Çalışmalarını Darmstadt’ta sürdüren ve son kitabı “Hegel’in Gölgesi” ilgiyle
karşılanan yazar- yayıncı Yener Orkunoğlu, toplumsal yaşamın tıkandığı koşullarda
demokratik taleplerin dile getirilmesi yöntemi olarak “seçim boykotu” üzerine sorularımızı yanıtladı.
Giderek belirginleşen bir siyasi ve hatta ekonomik kriz sürecindeki Almanya’nın, güncel siyasi durumu dikkate alındığında, acaba seçim boykotlarının demokrasiden dışlanan kesimler için bir işlevi var mıdır? Kriz giderek derinleşiyor, ama toplumda bir başka (alternatif) arayış da yok gibi görünüyor. Sizce boykot tavrı nasıl gündeme girebilir, girmezse veya girerse neden?
YENER ORKUNOĞLU – Günümüzde bazı istisnalar dışında seçimleri boykot etmenin bir işlevi olmadığını düşünenlerden biriyim. Zaten görünmez bir boykot Almanya’da son yıllarda hep var olagelmiştir. Çünkü seçime katılma oranları sürekli düşmektedir. Bu düşüşün nedeni ise, toplumun belli kesiminin liberal demokrasiye olan güveninin giderek azalmasıdır. Boykot tavrının gündeme gelip gelmemesi, açıkça söylemem gerekirse, beni fazla ilgilendirmiyor. Sorudaki en ilginç konu şu: İnsanlar, gerçek bir alternatif göremiyor. İşte beni en çok ilgilendiren soru şu: Neden insanları çekecek bir alternatif ortaya çıkamıyor?
Bu soruya doyurucu cevap vermek için, dünya çapında özellikle kapitalist ülkelerde yaşanan siyasi krizin nedenlerini anlamaya çalışmalıyız. Siyasal krizin en temel nedeni 21’inci yüzyılda politikanın politiksizleştirilmesidir. Politiksizleştirme, politik öznelerin ortaya çıkmasını engellemeye yöneliktir. Bu konuyu biraz açmam gerekiyor.
Bu deyimle kastedilen şu: 20’nci yüzyılın son çeyreğinden itibaren gelişen bir olgu var: Muhalif politikaların yetersizliği, bir başka deyimle, politikanın eski gücünü yitirmesi söz konusudur. Bu yetersizliğin dört temel nedeni olduğunu düşünüyorum:
Birincisi, politika ile sosyolojinin ayrılması, yani partilerin, sosyal hareketlerden kopmuş olmasıdır. Sosyal hareketten kopuk olan politika, özünde politikanın etkisizleştirilmesi anlamına gelir. Politik partiler-hareketler, toplumsal hareketlerden (barış, çevre, kadın hareketi vd.) kopuk olarak, toplumsal hareketler de açık politik hedeflerden yoksun bir şekilde birbirini etkilemeden bir arada varlıklarını sürdürüyorlar. Dolayısıyla her iki hareket de etkisiz ve güçsüz kalıyor. Oysa 19’uncu ve 20’nci yüzyılda politik hareketler ve politik partiler, güçlü toplumsal desteğe sahipti. Örneğin işçi sınıfı partileri, gelişen güçlü işçi sınıfı hareketine dayanıyorlardı. Bugün böyle bir durum söz konusu değil.
GÜÇLÜ İŞÇİ SINIFI PARTİLERİ YOK
Bu durum ise bizi günümüzdeki politika yapma tarzının etkisiz olmasının ve güçsüz kalmasının ikinci nedenine götürüyor. Bir yanda neoliberal ideolojik saldırılar, diğer yanda Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Avrupa’daki diğer sosyalist ülkelerin çökmesi, sosyalist ideallerin sönmesine yol açtı. Sosyalizme sempati duyan insanların büyük çoğunluğu, ideallerini yitirdiler. İdeallerin yitirildiği durumda, politikaya ilgisizlik yaygın hale gelir. Elbette bazı istisnalar hep var olmuştur.
Böylesi bir gelişmenin sonucu olarak da, politik partilerin sınıf çizgisi belirsiz hale geliyor; özellikle Avrupa’da sağ ve sol partiler arasındaki ayrımlar silikleşiyor; partiler birbirlerine benziyorlar. Almanya’da Yeşiller Partisi, sağcılaşıyor ve devlet partisi haline geliyor.
