1 Fransız fi lozof Michael Serres ölümünden iki yıl önce “C’était mieux avant” başlıklı küçük bir kitapçık yayınladı. Almanca çeviride şu başlıkla yer aldı: Daha önce tam olarak ne daha iyiydi? Bir istisna olarak orijinal başlıktan daha doğru bir çeviri yapılmıştı. Çünkü Serres kesinlikle şimdiki zamanın, özellikle de modernitenin körü körüne bir destekçisi değil, ama sosyal sistemlerdeki bilhassa güncel iletişimsel süreçlerin eleştirel bir gözlemcisiydi.
Sade bir dille ifade etmek gerekirse, Serres bu küçük kitabında geçmişe ağlayan ve geçmişi daha iyi, hatta daha aklıselim ve daha erdemli bir yaşam olarak öven tüm o ağıtlarla hesaplaşıyor. Başka bir deyişle, Rousseau’nun küçük Emile üzerindeki oldukça acımasız deneyini tasarlamak için seçtiği bilinen bir modelle bunu yapıyor; Aydınlanma’nın aydını nihayetinde doğaya adanmış bir eğitim yoluyla antik çağda var olduğu varsayılan bir durumu restore etmekle ilgileniyordu. En azından orada köleliğin hüküm sürdüğü, insanların çoğunluğunun demokratik katılımdan dışlandığı gerçeğini göz ardı edersek, dünyaya her gün hakim olan silahlı çatışmalardan ise bahsetmeye bile gerek yok.
Kısacası: Geçmişin dünyası nadiren asil ve iyiydi; Serres’in argümanın her zaman bir geçerliliği vardı. Ve evet, bazen yaşayan çağdaşlarımıza güvenebiliriz ve güvenmeliyiz de ve hatta gelecek için biraz umutlanabiliriz. İlerleme pekala mümkün olabilir – belki de uygun girişimlerde bulunmak ve bunları hayata geçirmek bize bağlıdır.
Bunun PoliTeknik’le, onun onuncu yıldönümüyle, bu derginin salt otuz sekizden fazla sayısıyla ve uzun zamandır eğitim hakkının genişletilmesiyle ilgilenen küresel ortamla ne ilgisi var? Oldukça fazla. Ancak her şeyden önce Michel Serres’e bir noktada – onu sonradan desteklemek üzere – katılmıyorum. Hangi referans noktası seçilirse seçilsin, geçmişte işlerin hiçbir şekilde daha iyi olmadığı yönündeki tanısı doğru olsa bile, şöyle bir gözlemden kaçınmak olanaksızdır: Geçen asrın 1990’lı yıllarına kadar ve hatta 21. yüzyılın ilk on yılında kamusal, akademik ve hatta bazen özel iletişim süreçleri bugün olduğundan daha açık ve farklılaşmıştı. Aslında kendimizi kandırmamalıyız: Özellikle Almanya’da siyasi koşullar oldukça katıydı; Kohl hükümetinin uzun döneminin ardından, kısa bir aradan sonra, Merkel döneminin kurşun ağırlığındaki sakinliği Almanya’da yayıldı ve geriye dönüp baktığımızda, nüfusun geniş kesimlerinin yaşamlarına dokunan hangi alana bakarsak bakalım, gerekli herhangi bir gelişmeyi kaçırmış olduğumuzu kabul etmeliyiz. Eğitim-öğretim, sağlık, çevre, toplumun altyapısına ilişkin gerekli değişiklikler, demokratikleşme süreçlerinin kolaylaştırılması – tüm bunlar, ne yazık ki – talihsizce – neoliberalizm terimiyle adlandırılan, daha çok piyasa-radikal kapitalizmi olarak tanımlanan bir siyasi ve sosyal ekonomi modelini nihayet dayatmak için büyük ölçüde göz ardı edildi. Bu, öncelikle bireyselleştirici, hatta tekilleştirme olarak kutlanan tüketim kültürünün geniş kapsamlı bir uygulamasıyla ilişkilidir – daha yakından incelendiğinde, bu tüketim kültürü, yalnızca kontrolsüz bir sınıf toplumunun, onu ideolojileştiren ve bu nedenle etkilenenler tarafından inanılır bir şekilde kutlanan tüm unsurlarıyla birlikte geri dönüşünü ifade etmekle kalmıyor, aynı zamanda her şeyden önce, pek mümkün görünmeyen sistematik kör etme ve acizleştirme eylemleri ile el ele yürüyor..
