını önceden öngörebilir ve hatta bilebiliriz”. Şu cürete bakar mısınız! Finansal sermayenin bütün insanlık için empoze ettiği mutlak esaret ilanı; dahası, onun yürürlüğe geçirdiği bir “yok ediş-yok oluş” sürecinin ulaşabileceği sınırının belirlenmesindeki açıklık şimdiye kadar hiçbir zaman bu mükemmelliğe erişmemişti. Meğer bir ve aynı şeyin bir başka ifadesi olan “tarihin sonu” tezinin küresel sermayenin entelektüel “yancıları” tarafından geri çekilmesinin nedeni, tam da topyekûn bütün insanlığı hedef alan jenosider bir saldırının ideolojik düzlemden siyasetin pratik düzlemine geçiş hazırlığından başka bir şey değilmiş…
İdeolojik ve siyasi konumunun yanında bir liberal faşist “yancının” yukarıda aktardığımız sözleri, aynı zamanda küresel sermayenin emek dünyasına karşı sergilediği tam bir küstahlık göstergesi olarak da tanımlanabilecektir. Peki, sermayedarlar ve “yancılarını” bu şekildeki bir küstahlığa itmeye neden olan şey ne olmaktadır? Üsluptan çıkarılabileceği üzere “Emekçi halklar artık sizden hiçbir korkumuz kalmadı” mı demek istiyorlar? Yoksa küstahlaşmaya sebep olan şey gerçekte korkularını yenmek için göstermeye çalıştıkları kof bir kabadayılık göstergesi olmaktan öte bir anlam taşımamakta mıdır? Bizce her iki tespit de gerçeğe oldukça yakın; ama olup biteni kendi başına tam olarak tanımlamaktan uzakta bulunuyorlar: “Deniz bitti. Manevra yapacak alanımız, paylaşarak var olma imkanımız pek kalmadı. O halde, istesek de veya istemesek de ne başka türlü olabiliriz, ne başka gidebileceğimiz yol ne de söyleyecek başka yalanımız kaldı. Bu yüzden, aslında baştan beri herkesten çok iyi bir şekilde bildiğimiz gerçeği kabul ederek son kozumuzu oynamaktan başka hiçbir çıkar yol bulamamaktayız!”
Eğer başka türlü olsaydı, yani “burjuva demokrasisinin” -emeğe ve emekçiye her zaman geçirgen olmayan veya sınıf mücadelesindeki güç dengelerine bağlı olarak az geçirgen olan- dar sınırları içinde kalarak kendini var eden “sömürü” imkanını layıkıyla yerine getirebilseydi, ne sermaye tekelleşmesini bugünkü küreselleşmiş boyutuna taşırdı, ne de kendi “anavatanı” olan “Ulus-Devlet”in milli sınırlarını havaya uçurarak geçmişteki “can düşmanlarının” vatanına (Çin gibi…) sermaye aktarımı yapardı. Eğer günümüzdeki haliyle küreselleşmiş sermayenin “insanlık tarihinde” kendine biçebileceği başka bir geleceği daha olsaydı, Fransa gibi hem 1789 “Burjuva demokratik devriminin” ve hem de 1871’de yaşanmış bir “doğrudan demokrasi deneyimi” olan “Paris Komünü”nün ülkesinde, kendisini tanrı Jüpiter ilan eden üçüncü sınıf” adi bir “küresel yanaşmayı” (Macron) Fransız burjuvazisinin mabedi olan “La République”in başına geçirmez; ona “geçmişe dönmek” üzere ülke tarihinde “karşı devrim” hareketini simgeleyen “Le Palais des Versailles”ın devrimciler tarafından birkaç kez zorlanmış köhne kapılarını açtırmazdı. Eğer, başka türlü davranma imkânına sahip olsaydı, Türkiye’de “bir avuç dolar bahşişle” cebini doldurup seçim kazandırarak başa getirdiği birine kadim bir toplumu dağıttırıp, cumhuriyetini yıktırdıktan sonra “şeriat-saltanat” devleti kurdurmaya kalkmazdı.