Sağ ve sol ideoloji arasındaki farklılıkların bulanıklaşması, en çok sağ partilerin işine yarıyor. Dünya çapında sağ partilerin yükselmesinin en önemli nedenlerinden biri, sosyalizm idealinin çekiciliğini kaybetmesidir. Ancak küresel kapitalizmin yarattığı sorunlar (işsizlik, yoksulluk, kadın-erkek eşitsizliği, savaşlar, milyonlarca göç, ekolojik sorunlar vd.) sol hareketi güçlendireceğine, sağ partiler güçlenmektedir. Zira bir yanda soğuk savaş döneminden kalan sosyalizm düşüncesi, ayrıca sosyalizmin çekiciliğini yitirmesi sağ partilerin güçlenmesine yol açıyor.
Bugün işçi sınıfının çıkarlarını temsil eden güçlü partiler yok. İşçi sınıfı, kendi sınıf çıkarlarına ters düşen partileri destekleyebiliyor. Fransa’da milliyetçileri, Türkiye’de ise din tüccarlarını destekliyor. Hemen hemen bütün partiler, devlet ile özdeşleşme ve devletle iç içe geçme eğilimindeler. Kısacası işçi sınıfı kendine yabancılaşıyor. Bilinçten yoksun bir sınıfın, gerçek sınıf olarak görülüp görülemeyeceği sorunu ortaya çıkıyor. İşçi sınıfının nesnel varlığı, otomatik olarak onu öznel ve aktif bir sınıf konumuna yükseltmiyor. Onu yönlendiren bir öncü parti olmadan, işçi sınıfı burjuva sistemini ayakta tutan güç oluyor. En büyük sorun ise öncü ile sınıf arasında bağ kurmanın 21’inci yüzyılda büyük bir dönüşüm geçirmesidir. Kitlesi olmayan öncüler ve öncüsü olmayan kitleler sorunu, yakıcı bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Hedefini ortaya koyamayan ve iradesini gösteremeyen bir sınıf, gerçek bir sınıf olabilir mi? Bu nedenle birçok kategoriyi (parti, sınıf, sınıfla bağ meselesi vb.) gözden geçirmek durumundayız.
Günümüzdeki politik partilerin sosyal hareketlerden kopmasının üçüncü nedeni şuna dayanıyor: Günümüzde, devletin yönünü belirleyen partiler değil; partilerin politikalarını belirleyen, partilere egemen olan devletin kendisidir. Partilerin, devletin belirlediği sınırlar içinde kaldıkları müddetçe, etkin politikalar geliştirmeleri mümkün görünmüyor. Bu durum, en iyi biçimde Türkiye’de kendini gösteriyor. Bugün CHP ve İyi Parti gibi, kendini muhalefet partisi olarak gören partiler, esasen genel olarak devletin özel olarak AKP’nin koltuk değneği olmanın ötesine gidemiyorlar. Halkı, politik olarak mobilize edemeyen, halkı politik özne olarak görmeyen bu partiler, gerçek muhalif parti olmaktan uzaktırlar. Twitt atmayı, politika sanan böylesi parti yöneticileri, ancak “Twittçi Politikacı” olarak görülebilirler.
Dikkate alınması gereken bir nokta ise, politikanın toplumsal tabandan ve kültürden bağımsız olarak düşünülmesidir. Politik canlılık, esas olarak toplumsal hareketin yarattığı kültürden kaynaklanır. Türkiye’de 1960’lı yıllarda kültür ve siyaset arasında yaşanan etkileşim, politik bir canlanma yaratmış ve bu politik canlılık, devrimci örgütlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı.
Kültür ve siyaset arasındaki etkileşimin ortadan kalkması durumunda, politik canlılık kaybolur. İdeallerin ve toplumsal amaçların olmaması, sosyalizm idealinin silikleşmesi, politik canlanmanın önündeki engellerdir. Ayrıca ezilen toplumsal sınıflar, egemen sınıfların ideolojik baskısı ve kültürü altında olduğu için, politik canlılık kolay kolay açığa çıkamıyor. Bu çemberin nasıl kırılacağı sorusu önümüzde duruyor.
