Hans von Sponeck
BM Eski Genel Sekreter Yardımcısı Ve Irak İnsani Yardım Koordinatörü
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından gelecekteki dünya düzeni için belirleyici bir toplantı Şubat 1945’te Yalta’da (Kırım) gerçekleşti. Joseph Stalin, Franklin Roosevelt ve Winston Churchill, Doğulu bir komünist ve Batılı iki kapitalist, başarısızlığa uğrayan Milletler Cemiyeti’nin yerini alacak bir kurumun sorumluluğunu birlikte üstleneceklerine dair birbirlerine ve dünyaya güvence vermek için bir araya gelmişlerdi. Tarafl ar arasında hem ideolojik hem de siyasi açıdan temel farklılıklar olsa da, kurulmak üzere olan örgütün kontrolünü ellerinde tutmak için birbirlerine ihtiyaç duyduklarının tamamen farkındaydılar. Dört ay sonra, 26 Haziran 1945’te 50 devlet San Francisco’da bir araya gelerek BM Antlaşması’nı imzaladı.
ABD ve Birleşik Krallık hükümetlerinin 1941 gibi erken bir tarihte, genellikle gizlilik içinde, gelecekteki Birleşmiş Milletler’i batı merkezli bir kurum olarak şekillendirmeye yönelik bir strateji üzerinde çalışmaya başladıklarının uluslararası kamuoyu tarafından fark edilmesi uzun yıllar aldı. Sonuç olarak, politik BM (Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul) New York’ta, hukuki BM (Uluslararası Adalet Divanı) Lahey’de, BM’nin ticari ve mali organları olan Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu ise Washington’da yer alacaktı. BM Özel Kurumları, Fonları ve Programları (UNDP, UNICEF, FAO, WFP, UNESCO, WHO ve diğerleri) istisnasız olarak ya Kuzey Amerika’da ya da Batı Avrupa’da merkeze sahip olacaktı. Son zamanlarda, örneğin Nairobi’deki BM Çevre Programı (UNEP) ve Tokyo’daki BM Üniversitesi gibi birkaç BM kuruluşu batı yarım kürenin dışında kurulmuştur.
Bu realite, BM sisteminin, özellikle politika, finans ve ekonomi alanlarındaki çalışmaların siyasallaşmasını net bir şekilde etkilemiştir. Operasyonel sistemi de dahil olmak üzere BM, 21. yüzyılın başlarına kadar tartışmasız bir şekilde büyük ölçüde Batı’nın çıkarları doğrultusunda şekillenmiştir. Bununla birlikte, değişen jeopolitik dinamikler ve giderek çeşitlenen dünya düzeni, batılılaşmadan uzaklaşma yönünde bir eğilim yaratmıştır. Sanayileşmiş ülkelerin yakın zamana kadar küçümseyerek ‘üçüncü dünya’ olarak adlandırdıkları Güney ülkeleri, ulusal karar alma süreçlerinde çok daha özgüvenli ve bağımsız hale gelmişlerdir. Bunun iyi bir göstergesi, bu ülkelerin BM Genel Kurulu’nda (GK) yakın zamanda Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak verdikleri oylardır. Bu ülkeler, Genel Kurul’un bir kararında savaşı ve daha spesifik olarak da Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınarken, bir başka Genel Kurul kararında Rusya’ya karşı yaptırımları desteklememişlerdir.
Batılı olmayan ülkelerde yeni bir siyasi karar alma anlayışı göze çarpmaktadır. Dünyanın her kıtasında, 21. yüzyılın dünyasının BM’nin kurulduğu 1945’in dünyası olmadığına dair bir farkındalık söz konusudur. Bunun bir sonucu olarak, giderek daha fazla sayıda hükümet ve sivil toplum örgütü, yeni bir uluslararası güvenlik ve kalkınma mimarisine ihtiyaç duyulduğunu ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda vadedilen evrensel barış ve güvenliği koruyabilecek ve sosyo-ekonomik ilerlemeyi sağlayabilecek bir kurum haline gelebilmesi için Birleşmiş Milletler’in yapısal prangalarından kurtarılmasının bağlamsal aciliyetini kabul etmektedir. Dünya hâlâ bekliyor.
