Bülent Kaya
Siyaset Bilimci ve Araştırmacı – İsviçre
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı yeni bir göç dalgasına sebebiyet verirken, birçok Batı Avrupa ülkesine de mülteci politikalarını güncelleme fırsatı verdi. Batı Avrupa ülkeleri, önemli bir uluslararası anlaşma olan Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi’nin uygulamasını son elli yıldır mülteci kabul mekanizmalarını ve mülteci haklarını sürekli zorlaştırarak ve ülkeye varış noktalarında ciddi engeller oluşturarak sistematik olarak daralttı. Sözleşmenin öngördüğü “sığınma hakkı”nın içini boşaltmak için büyük gayret sarfettiler.
2015’te Suriyeli mültecilere karşı takındıkları “istemiyoruz” tavırlarıyla Doğu Avrupa ülkeleri de Batı Avrupa ülkeleri ile aynı şarkıyı daha da hararetli söylediklerini uygulamalarıyla beyan ettiler. Örneğin Polonya, Orta Doğu ve Afrika’dan gelen sığınmacıları sınırlarından püskürtmek için üzerlerine göz yaşartıcı gaz sıkar, mültecilere karşı temel insan haklarını ihlal etmekten çekinmez ve insan hakları kuruluşlarının eleştirilerini dikkate bile almazdı. Polonya’nın mülteci karşıtı bu tavrının Macaristan gibi başka Avrupa ülkelerinde de rahatlıkça gözlemlendiğini hatırlatalım.
Ukraynalı mültecilere karşı takınılan cömert tavırlarıyla Avrupa ülkeleri, mülteci kabul politikalarının ne kadar da “dayanışmacı” ve “insancıl” bir karaktere sahip olduğu konusunda dünya çapında bir anda övülür oldu. Sınırlarını sonuna kadar açarak ve gelenlere toplu “geçici kabul statüsü” tanıyarak, Avrupa ülkeleri bir anda mülteci politikalarını Ukraynalı mülteciler lehine güncellemiş oldu. Başvuru esnasında karşılaşabilecekleri bürokratik engeller ortadan kaldırıldı -başvurular çevrimiçi bile yapılabildi-, işlemler tamamlanır tamamlanmaz ilk günden itibaren iş aramalarına, ailelerini veya evcil hayvanlarını getirmelerine izin veren S statüsüne sahip oldular.
Siyasi iradenin Ukraynalı mülteciler için gösterdiği bu imtiyazlı yaklaşım bir anda toplumda da kabul gördü. Kabul toplumunun tek tek bireyleri ve sivil toplum örgütleri “Seferberlik” duygusuyla Ukraynalı mültecilerin yardımına koşmak veya onları evlerinde barındırmak için sıraya girdiler. Evlerine Ukraynalı mülteci kabul etmek isteyen aileler için bekleme listeleri oluşturuldu. Şirketler ve kamu kuruluşları adete kimin çok daha dayanışmacı olduğu bir yarışa girdi. Örneğin İsviçre Federal Demiryolları (SBB/CFF) rahat dolaşsınlar diye her Ukraynalı mülteciye bedava yıllık genel paso, Swisscom ise cep telefonları için bedava sim kartı hediye etti.
Avrupa ülkelerinin Ukraynalı mültecilere yaklaşımı, toplumsal ritüeller üzerine çalışmalarıyla tanınan ünlü Fransız sosyolog Durkheim’in kolektif “coşku anları” (moments effervescents) terimiyle tanımladığı bir ruh ve heyecan haliyle deyim yerindeyse yeni bir “kabul ritüeli”ne dönüştü. Jurgen Hebarmas, her “ritüel uygulama, iletişimde elde edilen bir birlikteliğin kurulmasına hizmet eder” diyor. Ukraynalı mülteciler için oluşan bu “kabul ritüeli” de Avrupa ülkelerinin siyasi ve toplumsal bileşenlerini (birey, sivil toplum örgütleri, kurumlar vb.) mülteci kabulü konusunda yeni bir “birliktelik” oluşturmaya teşvik etti.
Bu “kabul ritüeli”nin oluşmasının nedenlerinin analizini yapmak ve tartışmak bu makalenin sınırlarına sığdırılamayacak kadar anlamlı ve geniş. Böyle bir tartışmaya katkı yapabileceğini düşündüğüm birkaç önemli noktanın altını çizmekle yetineceğim bu kısa makalede.