Günümüzde politikanın etkisiz ve güçsüz olmasının dördüncü nedeni, medyanın etkin olmasıdır. Geçmişte kamuoyunu etkileyen partilerdi. İleri sürdükleri görüşleriyle, polemiklerle, tartışmalarla ve devlete yönelttikleri eleştiriler aracılığıyla kamuoyunu etkiliyorlardı. Oysa günümüzde, sermaye ve devlet ile bağlantılı olan medya, kamuoyunun görüşlerini etkileme, politik partilerin görevini elinden alarak, hayatın ve düşüncenin her alanını sömürgeleştirme çabasında.
SEÇİMLERİ BOYKOT TAKTİĞİ
Tüm bu nedenleri dikkate aldığımızda, yeni düşünceler ve yeni politik yapma tarzının geliştirilmesi gerektiği gündeme geliyor. Çağımızda 19’uncu ve 20’nci yüzyılın düşünce biçimlerinin bir sonucu olarak, Avrupa’da muhalif siyasetin etkisiz kalması, önemli ölçüde Avrupa’da sosyalizm anlayışının yetersizliği ile ilgili. Bu ise başka bir tartışmanın konusudur.
Seçim boykotları hangi koşullarda politize olmuş meşru bir demokratik eylemdir? Boykotun bir yoksayma değil, son tahlilde krizin vurduğu insanların “korunmacı tepkisi” olduğunu düşünürsek, “boykot demokratikliğini” özellikle Avrupa’da nasıl değerlendirmek gerekiyor? Görüşünüz nedir?
YENER ORKUNOĞLU – Seçimleri “boykot” taktiği, esas olarak kitle hareketinin yükseldiği, devrimin geliştiği dönemde uygulanacak bir taktiktir. Bu konuda en iyi örnek 1905 Rus Devrimi sırasında yaşanan boykot örneğidir.
Rusya’da 1905 Şubat ayında “anayasa” hazırlamakla görevlendirilen Bulygin, hazırladığı anayasayı ve seçim yasasını, ancak 6 Ağustos 1905 tarihinde kamuoyuna sunar. Ne var ki, bu anayasa taslağı yeterince toplumsal destek görmez. İşçiler, köylüler, entelektüeller ve diğer muhalif güçler bu anayasayı ciddiye almazlar. Çünkü Bulygin, dumayı sadece bir danışma organı olarak düşünmüştü, yasa yapma yetkisi yoktu. Böyle bir meclis, halk temsilcilerini içeremeyeceği için toplumun çeşitli kesimlerinden tepkiler yükselir. Kırsal bölgelerde köy halkını ilgilendiren yerel işlere bakan (yol yapımı, hastane, okul vb.) yerel yönetim örgütü olan Semstwo gibi liberal örgütler de gerçek bir kurucu meclis talep ederler. Toplumun çeşitli kesimlerinin katıldığı toplantılarda ve konferanslarda, Bulygin Anayasası reddedilir. Kişilerin dokunulmazlığını, fikir ve toplanma özgürlüğünü garanti altına alacak bir anayasa ve meclis talebi yükselir.
Liberal entelektüellerin politik örgütü olan “Verband der Verbände” 1905 Mayıs’ında yaptıkları konferansta ilkin “Bulygin Duması”nı boykot etme kararı alırlar (daha sonra fikirlerini değiştirirler.) Lenin’e göre burjuvazinin sol kanadını oluşturan liberal entelektüeller bile, Bulygin Duması’nı reddederken, Bolşevikler onlardan geri duramazdı. Eylül 1905’de Bolşevikler, Bulygin Duması’na boykot ilan eder ve önlerine meclis karikatürünü boşa çıkarma hedefini koyarlar. İşçi sınıfının Ekim 1905 politik grevi “Bulygin Duması”nı başarısızlığa mahkûm eder. Politik greve yarım milyon işçi katılır ve “Bulygin Duması” toplanamadan, tarihin çöplüğüne fırlatılır. Gelişen politik grev, Çarlık rejimini politik özgürlükleri tanımaya zorlar.