Neredeyse önceden programlanmış bir şekilde Bat’ının, özellikle de ABD’nin dış politika çıkarlarına uyum sağlamaya devam eden sadece birkaç ülke var. Genel Kurul’daki tartışmalara ve yapılan oylamalara daha yakından bakıldığında, derin ama pek de şaşırtıcı olmayan bir tablo ortaya çıkmaktadır: silahsızlanma ve nükleer silahlardan arındırılmış bölgelerin kurulması, sömürgecilikten kurtulma, sürdürülebilir kalkınma, iklim değişikliği, evrensel insan hakları, daha adil bir uluslararası ticaret gibi uluslararası endişe yaratan önemli konularda, BM üyesi birçok Batılı devlet karşı oy kullanarak daha güvenli ve adil bir küresel düzenin gelişmesini engellemiştir. ABD ret oyları konusunda ön saflarda yer almıştır. ABD genellikle tek başına, bazen de Mikronezya, Palau ve Nauru gibi Pasifi k’teki bir avuç küçük ülkenin, AB/ NATO ülkeleri ile Kanada ve İsrail’in desteğiyle sürekli olarak olumsuz oy kullanmıştır. Günümüzde ABD, Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni (CRC) henüz kabul etmemiş tek ülke ve Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni (CEDAW) henüz onaylamamış tek batılı ülke konumundadır.
Batılı olmayan ülkeler, bu tür bir batı egemenliğini reddettiklerini giderek daha yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Doha Kalkınma müzakereleri bunun en belirgin örneğidir. Dünya Ticaret Örgütü (WTO) 2001 yılında gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında bu tür görüşmeleri başlatmıştır. Bu müzakerelerin amacı, diğer konuların yanı sıra tarım, fikri mülkiyet hakları ve tarım dışı pazarlara erişim konularında küresel ticaret için eşit bir oyun alanı yaratmaktı. Esas olarak ABD ve AB’nin tarımsal sübvansiyonları azaltmayı reddetmesi nedeniyle bu görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Gelişmekte olan ülkeler, adil olmadığını düşündükleri ticaret uygulamalarını kabul etmekte isteksiz davranmaya devam etmektedir.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kendi aralarındaki ve içlerindeki ilişkilerde yolsuzluğun dünya çapındaki son derece yıkıcı gücüne hükümet dışı ve sivil toplum perspektifinden de değinmek gerekir. Dünyanın her yerindeki sıradan vatandaşların hayatlarını bu kadar ciddi bir şekilde etkilemesine rağmen BM bu kötülüğü kontrol altına alma konusunda büyük ölçüde çaresiz kalmıştır
Bu yazıda genel olarak ele alınan çok taraflı tablodan, Batı dışı dünyanın artan siyasi bağımsızlığı, düşük gelirli ülkelerin yetersiz sosyo-ekonomik ilerlemesi ve varlıklı ülkelerin vaatlerini eyleme dönüştürme konusundaki siyasi irade eksikliği görülmektedir. Örnek olarak, 1970 yılında BM, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) sanayileşmiş ülkelerin GSYİH’lerinin %0,7’sinin uluslararası kalkınma yardımlarının fi nansmanı için kullanılması önerisini kabul etmiştir. 2023 yılında 32 OECD/DAC ülkesinden sadece dördü (Lüksemburg, İsveç, Danimarka ve Almanya) bu hedefe ulaşmıştır. Tüm ülkelerin ortalaması, toplam 217,7 milyar $ ya da savunma için mevcut fonların yaklaşık %35’ine tekabül eden %0,37’ye (2022) ulaşmıştır. ABD %0,23 ile ölçeğin en altında yer almıştır. Buna karşılık NATO, üyeleri tarafından ulusal savunmaya harcanmak üzere GSYİH’nin %2’si oranında yıllık bir kriter belirlemiştir. NATO üyesi 30 ülkeden 11’i 2023 yılında bu hedefe ulaşmıştır. Aynı yıl için 2,3 trilyon $ olarak tahmin edilen toplam küresel savunma bütçesi içinde, 816,7 milyar $’lık savunma bütçesi ile ABD açık ara en büyük katkıyı yapan ülke olmuştur.
Kısacası, gelişmiş ekonomiye sahip ülkeler kendi askeri güvenlikleri için finansman sağlamak konusunda, insani güvenlikleri için sürdürülebilir kalkınma hedefl erine ulaşmaya çalışan ülkelere mali kaynaklarıyla katkıda bulunmaktan çok daha hazırdırlar.