Neden, “burjuva demokrasilerinin” sonu?
Nasıl ki, tarihsel olarak “burjuva demokrasisi” meselesi “kapitalist sermaye” güdümünde bir sınıf hâkimiyetinin devrimler veya diğer başka yöntemlerle ikamesi ve sürdürülmesi olmaktadır; böylesi bir “demokrasinin” ömrü de doğrudan doğruya sınıf hakimiyetinin topluma mal edilmiş bir biçimi olan “kapitalist sistem”in sahip olabileceği tarihsel imkanlarla sınırlıdır. Bu anlamda, sermayenin kaderi ve onun siyasal varoluşunu ifade eden “burjuva demokrasisinin” kaderi, İnsanlık Tarihinde onun gerçekte sahip olabileceği imkânlarla sınırlı olmaktadır. Bu demektir ki, siyasal bir biçim olan “burjuva demokrasisi” ve toplumsal bir biçim olan “kapitalist sistem”, her ne kadar sermayenin insanlaşama dediğimiz antropolojik sürece kendilerine ayrılmış zaman mekan aralığında müdahalesinin kendilerine özgü biçimleri olsa da, “insan toplumu” dediğimiz genel varlıksal şeklin ezeli ve ebedi biçimlerini oluştururlar. Tıpkı genel işleviyle bir “değişim değeri” olarak tanımlanan “para”nın, “kapitalist sermaye” tarih üstü bir güç kazansın diye icat edilmediği gibi…
Bir araştırma ve düşünce nesnesi olarak “burjuva demokrasisi” meselesi, her ne kadar “siyaset biliminin” sınırlı kavram ve yöntemleriyle ve “günü birlik” içeriğiyle düşünülüp mütalaa edilebilse de, “burjuva demokrasisinin sonu” meselesi içerebileceği nesnellikle masaya yatırıldığında, bu tür bir ele alışın yetersiz kaldığı görülecektir. Bunun en mükemmel örneğini, “sapına kadar” bir burjuva bilim insanı olan, çeşitli kökenden gelen “burjuvalığını” büyük bir gururla “küresel yanaşmalara” karşı haykıran ve onu “küresel sermayeye” ve “Fransız Ulusal bağımsızlığına” kast ettiğini söylediği diğer kurum ve unsurlara (Euro para birimi) “ulus üstü” kurumlara karşı savunan Fransız bilim insanı olan Emmanuel TODD’un eserlerinde gözlemlemekteyiz. E. TODD, “uzun zaman aralığında gözlem ve değerlendirmeyi” gözeten ”Ecole des Annales” geleneğinin devamcısı olarak antropoloji, iktisat, siyaset bilimi, demografi gibi bilimsel alanlara vakıf bir dünya tarihi yazarı çağdaş bir Fransız bilim insanıdır.[1]
Hatırlatmak için belirmemiz gerekir ki, E. TODD, “kendi içinde tutarlı” ve “kendi alanında başarılı” herhangi bir bilim insanı değildir. Bilim dünyasında, çeşitli alanlarda çok sayıda ve önem arz eden bilgi, kavram ve veri üretmesinin yanında, SSCB’nin çöküşünü, 1976’da, küreselleşmeye başlayan burjuvaziye müjdeleyen birisidir de. Bir “demograf” olarak TODD, bu “peygamberce” iddiasını, o dönemde SSCB’de yüksek seviyelerde seyreden “küçük çocuk ölümleri” olgusundan yola çıkarak temellendirmeye çalışmış, “Ekim Devrimini” ise, Rusya toplumuna hakim olan “eşitlikçi komünoter aile” tipinin bireyler arasındaki ilişkilerde belirleyici olmasıyla açıklamıştır. TODD’un toplumsal ve siyasal pratikte karşılığı olan bu tezlerinin doğru ve yanlışlığı üzerinde yakın bir gelecekte etraflıca duracağız. Ancak acilen burada şunu belirtmemiz gerekmektedir ki, aynı TODD, bugün ise ABD’yi –ve hatta tüm Batı’yı- yine benzer nedenlerle çökmekte olan “küresel gücün başı” olarak görüp göstermektedir.