Bu olayı anlatmamın nedeni, boykotun hangi koşullarda etkili olduğunu göstermektir. Elbette tarihte başka ülkelerden yaşanan bir örnek diğer ülkeler için geçerli olmaz ve örnek teşkil etmez. Çünkü her ülkenin kendine özgü bir tarihi, kültürü ve politik anlayışı vardır. Dolayısıyla başka ülkelerden kopya çekmeyi önermiyorum. Çağımızda, bir seçimi başarısızlığa mahkûm etme olanağı olmasa bile, boykot olmaz demek istemiyorum. Yeni alternatiflere dikkat çekme amacıyla, seçimleri boykot etmek neden mümkün olmasın?
SOMUT KOŞULLARIN ANALİZİ ŞART
Seçim boykotlarına Almanya’da kimler ve neden karşı çıkıyor veya çıkabilir? Karşı çıkanların veya çıkacakların, aslında da tüm sistemin temsil ettiği kesimler kimlerdir?
YENER ORKUNOĞLU – Tarihsel olarak, boykota karşı olanlar, genellikle var olan düzenin devamından yana olanlardır. Öte yandan boykottan yana olanlar da, esas olarak düzenin değişmesinden yana olan güçlerdir. Ancak sol hareketin bazı kesimlerinde keskin devrimcilik sanılan “müzmin boykotçuluk” hastalığı çok yaygın. Somut koşulların analizi olmadan seçimleri boykot etmek, gerçekliği tek yanlı ve dolayısıyla eksik okumaktan kaynaklanıyor.
Bu noktada son olarak şunu vurgulamak isterim: Politikada determinist veya iradeci yaklaşımlar, bizi tek yanlı yaklaşıma mahkûm ediyor. Asıl sorun, birbirini bütünleyen bu iki yaklaşımın neden birbirine karşıt olarak görüldüğüdür. Determinist olanlar iradeci yaklaşımı, iradeci yaklaşımı benimseyenler ise determinizmi küçümseme ve reddetme eğilimindedirler. Determinizm, insanın aktif bilincini ve iradesini önemsiz görür. Volontarizm (iradecilik) ise maddi koşulları dikkate almadan irade ve bilince aşırı önem verir. Determinizm nesnelliği, volontarizm ise öznelliği abartıp radikalleştirir.
İlk soruda anlattıklarımdan çıkarılması gereken sonuç şudur: 21’inci yüzyılda, seçim odaklı bir politika anlayışından farklı olan yeni tür politika yapma tarzlarının geliştirilmesi gerekir. Örneğin, tek oy sistemine dayanan seçim sistemi yerine, toplumsal grupların (sendikaların, meslek odalarının, öğrencilerin, çevre hareketinin, örgütlü kadın hareketinin vd.) kendi temsilcilerinden oluşan bir halk meclisi düşüncesi neden savunulmasın?
Biliyoruz ki, özellikle yerel seçimlerde seçimlere katılım çok düşük. Ulusal düzeyde de katılım oranı AB’nin büyükleri nezdinde geriliyor, toplumlar ilgisizleşiyor, “Artık bunlardan bize hayır yok!” duygusu yayılıyor. Tek meşru tepkinin sandıktan uzak durmak olduğunu düşünüyor insanlar… Neredeyse yıllarca (Belçika, Hollanda vs.) bazı ülkelerde hükümet kurulamıyor seçimlerden sonra, ama işler bir biçimde sürüyor. Seçimler politik meşruiyet sağlayamadığında, söz konusu meşruiyet nasıl tesis ediliyor? Örneğin seçimlere katılım oranının temsil yetkisini ortadan kaldıracak kadar gerilediği durumlarda?
YENER ORKUNOĞLU – Avrupa’da seçimlerde katılımın düşmesi genel olarak ‘politik bıkkınlık’ duygusundan kaynaklanıyor sanıyorum. Politik bıkkınlık ise, devlet karşısında politik partilerin güçsüz olmasına dayanıyor ki, bu durumu politik kriz olarak değerlendirdim.
