Didim’deki Cemevinde depremzedelere öğle yemeği ikram ediliyor ve eşya yardımı yapılıyor diye duyunca ben de nasıl yardımcı olabilirim diye sormak için gittim. Eşyalar tasnif edilmiş, tezgâhlara düzenli bir şekilde dizilmişti. Bebek maması, bebek bezinden, ayakkabı ve yatak yorgana kadar her şey vardı. Görevli önlüğüyle dikkat çeken kadınlar, başvuranların önce kaydını alıyor, sonra salona ihtiyaçlarına göre standlara yönlendiriyorlardı. Görevlilerden başka elemana gerek olmadığını, öğrenince dışarı çıktım.
Bahçede oturan arkadaşlarla konuşmaya başladık. İsminin Serdar olduğunu öğrendiğim görevli önlüğü olan bir genç çay getirdikten sonra masamıza oturdu. Bana depremden geldiğini ve anne babasını enkazdan çıkarıp çadıra yerleştirip buraya geldiğini anlatmaya başladı. Fotoğraflar gösterirken yaralı bir dize sıra geldiğinde, “Babam yatalak olduğundan onu çıkarmak için sürükledim, dizi mikrop kaptı”, dedi. Sonra konudan konuya daldan dala anlatmaya devam etti. Hatay’da çektiği fotoğrafları gösterirken navigasyondan sokak görüntüsünü açarak binaların eski ve yeni hallerini izletti. Özellikle önceden altı kat iken üç dört kata inmiş olduklarını vurguluyordu. Delikanlının yüzüne baktım. Hiçbir ifade yoktu. Donuktu. Dinlemeye devam ettim. “Sağa sola ve yukarı aşağı hızlı gidip gelen bir sarsıntı vardı. Durulunca panjurları bağlayıp asıldım atladım”, dedi. Bazı detay sorular, sıradan sorular sordum. Yanımızda oturan Cemevinden arkadaşımız Sevda’ya psikolojik destek alıp almadıklarını sorduğumda psikolog arkadaşının daha çok erken, zaman lazım dediklerini öğrendim. Belediyenin gönüllü psikolojik destek çalışmasında da çok sıra varmış. Delikanlı sohbet sonunda konuşup anlatmak rahatlatıyor dedi. Bu arada yemek dağıtımı başladı. Self servis tepsilerine günün yemeklerini yine görevli kadınlar bölüştürüyordu.
Çocuklar o sırada etrafımızdan koşuşarak geçti. Birden arkadaşıma biz de izin verirlerse bahçedeki çadırda çocuklarla resim yapalım, hikâyeler okuyalım dedim. Arkadaşımla randevulaştık. Ertesi gün ne kadar boya kalemi resim defteri varsa arabaya yükleyip Cemevinin yolunu tuttum. O gün arkadaş gelmedi. Ben de başkana sordum. İzin verdi. Bahçede resim yapmak için çocuklarımızı çadırda bekliyorum anonsunu da yaptım. Çadırdaki masa ve sandalyeleri dizip kâğıtları boya kalemlerini masalara serpiştirdim. Birer ikişer çocuklar gelmeye başladı. Resimlerin üzerine isimlerini yazmalarını çünkü sergi yapacağımızı duyurdum. Yazamayanlara ben isimlerini yazıyordum. Böylece birkaç gün içinde öğrenip isimleriyle hitap edebilecektim. Çadır duvarına biten resimleri asmaya başladım. O gece işe yaramanın verdiği iç rahatlığıyla uyudum.
Ertesi gün yine yemek sonrası aynı saatte hevesle gittiğimde çocuklar yine kalabalıklaşarak katılıyor, okul öncesi okul çağı farklı yaş grubundan çocuklarla birlikte bir iki saat geçirmek onlara da iyi geliyordu. O gün bir görevli arkadaş çadır girişinde benim zaten tanıdığım ressam İrfan Ertel’i tam tanıştırayım diyecekken ben söze girdim. Görevli arkadaş ben, “İrfan hocam hoş geldiniz”, deyince tamam siz tanıyorsunuz birbirinizi ben gideyim diyerek çıkıp gitti.
O günden sonra birlikte ve çoğalarak çalışmalara devam ettik. Celil Denktaş da aramıza katıldı. İrfan hocamız kuru boya ve pastel boyaların yerine sulu boya ile resim yapmalarını sağladı. Paletler fırçalar boya tüpleri sağlanınca renklenen resimlerle çadırın havası değişti. Edebiyat öğretmeni arkadaşımız ders desteği sağlarken ben de kendi yazdığım çocuk kitaplarından öyküler okuyorum. Materyal yönünden zengin İrfan hocamız hafta sonları çocuk sineması gösterimi yapabileceğini söyleyince herkes seviniyor. Her cumartesi film izletiyoruz.