Bütün bunların yanında “peygamber” TODD, insanlığın “neolitik dönemi1 taşan bir değişim sürecine girmiş olduğunu, aynı zamanda bir demograf olarak her zaman yaptığı üzere benzer indikatörleri (çocuk ölümleri gibi) kullanarak ileri sürmektedir. Ancak, kendisi ne kapitalist sistemin belirlediğinin dışında yeni bir toplumsal oluşumu, ne de çeşitli varyantlarıyla “temsili parlamenter sistem” ile karakterize edilecek olan “burjuva demokrasisinin” dışında onun yerini alabilecek politik bir kurumu öngörmektedir. Küresel kapitalizmi, ona göre biricik ekonomik ve toplumsal yapılanma olan “kapitalist sistemin” içinde oluşan “ekonomist” ve “ulusal bağımsızlığı ortadan kaldıran” sapma olarak görmektedir. Kısaca o; bir “bireyci” olarak ve “ulusalcı burjuvazinin” özlemini çeken, daha çok “modernleşmenin” sürdürülmesinden yana, Fransızca deyimiyle bir “BCBG” (“şık ve temiz aile çocuğu”) olmaktan öte gidememektedir.
Bunun yanında, “kendinden materyalist” (Lenin) bir bilim adamı olarak E. TODD’dan çok değerli bilgiler edindiğimizi özellikle belirtmeliyiz. Onun eserlerindeki olgu ve kavram dünyasına dair öğrendiğimiz onca şeyden en önemlisi ise, onun “yenilgi” veya “dağılma” (La défaite) olarak nitelendirdiği, bizim “yok ediş-yok oluş” olarak tanımladığımız mevcut duruma dairdir. Nihayetinde, onun verilerine dayanarak şunu söyleyebiliriz: İnsanlığın yeni bir güne, bir topluma, bir varoluş biçimine uyanması, kesinlikle “kapitalist üretim biçimi” ve toplumsal sistemi, onların siyasal koroleri olan “burjuva demokrasisi” altında gerçekleşemeyecektir! O halde, şimdi de biz bu iddiamızı nasıl gerekçelendirdiğimizi açıklayalım.
Ekonomik planda yaşanan olgular
“küresel kapitalizmin” varlığı, TODD’un iddia ettiği gibi siyasetçilerin “ekonomist bir sapmasının” değil, sermayenin tarihsel olarak toplumsallaşma, yani kendi kendisini gerçekleştirme yetisini, diğer üretim biçimlerinin daha önce başına geldiği gibi tüketmiş olmasının eseridir.[2] Bunun sonucunda sermayenin bölük bölük yurt dışına kaymış olması olgusuna bağlı olarak, antropoloğumuzun kendisinin de her fırsatta belirttiği gibi, bütün insanlığa ilham kaynağı olmuş olan Fransa’nın “Ulus Devletinin” siyasal iktidarlarca son 30-40 seneden beri sistematik bir biçimde yıkılması olgusu gerçekleşmiştir. İşte bu, önce ekonomik ve sonra siyasi çöküş, aynı zamanda “burjuva demokrasisinin sonu” olgusuna verilebilecek en somut örnektir. Nitekim, bir kesim Fransız ekonomisti, ülke içinde toplam sermayede üretime yatırılarak toplumsallaştırılan sermaye oranının (değişen sermaye) %5’e kadar gerilediğini ileri sürmektedir.
Sermayenin toplumsallaşmasının durması ve insan varlığının sürekli yeniden üretilmesinin maddi şartlarını ortadan kaldırması olgusu[3], antropolojik bir yok ediş-yok oluş şartlarının da gündeme geldiğine işaret eder. Sonuçte, Fransa’da olduğu üzere, Türkiye de dahil olmak üzere her şeyi belirleyen “antropolojik ölçekli” ve küresel nitelikli bir olgu ortaya çıkmış bulunmaktadır: Evvelce birbirlerine çok sıkı diyalektik bağlarla bağlı olan “bireyleşme-toplumsallaşma=insanlaşma” süreçlerinin ve onun oluşturduğu denklemin zaman-mekan dışına düşmüş bir ekonomik ve toplumsal-siyasal sistem tarafından havaya uçurulmuş olması olgusu. Bu olgu ile birlikte bütün dünyanın siyasal görünümü değiştiği gibi, olguda müdahil olan antropolojik süreçler de mevcut duruma uygun olarak yeniden tanımlanmış olmaktadır.