Bununla birlikte şu geçerli: Bu on yıllarda yürütülen siyasi söylemlerin, bu tanımı bugün yaşananlardan daha fazla hak ettiği de doğrudur. Çünkü bu tartışmalarda çelişkilere sadece izin verilmekle kalmazdı, aynı zamanda talep de edilirdi; tartışmayı durdurmak için değil, daha fazla kavrayışın mümkün olacağı ve her şeyden önce kararların gözden geçirilebileceği şekilde devam ettirmek için. Bazı insanlar o zamanlar çok fazla konuşma ve çok az eylem olduğundan şikayet etse de, düşünme bir süreç olarak talep ve teşvik ediliyordu. Buna karşın günümüzde pozisyonların katılaşmasına, örneğin kimliğin belirlenmesi ve tesis edilmesinde bir aşırı ahlakileştirmeye, başkaları için duyumsanan dikkat ve endişeye yol açmayan bir dikkat ve duyarlılık taşkınlığına tanık oluyoruz. Başından beri daha iyisini bilen bir katılaşma. Bir yanda gerçek, adalet ve erdemin ölümcül bir karışımı, diğer yanda tikellik vurgusu, ki bu da izolasyonla, hatta bazen reddetmeyle, bazen de neredeyse şaşırtıcı bir nefretle el ele yürüyor.
Olabildiğince çok sayıda insanın, belki de – bu ütopya umuduna izin verilebilir – tüm insanların, her bir bireyin, iyi bir yaşamın ne anlama gelebileceğini deneyimleyebileceği akıllı, ihtiyatlı, denetleyici niyetle gelişmeleri ilerletmeyi hep birlikte başarıp başaramayacağımız ve nasıl başarabileceğimiz sorusunu gündeme getirmek yerine.
Yani: Serres, geçmişte sadece daha iyiyi aramak ve bulmak isteyenleri haklı olarak eleştiriyor. Ancak daha yakın zamanlara ilişkin olarak iki kat yanılıyor ve bir diyalektiği gözden kaçırıyor: Yalnızca birkaç on yıl, yani kısa bir süre önce düşünce ve ifade özgürlüğü kazanılmıştı ve şimdi bu özgürlük yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Özellikle de üniversitelerde, yüksekokullarda ve okullarda. Her şeyi bilen bir tutum yayılmakta ve en korkunç erdem terörüyle birleşmektedir – bu da her zaman, salt genel olarak değil, her bir bireyde de düşünce çeşitliliğinin kaybolmasına yol açmaktadır. Bazıları daha fazla bir şey söylenmemesi gerektiğini söylerken, diğerleri kafalarındaki makasa zaten kendilerinin el attığından şikayet ediyor; bu arada, bunun artık siyasi kamplarla değil, sekülerleşmiş bir toplumda ironik bir şekilde oldukça tuhaf inançlarla ilgisi var (bu arada olup bitenlerin ironisini arttırmış olmak açısından, sorun bu sekülerleşmede ve bununla bağlantılı olarak hatta rasyonalitenin kesinliğine olan inançta; Thomas Bauer’in belirttiği üzere muğlaklığın kaybında yatıyor olabilir).
3. Bir kez daha: Bunun PoliTeknik ve başlattığı projelerle ne ilgisi var? Zeynel Korkmaz ve tüm yol arkadaşlarıyla – ve şu çekincenin gizlenmemesi gerekir, çok az sayıda kadın yol arkadaşla? Hemen hemen her şey! PoliTeknik, – artık biraz uzak geçmişte mümkün hale gelmiş olan – bu açık, eleştirel, tartışmalı söylemi sürdüren, – her zaman onaylamamız gerekmeyen – fi kirleri pozisyonlar olarak değil, düşüncenin devindiricisi olarak görünür kılan bir dergidir. Ancak böyle bir mecranın önemi de burada yatıyor: Diyalektiğe, gerilimlere, çelişkilere tutunması, tabiri caizse şu ya da bu düşünceye boyun eğmek yerine, yan cümlelere, yan yorumlara ve göreliliklere dikkat etme zorunluluğu getirmesi. Çünkü bunlar genellikle ana fi kirde kesin gibi görünenlerden daha önemlidir.