BM üyesi 193 ülkenin tamamını etkileyen küresel ısınma, yoksulluk, insan göçü, militarizasyon ve uluslararası hukuk ihlallerinin cezasız kalması gibi mega krizlerle mücadelede gerçek bir işbirliği ve ekip çalışması için fırsatlar mevcut olmasına rağmen bu fırsatlar göz ardı edilmektedir. Kutuplaşma ve Şanghay İşbirliği Örgütü (SCO) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) gibi çatışmacı ittifaklar ülkeler ve kıtalar arasında derin uçurumlar yaratmıştır
Bu çerçeveden bakıldığında, Batılı olmayan ülkelerin artık Batı’nın tek taraflılığını ve ABD’nin ayrıcalığını kabul etmek istememeleri, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin niyetlerine ve vaatlerine giderek daha kuşkucu yaklaşmaları ve buna bağlı olarak da BM Genel Kurulunda hüküm süren çatışmacı atmosferin giderek gelişmesi şaşırtıcı değildir.
Daha spesifik olarak, politik BM, özellikle de Güvenlik Konseyi’ndeki beş daimi üye ülke, ülkeler arası krizleri önlemede veya çözmede sürekli olarak başarısız olmuştur. Aslında, Rusya Federasyonu, ABD ve Birleşik Krallık gibi ülkeler, en çarpıcı örnekleri Afganistan, Irak, Libya, Yugoslavya ve Ukrayna’da olmak üzere, BM Antlaşması hukukunu defalarca ciddi şekilde ihlal etmişlerdir. Bütün bunlara bağlı olarak, kamuoyu, P5’in benzer düşünenlerden oluşan çok taraflı bir ekip olarak hareket etmekteki süregelen başarısızlığının, BM Genel Kurulu’nun BM Antlaşması uyarınca kendilerine verdiği liderlik hakkının geri alınmasına yol açıp açmayacağını sorgulamaya başladı. Güvenlik Konseyi uyarınca görev alanı “uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında birincil sorumluluk”, “bu hedefler adına hareket etme” ve bunu “Birleşmiş Milletler’in Amaçları ve İlkeleri” (Madde 1 ve 2) ile tutarlı olarak yapmaktır.
1990 yılında Paris Antlaşması’nın veya diğer adıyla Özgürlük Antlaşması’nın, SSCB, ABD, Kanada ve tüm doğu ve batı Avrupa ülkeleri tarafından imzalanmasının ardından daha kalıcı bir barışa dair umut ışığı çoktan azalmıştı. Soğuk Savaş daha da sertleşmişti ve daha çatışmalı şekilde devam etti. Birleşmiş Milletler ile ABD arasında 1947 yılında imzalanan ve ABD’nin BM diplomatları ve ‘BM işleri’ için New York’a gelen ziyaretçilerin engelsiz bir şekilde çok taraflı konuları tartışabilecekleri bir merkez olmasını garanti altına alan anlaşma bile (bkz. 29 Haziran 1947 tarihli BM/ABD Anlaşması, Madde IV, Bölüm 11) ABD makamları tarafından sürekli olarak ihlal edilmiştir. ABD’nin ilişki içinde olmadığı ya da zayıf ilişki içinde olduğu ülkelerin New York’taki BM Daimi Temsilcilikleri, personellerinin misyonlara katılmak için diplomatik vize almayı uzun süre beklemek zorunda kaldığını ya da ABD makamları tarafından belirli kişilere vize verilmediğini söylemektedir. Önemli BM toplantılarına katılmak üzere New York’a gelmeleri için BM tarafından davet edilen bazı ülkelerin sivil vatandaşlarına vize verilmemesi ya da daha kötüsü, ancak etkinlik sona erdikten sonra ziyaretlerine izin verilmesi sık rastlanan bir durumdur. Örneğin, yaptırımların sürdüğü yıllar boyunca BM, UNICEF, UNFPA veya UNDP toplantılarına katılmak isteyen Irak vatandaşları sık sık bu şekilde aşağılanmıştır.
New York’taki BM merkezi, dünya ülkelerinin küresel sorunları tartışmak üzere bir araya geldiği ve uluslararası diplomasinin sonucunu uzlaşma ve yakınlaşmanın belirlediği bir merkez olmaktan ziyade, giderek daha fazla artan jeopolitik çekişme ve çatışmaların merkezi haline gelmiştir.
Hiçbir antlaşma ve hiçbir kanun sonsuza kadar geçerli kalmaz. BM Antlaşması’nı hazırlayanlar bunu biliyordu. Bu nedenle Antlaşmaya, 1945 tarihli BM Antlaşması’nda herhangi bir değişiklik yapılmasının gerekip gerekmediğini belirlemek için en geç 1955 (!) yılında genel bir konferans düzenlenmesi yönünde bir madde eklenmiştir (bkz. Antlaşmanın 109. Maddesi). Bugün itibarıyla, yani 69 yıl sonra, BM Genel Kurulu bu yükümlülüğünü henüz yerine getirmiş değil.