Bireyleşme süreci ve özne sorunu
Toplumsallaşmanın durması ve hatta geçmişe doğru geriye sarmasıyla birlikte, tek yanlı olarak sadece her adımda aşırı bireyleşen ve hatta kendisi için bile değil ama sadece sermaye ve kapitalist sistem için özne-birey olabilen, toplumsallaşma sürecini ortadan kaldırma işlevine katılarak kendisini ispat edebilen yeni bir birey tipi ortaya çıkmıştır. Bu Thatcher’vari yani ancak “toplum karşıtı” olarak var olma özgürlüğüne sahip neoliberal-postmodern birey, en ideal biçimiyle, burjuva demokrasisinin yerini alan “oligarşik” oluşumun öznesi olup, kendi için birey olma hakkını sisteme katıma karşılığında küresel sermayeye “depozit” olarak bırakan bireydir. Bu birey, içinden kopup geldiği toplumsallık için birey olmadığı için “insanlık için birey” olmaktan da o oranda uzaklaşmıştır. Günümüzde, bu birey türünün dışında, onun tam tersi bir süreç yaşayan “toplumsal üretime” katılarak insanlaşma sürecine de katılan yepyeni bir birey profili daha belirgin hale gelmektedir.
Toplumsallaşma ve öznesi
Toplumsallaşmanın öznesi, toplumsallaşmadan mümkün olamayan insan hayatının sürekli yeniden üretimine katılarak aynı zamanda “kendi için birey” haline de gelen birey olmaktadır. Bu tip özne, küreselleşme döneminde bir “kara deliğe” dönüşen kapitalist sistemi ölüm saçarak “bitkisel hayatta” tutmak üzere sistem içine girmek için birbirleri ezen güruhu oluşturan yanaşma-öznelerden çok başka bir içerik ve eylem biçimine sahiptir. Yaşanan insan hayatının yeniden üretilmesi sürecine katılarak var olabildiği için aynı zamanda bir “insanlık için özne” veya insanlaşma sürecinin öznesidir de…
Toplumsallaşmanın ve/veya insanlaşmanın özneleri olan ve zaman-mekandaki bu konumundan ötürü geleceği de temsil eden bireyler ve onların oluşturduğu “kimlik grubu” aynı zamanda geleceğin yeni toplumsallık biçimlerinin örneklerini sunmaktadır.[4] Onların bu faaliyetini siyasallaşmış bir toplumsal hareket olarak Türkiye’de “Haziran ayaklanması” ve Fransa’da “Sarı Yelek isyanı” esnasında şahit olduk.
“Doğrudan demokrasi” ve demokrasinin öznesi meselesi
“Temsili Parlamenter Demokrasi” veya kısaca “Burjuva Demokrasisi”, devrimlerden doğan ve toplumsallığı ve insanlaşma sürecini zaman ve mekanda çeşitli biçimler altında taşıyan “emekçi halkın” halkın temelli bir katılımını öngörmekteydi ve bu katılım gerçekleşmeden siyasi hiçbir pratik ve teorik anlama sahip değildi. Siyasi tabiatlı olan bu katılım, elbette ki, insan ve toplum hayatının sürekli olarak yeniden üretiminin gerçekleştirilmesine katılmanın kendiliğinden bir sonucuydu. Ancak burjuvaziyi de sermayeden yana olan kural koyucu ve uygulayıcı olarak işin içine kattığından, “gerçek özne” (emekçi) ve “toplumsal nesne” (demokrasi) arasındaki doğrudan yani tarihin yarattığı parazitlerden birisi olan “burjuvaziyi” devre dışı bırakan ilişkinin gerçekliğini gizlemekteydi. Girişte aktardığımız sözler, bu durumda, emekçi sınıfın “varoluşsal” bir bağla ilişkilendiği “siyasal katılımı” içeren “demokrasi” olgusunun aktif “öznesi” olduğu gerçekliğine yapılmış bir saldırı konumundadır ve günümüzde insan emeğinin “ölü noktaya” itilmesi olgusu ile birlikte değerlendirilmelidir.