Bu açıdan bakıldığında PoliTeknik, katılaşma tehdidi altındaki bir toplumda belki de sadece küçük ama önemli bir işaret fi şeğidir – her ne kadar toplum bazen göründüğünden çok daha açık olsa da. Katılaşma tehdidinin nedeni, içindeki insanların kendi düşünme faaliyetlerinden kaçınmalarıdır; çünkü bazıları, kendi sıra dışı düşüncelerinin, fi kirlerinin ve önerilerinin, kendilerini her zaman daha iyi hissedenlerin değirmen taşları arasında sıkışıp kalacağından endişe etmektedir; şaşırtıcı biçimde, sol ve sağ arasındaki eski ayrımlar artık tam anlamıyla işe yaramamakta, bu da açıkça düşünmeyi ve konuşmayı daha da gerekli hale getirmektedir.
4. PoliTeknik eğitime olanak tanıyan bir araçtır; diğer insanlarla, diğer konum ve fi kirlerle, her zaman birbirini tanımak, birbiriyle sohbete girmek, fi – kir alışverişinde bulunmak, birlikte öğrenmek ve gelişmek niyetiyle bir diyalog süreci olarak eğitim. Zeynel Korkmaz’ın bir insan hakkı olarak eğitim hakkının genişletilmesi için başlattığı projeyi karakterize eden de bilhassa budur. Uzun süre beni biraz rahatsız ettiğini saklamayacağım, çünkü bu proje her şeyden önce bir iletişim yapısı oluşturmakla ilgiliydi ve hâlâ da öyle. Eğitim hakkının genişletilmesi konusunda diyaloğa girecek ortaklar bulmak. Benim düşündüğüm şeyse, tartışmalı ve diyalektik olarak çelişen pozisyonları bile, muhtemelen – bu kadar özeleştiri olmalı – biraz daha iyi bilen birinin jestiyle tanıtmak ve sunmaktır. Bunun için beni bağışlayın – déformation professionelle denen şey, bir (artık: eski) üniversite öğretim görevlisi olarak kaçınılmaz olarak gelinen bir tutumdur. Öğrencilere mümkün olan en geniş özgürlüğü vermek isteseniz bile bir şeyler öğretmek zorundasınız.
Ancak: Bir insan hakkı olarak eğitim hakkını genişletme projesi, başlangıçta mümkün olduğunca çok sesin duyulabileceği, tabiri caizse çok sesli bir platform sunuyor. Bir diyalog tekniği, ki sadece bu bile şaşırtıcı: Dünyanın her yerinden insanların eğitim konusunda ortak bir sohbete girebilmeleri, tüm farklılıklara rağmen birbirlerini anlayabilmeleri, birbirlerine anlayış gösterebilmeleri.
Kesinlikle zorlu bir süreç. Aynı zamanda salt eğitim ile sınırlı olmayan konuşmalarda genellikle yaşadığımız hızlı konumlanma konusunda bizi mütevazı ve temkinli kılan bir süreçtir bu. PoliTeknik tarafından, Zeynel Korkmaz tarafından başlatılan proje – en azından benim için – uzun zamandan beri insanların birbirleriyle iletişim kurabilecekleri, ortak bir amaç peşinde koşabilecekleri ideal bir eğitim alanı olarak kendini gösterdi – o, günümüzün zor koşullarıyla ve her durumda var olan zorluklarla yüzleşmeyi reddetmeyen, ancak yine de ortak bir zemini mümkün kılan evrensel bir hümanizmi mümkün kılıyor. Bazen biraz umutsuz görünen bir zamanda umut veren, ancak daha sonra cesur hayaller gibi görünen ancak gerçeğe dönüşen sürprizler sağlayan son derece insani bir proje. Nitekim bir şeylerin geçmişte ya da günümüzde olduğundan daha iyi olabileceğine dair.