Seçime katılım oranın düşmesi sonucu, politik meşruiyet sorunu gündeme geliyor. Bu nokta, sorduğunuz önemli soruyu karşımıza çıkarıyor: Seçimler politik meşruiyet sağlayamadığında, söz konusu
MEDYANIN KORKUNÇ GÜCÜ
Bu konuyla ilgili bir Noam Chomsky’nin “Korsanlar ve İmparatorlar” başlıklı küçük incelemesinin önsözündeki bir anekdotu anımsatmak istiyorum:
Aziz Augustine Büyük İskender’in esir aldığı bir korsanın hikâyesini anlatır. İskender korsana “Hangi cesaretle denizlerde saldırganlık yapabildin?” diye sorar. Korsan “Sen hangi cesaretle tüm dünyaya saldırabildin?” diye cevaplar. Ve konuşmasını şöyle sürdürür: “Ben sadece çok küçük bir gemiye sahip olduğum için korsan diye adlandırılıyorum, sense aynı şeyi çok büyük bir donanmayla yaptığın için imparator olarak adlandırılıyorsun.” Aziz Augustine korsanın cevabını “çok zekice ve mükemmel” bulduğunu söyler.
Burada belirleyici sözcük “büyük donanma” sözcüğü. Bu sözcüğü şöyle yorumlayabiliriz. Kültür endüstrisi ve medya, meşruiyet sağlamaya hizmet eden ve halkın bilincini ve kültürünü kolonileştiren büyük kuruluşlar olarak karşımıza çıkıyor.
Burada kültür ile politika arasındaki etkileşimin önemi gözler önüne çıkıyor. Mao, kültür devrimine önem vermişti. Ama geri ülkelerde kültür devriminden önce, ilkin devrimci teorinin yaratılması gerektiğini ortaya koymuştu. Çağımızda devrimci teori olmadan, yeni bir politika yaratmak mümkün görünmüyor. Devrimci teori ise “Praxis” ile ilişki içinde şekillenebilir.
Bazı sol hareketler, amaç ve aracı birbirine karıştırmaktadırlar. Bir başka deyişle, teori ve politikayı birbirinden ayırmakta zorlanıyorlar. Bakış açıma göre teori, amacı saptar; politika ise hangi araçlarla amaca gidileceğini, hangi aracın nasıl kullanılacağını ortaya koymaya çalışır. Teorik taviz vermek, amaçtan vazgeçmek demektir. Dolayısıyla teorik taviz, hedeften, sosyalizmden uzaklaşmak demektir. Teori, hedefi belirler, amacı saptar. Bir örgüt veya birey, amacını özgürce belirler. Ancak teori için geçerli olan şey, politika için geçerli değildir. Teori, bir örgütün veya bir bireyin iradesi tarafından belirlenir. Politik strateji ve taktikler ise sınıflar arasındaki güçler dengesine, bilinç düzeyine vb. bağlıdır. Yani politika, amaca ulaşmak için çeşitli toplumsal gruplarla uzlaşmayı, ittifak kurmayı gerektirir. Her ittifak, bir anlaşma ve uzlaşma demektir. Her anlaşma ve uzlaşma ise ittifak kuranların birbirlerine taviz vermesini, bazı taleplerinden geçici olarak vazgeçmesini gerektirir. Sol hareketin çeşitli kesimlerinde politik uzlaşmalar konusunda yanlış anlayışlar bulunmaktadır. Bu yanlış anlayışlar ise sol hareketleri zayıflatmaktadır. Teori üretemeyen ve bir araya gelemeyen sol, hiçliğe mahkûm görünüyor. Bu hiçlikten kurtulmanın yolunu bulmak zorundayız.
Teorik ve politik hiçlikten kurtulmak için ilk adım, solun, çağın koşullarına uygun politika yapma tarzı üzerine birbiriyle tartışmaya, polemik yapmaya girişmesi olabilir. Bu yolun doğru olduğunu düşünüyorum. Parçalanmış bir sol, politik güç olamaz. Yeni biçimde politika yapma, yöntemler üzerine düşünme ve tartışma, kanımca sol kültürün yeşermesine olanak sağlayarak, sol politikaların güçlenmesine zemin hazırlar.
Politik özneleri saptamak ve ortaya çıkarmak son derece önemlidir. Bu konu ise, Avrupa sosyalizmi ile geçmişteki Rusya ve günümüzdeki Çin sosyalizminin politik özneleri arasındaki farkı gündeme getirir ki, bu ayrı bir tartışmanın konusu olabilir.