Bu yönde bir belirlemenin yapılmasına yönelik küresel baskının arttığının farkında olan BM Genel Sekreteri Guterres, geçen yıl BM Genel Kurulu’nda, New York’ta bu yıl düzenlenecek olan Genel Kurul toplantısının özel bir oturumunda BM reformlarını tartışmayı önermiştir. BM üyesi ülkeler bu öneriyi kabul ettiler ve ‘daha iyi bir yarın için çok taraflı çözümler’ belirlemek hedefiyle 22/23 Eylül tarihlerinde bir ‘Gelecek Zirvesi’ni’ toplamaya karar verdiler. Bu önemli (ve gecikmiş) BM girişiminin hazırlıkları şu anda kolaylaştırıcı olarak Namibya ve Almanya tarafından yürütülmektedir.
Bu sonbaharda yapılacak toplantının nihai gündemi henüz bilinmiyor, ancak Eylül ayındaki iki günün, önümüzdeki aylarda değil ama yıllarda uzun ve meşakkatli bir reform yolunun başlangıcı olacağı açık.
Müzakere edilemez reform başlıkları listesinde her şeyden önce Güvenlik Konseyi’nin yer alması gerekecektir. 1965 yılına kadar GK’nin beşi daimi (P5) ve altısı seçilmiş (E10) olmak üzere on bir üyesi vardı. O tarihte, dört seçilmiş ülke daha eklenerek Güvenlik Konseyi’nin on beş üyeye çıkarılmasına karar verildi. GK üyelerinin toplam sayısı o zamandan beri değişmemiştir. GK’nin genişliği, üye sayısının karar alma sürecinin verimliliğini engellemediğinden emin olmak için dikkatle değerlendirilmelidir. Bununla birlikte, 1965 yılında 117 ülke olan BM Genel Kurulu’nun 2024 yılında 193 ülkeye çıkması nedeniyle GK’nin büyüklüğünün de bir tartışma konusu olması gerektiği açıktır. Bundan daha da önemlisi, P5’in bileşimi ve coğrafi adaptasyon için haklı talep konusudur. BM’nin 79 yıl önce kurulmasından bu yana değişmeyen bu bileşim, Konsey’in mevcut üyelerinden bazıları için şüphesiz en tartışmalı husus olacaktır. Şu anda P5 ülkelerinden üçü, Fransa, İngiltere ve ABD, batı ülkeleridir. Afrika ve Latin Amerika hiç temsil edilmemektedir ve küresel nüfusun %50’sinden fazlasını barındıran Asya’da sadece Çin daimi üye olarak yer almaktadır.
Göz önünde bulundurulması gereken diğer GK reformları arasında veto kullanımı da yer almaktadır. Vetonun salt ulusal çıkarlar için kullanılması yıllar boyunca Konsey’in anlaşmazlıkları önleme ya da barışçıl çözümler bulma konusunda etkili adımlar atmasını engellemiştir. ABD ve Rusya’nın Ukrayna ve Filistin’deki savaşlarda veto hakkını kullanması, vetonun kötüye kullanımının en son örnekleridir. Güvenlik Konseyi hakkında bir diğer reform konusu da Güvenlik Konseyi’nin, Genel Kurul’un yaptığı gibi hiçbir zaman resmi usul kuralları kabul etmemiş olmasıyla ilgilidir. Güvenlik Konseyi, Genel Kurul’un aksine, P5 ülkelerinin küresel çıkarlardan ziyade kendi ulusal çıkarlarını karşılamada daha faydalı buldukları geçici usul kurallarıyla çalışmakta ısrar etmiştir. Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve güvenliğe ilişkin kritik konularda anlaşmaya varma konusunda yaşadığı çıkmaz, Genel Kurul’a daha fazla karar alma yetkisi ve ortak bir sonuca varamadığı durumlarda Güvenlik Konseyi’ni yetkisiz kılma hakkı verecek reformların değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Halihazırda Genel Kurul’un Barış için Birleşme Kararı (1950 tarihli 377 sayılı Genel Kurul Kararı) uyarınca bunu yapma yetkisi çok sınırlıdır. Bu kararın BM reformları bağlamında genişletilmesi gerekmektedir.
Son yıllarda Güvenlik Konseyi, Genel Kurul ve Genel Sekreter tarafından alınan siyasi, barışı koruma ve insan güvenliğiyle ilgili yürütme girişimlerini içeren eylemlerin bütünleştirilmesinde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. BM’nin farklı birimlerinden görevlilerin birlikte çalışabilmesine imkân verecek şekilde bu tür çok sektörlü boyutları genişletecek ve kurumsallaştıracak reformlar yapılmalıdır.