Sermayedarlar sınıfı, küresel sermayenin baskın olduğu bütün ülkelerde, “seçilmişlerin yönetimine epeyce bir süredir, pratikte son vermiş bulunmaktaydı. Fransa’nın başındaki “yanaşma” tıpkı tanrısal bir güçle yönettiğini söylediği ülkenin bir “Start up Nation” olduğunu açıklamıştı; Türkiye’deki muhatabı da yine aynı tipteki seçilmemiş bir güruhtan oluşan yönetimini ülkenin kurucu yasalarını yok hükmünde sayarak keyfi bir şekilde ele almakta. Bu arada, Macron emekçilere karşı polis gücünü askeri bir zırhlı savaş aracıyla donatırken, diğeri yeni hapishaneler açma peşinde…
Burjuva demokrasisinin külleri üzerinde kurulan yeni idare biçimini biz liberal faşizm olarak adlandırmaktayız: Aşırı bireyci neo-liberal ideolojinin ürünü bir söyleme ve eyleme sahip olduğu için “liberal”; “Ötekileri” birer “hiç” (Macron) olarak gördüğü ve “güçlülüğü” bu yapılanmanın yanaşması olarak “üstün” bir ırkın üyesi olmaya bağladığı için de “faşist”! Aynı zamanda oligarşik bir yapılanmaya da sahip bu “yanaşmalar” güruhunun artık o kadar da gizlisi-saklısı pek olmayan başlıca bir hedefi, toplumsallığı elinden alınan ve bir yük olarak görülen milyarlarca emekçi kitlesini ortadan kaldırmak olmaktadır.
Karşımıza çıkan ve bütün insanlığı tehdit eden bu yeni “jenosider” tablo karşısında, acil olarak eskisinin yerini alacak yeni bir katılımcı toplumsal örgütlenme ne olabilir?” sorusunun cevabını, kaybettikleri toplumsallıklarını yeniden kazanmak ve tarihsel olarak taşıyıcısı oldukları “insanlaşma sürecine” yeniden bir gelecek kazandırmak üzere harekete geçen emekçi kitleler vermektedir. Altını önemle çizdiğimiz “Sarı Yelek” ve “Haziran” ayaklanmaları kendi tabiatlarından fışkıran “doğrudan demokrasi” talebi ve uygulamalarını, Fransa’da RİC (Vatandaş İnisiyatifi Referandumu), Türkiye’de “Yerel Forumlar” yaratarak ispatlamışlardır.
Verilen bu somut ve son derece yerinde cevapların yanında, bir de sermayenin desteğini alan artık tarihsel hiçbir işlevi kalmamış ve sınıf ittifakı üzerine kurulu “burjuva demokrasinde” ayak diremekten oluşan, E. TODD gibilerinin de “bilimsel” desteğini verdiği, “sahte muhalefet” de itfaiye rolünü oynamak üzere piyasaya sürülmüştür. Görüşümüz odur ki, önümüzdeki günlerde, doğrudan demokrasi sürecinin önündeki en acil engel de bu kesim olacaktır.
[1] Burada özellikle yazarımızın “Ou es sommes nous?” (2017) ve “La Défaite de l’Occident” adlı eserlerinin üzerinde duracağız.
[2] Kapitalist rantın azalma eğilimi-Marx.
[3] Anlaşılabileceği üzere, burada söz konusu edilen bir tarihsel sürecin hakim duruma gelmiş olmasıdır.
[4] Etraflı bilgi için “Denge ve Devrim” adlı çalışmamıza bakılabilir.