Depremin ardından kırk yas günü geçince çadırda çocuk şarkıları ve klasik müzik dinletmeye de başlıyoruz.
Yüz kadar çocuk okula kaydolduğu için onlar akşamüzeri geliyorlar. Çadır, bahçede oynayıp tekrar gelen çocuklarla dolup boşalıyor. Yaptıkları resimleri annelere koşa koşa gidip gösterip geliyorlar. Hiçbir zorlama baskı olmadan elleri oyalansın kafaları dağılsın diye düşünüyoruz. Okul öncesi gruptan bir kızımız bana nene öğretmen İrfan hocaya da dede öğretmen diyormuş. Kendiliğinden bir düzen oluşuyor. Paletinde renk biten sıraya girip istiyor. Resmi biten asmamız için getiriyor. Anne babalar duvarda asılan kendi çocuklarının yaptıkları resimlerin fotoğrafını çekiyor. Bazen ele takılarak oynatılan kuklalardan kirpi ve Noel Babayı konuşturuyorum. Başka kim konuşturmak ister diyorum. Kirpi oluyorlar, Noel Babadan hediye olarak çiçek istiyorlar.
Masalarda yemek sonrası oturanlarla sohbet ediyoruz. Kimisi sabit bir tebessümle, kimisi yabansı duruşla öbekler oluşturmuş çay içiyorlar. Tekerlekli sandalyede bir nine dikkatimi çekiyor. Türkçe bilmediği için oğluyla konuşuyorum. “Anam evsiz kimsesiz kaldı alıp bize Almanya’ya götüreceğim… Sen onun duruşuna bakma o hiçbir yere bakmadan kilimler halılar dokurdu. Bilgeliği de cabası”, diyor. Gözü dalıp gidiyor ninenin… “Gelin yanında nasıl olacak bilmem”, diyor. Az işiten kulağı duyacak gibi sesleniyorum nineye: “Sende çok masallar hikâyeler vardır, torunlara anlatırsın. Mutlu olurlar.”
Başka bir masada ise biri, “Bütün aile eş dost akraba bir eve toplandık. Yatak eksiğimiz var”, diyor. Hemen çevrede bir telefonlaşma adres alma, derken yatak o akşam ellerine ulaştırılıyor.
Bir diğer masada ben hanımlara boncuk dizme kolye bilezik yapma öğreteceğim diyen Bahriye hanımla merhabalaşıyorum. Bembeyaz bir masa örtüsünü seriyor. Boncukları ipleri iğneleri kadınlara verip öğretmeye başlıyor. Onlar kendi hallerinde kümeleşince çadırımız daha bir anlam kazanıyor.
Bir anne ile ilkokul birdeki kızımıza toplama çıkarma yanı sıra okuma ve yazma da çalıştırıyoruz. Okuldan geri kalmasın diye bütün çabamız. O ara başka bir depremzede çocuğunu resim yapsın diye getiriyor. Öğretmen olduğunu öğrenince hemen ikinci dönemin konularını soruyoruz. Çarpım tablosuna başlatmak gerektiğini öğrenince annesi zaten ikişer sayabildiğini söylüyor. Fark ediyorum ki, okumaya başlayan çocuklar içlerinden heceleyip sonra kelimenin tümünü sesli söylüyorlar. Bu da okuma öğretiminde ilkokul öğretmenlerinin başvurduğu bir öğretim biçimi diye düşünüyorum. Ne yetkin kişiler olduklarını bir kez daha anlıyorum.
Çadıra bir erkek öğrenci gönülsüz şekilde annesiyle geliyor. Pek oturmaya da hevesi yok. Annesi uyku uyumuyor çok huysuz diyerek yakınıyor. Hiç sorun değil otursun belki canı isterse resim yapar diyorum. Üzerine düşmeyin, kendi haline bırakın diyorum. Bir süre sonra sulu boya ile bir araba resmi yaptığını görünce, haydi bunu asalım da yeni bir kâğıt vereyim, çok güzel olmuş diyorum. İster misin diye sorunca sessizce başıyla evet diyor. Annesi geri çekiliyor. Sonraki günler de hep aramızda görüyoruz onu; bazen bahçede top oynarken, bazen cumartesi sinemasında…
Arada bir Serdar gelip birer bardak çay getiriyor. Hatırını soruyorum. Bir gün, Serdar nihayet ağlamayı başarıyor.
……………………………………..