BM ile sivil toplum arasında önemli bir işbirliği mevcuttur. 2022 yılında 6494 uluslararası, bölgesel ve ulusal STK, BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi (ECOSOC) nezdinde istişare statüsüne sahipti ve BM istişarelerine katılma hakkına sahipti. Reform tartışmaları, sivil poplumun BM sisteminin bütünleşmiş bir parçası haline gelebilmesi için BM ile bu işbirliğinin Güvenlik Konseyi, Genel Kurul ve muhtemelen Uluslararası Adalet Divanı (ICJ) ile de benzer bir işbirliğini içerecek şekilde nasıl genişletilebileceğini ele almalıdır. Devlet dışı aktörlerin bu şekilde genişletilmiş role sahip olması, ‘kendi’ işlerine yersiz müdahaleden korktukları için birçok hükümet tarafından kesinlikle karşı çıkılacaktır.
BM reform kataloğu sadece çok uzun değil aynı zamanda çok tartışmalıdır. New York’taki BM merkezindeki çok taraflı ortam, daha önce de belirtildiği üzere, küresel jeopolitik yüzleşme ve yeniden dengelenme döneminin yaşandığı bu dönemde fırtınalıdır. Dünya nüfusunun %10’undan daha az bir nüfusa sahip olan ‘Batı Bloğu’, 21. yüzyılda çok taraflı batı-merkezciliğin bir geleceği olamayacağını kabul etmelidir. Bu bağlamda, bazı ülkeler, egemen olarak değil ama BM küresel düzen ekibinin bir üyesi olarak uluslar topluluğuna katılmaya istekli hale gelmelidir.
BM reform tartışmaları kapsamında BM merkezinin New York’tan, çok taraflılığa yönelik genel atmosferin belki de daha az küçümseyici olduğu başka bir yere taşınmasının da ele alınıp alınmayacağını göreceğiz. Bu mesele yeni değildir. Daha önce de gündeme gelmiştir. BM’nin yerinin değiştirilmesi tartışması üç seçenek etrafında gelişebilir: Seçenek I: ‘Batı’ çok taraflılıkta demokratik ilkeleri kabul etmeye ve güvenilir bir BM ekibi üyesi olmaya hazır olduğuna dair ikna edici bir güvence verirse, kısa vadede, kuşkusuz bu pek olası değil, BM rahatlıkla New York’ta kalabilir. Seçenek II: BM Genel Merkezi, BM’nin temel kurumsal altyapısının zaten mevcut olduğu Cenevre ya da Viyana’ya taşınır. Elbette bu, BM Genel Merkezi’nin batı yarımkürede kalması anlamına gelecektir. Seçenek III: BM başka bir yerde yeni bir yer bulur. Dünyanın dört bir yanında daha iyi bir yarın için umutları olan 8 milyardan fazla insan mevcut, bununla birlikte barış yanlısı olan büyük ve küçük güçlerin birlikte çalıştığı, uluslararası hukuka saygı duyulan cezasızlığın değil hesap verebilirliğin hakim olduğu, herkes için insan onurunun ve doğaya saygının var olduğu uluslararası bir örgüt ihtiyacı var.
Evet, sözcükler, anlamlı sözcükler ama sözcüklerden biraz fazlası – bir hayal ve bir kâbus. Daha iyi yarınların tohumlarının atılabileceği iyi bir toprak nerede bulunabilir? Teorik bir cevap: Örneğin Bhutan (Thimphu), Kosta Rika (San Jose), Botsvana (Gaborone), Umman (Muscat) gibi başkentler var – hepsi de barışçıl BM üyesi ülkeler, ama ne yazık ki 193 üye devletin çıkarlarını temsil eden bir örgütü ağırlamaya uygun değiller. Ancak 5.9 milyonluk nüfusuyla istikrarlı ve geniş bir şehir olan Singapur, 20.1 milyon nüfuslu New York’un üçte biri büyüklüğünde ve 1965’ten beri BM’nin tecrübeli bir üyesi. Singapur, insan hakları ve iklim değişikliği politikaları konusunda daha iyisini yapabilir, ancak dünyadaki en düşük suç oranına ve Uluslararası Şeffaflık Örgütüne (TI) göre Danimarka, Finlandiya, Yeni Zelanda ve Norveç’ten sonra en düşük beşinci yolsuzluk oranına sahiptir.
Bu konuda ne düşünüyorsunuz?