Demek ki isteyince oluyormuş
Batı Avrupa ülkeleri, Macaristan (1956) ve Çekoslovakya’dan (1968) gelen mültecileri, çapı ve boyutu Ukraynalı mültecilere gösterilen ilgi ve seferberlikle kıyaslanamayacak düzeyde bile olsa, “dayanışma” ve “insancıl” ilkeler temelinde bir kabul politikası ile karşılamıştı. Ne var ki, kendileri için bir övün kaynağı olan bu uygulamayı 1970’li yılların başından itibaren yavaş yavaş terk ettiler. İnsan ve mülteci hakları savunucusu sivil toplum örgütlerinin sistematik eleştirileri ve uyarılarına rağmen, Avrupa’da mülteci karşılama ve kabul politikaları ve mültecilerin yaşam koşulları gün geçtikçe “insanlık dışı” uygulamaların önünü açan bir yöne evirilmişti. Bir anda, bu politika ve uygulamaların toplumsal bir destekle Ukraynalı mülteciler lehine “dayanışmacı” ve “insancıl” karakterlerle güncellenmesi, akıllara ister istemez “demek ki istendiğinde olabiliyormuş” sözünü getirtti. Yani Suriye, Afganistan ve Afrika’dan gelen mülteciler için de istense daha “dayanışmacı” ve “insancıl” bir karşılama ve kabul politikası pekâlâ mümkün ve uygulanabilir. Ama, maalesef! Bu arada bir parantez açarak Merkel Almanya’sının her türlü uyum endişelerine rağmen “bunu başarıyoruz!” (wir schaffen das!) mottosuyla kapılarını Suriyeli mültecilere açmasının hakkettiği değeri de, bir istisna olma özelliğine rağmen, teslim etmek gerektiğinin notunu düşelim.
“Kabul ritüeli” ve ideal mülteci tasviri
Bu “kabul ritüeli”, kimlerin mülteci hukukundan yararlanmaya layık kimlerin layık olmadığı dikotomisi üzerine kurulu ideal bir mülteci tasviri oluşturuyor: mülteci, “beyaz”, “sarı saçlı” “eğitimli”, “İngilizce konuşan”, “Hıristiyan”, “medeni”, “orta sınıf”, “Avrupa kıyafet kültürünü yansıtan” özelliklere sahip “bizden biri” olmalıdır. Gerçi Avrupa ülkelerinin mülteci politikaları tarihine yüzeysel bir göz attığımızda mültecilerin zaman zaman dikotomik bir şekilde tiplendirildiğini -örneğin “ekonomik” veya “siyasi” mülteci gibi- gözlemleyebiliriz. Mülteciler üzerine yaptığı kapsamlı araştırmalarından tanıdığımız Elena Fiddian-Qasmiyeh 2014 yılında yayımladığı “The Ideal Refugees” adlı çalışmasında bu tür idealize edilmiş tasvirlerin uluslararası arenaya neden, nasıl ve hangi etkiyle yansıtıldığını çarpıcı şekilde anlatıyor. Bu yüzden “kabul ritüeli”nin doğurduğu tipleme elbette ki bir ilk değil. Bu tiplemeyi diğerlerinden ayıran şey bu yeni tiplemenin mülteciler arasında (doğal olarak da insanlar arasında) insani özellikler üzerinden bir “imtiyazlık” durumunun “doğal” olabileceğini ima etmesidir. Böylece Ukrayna’dan beyaz ve Hıristiyan mültecilerin, Suriye, Afganistan ve Eritre’den gelen Müslüman mültecilerin sahip olmadıkları veya olamayacakları hak ve imtiyazlara sahip olmalarının “doğal ve anlaşılır bir şey” olduğunun kabullenilmesi isteniyor.
Avrupa merkezcilik, ayrımcılık
ve ırkçılık
Birçok uluslararası gözlemci Rus işgalinin ilk günlerinde ülkeden kaçmaya çalışan koyu tenli Ukraynalıların veya Afrika, Asya ve Orta Doğu ülkelerinden gelen Ukraynalı olmayan göçmenlerin Polonya sınırına kadar uzanan kontrol noktalarından geçmelerine izin verilmediğini ve geçtikten sonra da kabul edilmediklerini rapor etti. Tepkiler üzerine Ukrayna Dışişleri Bakanı sınırda yapılan bu kötü muameleyi ve ayrımcılığı kabul edip “tahliye edilmek istenen Afrikalılar bizim dostlarımızdır ve evlerine güvenli bir şekilde dönmek için aynı fırsatlara sahip olmalıdırlar” açıklamasını yapmak zorunda kaldı. Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel araya girerek Polonya’dan sınırlardan geçişte “sıfır ayrımcılık” garantisi alındığını duyurdu.
Birçok kesim, Afrika, Asya ve Orta Doğulu mültecilerin maruz kaldığı bu eşitsiz muamelenin arkasında Avrupa merkezci bir yaklaşımın yattığına işaret ediyor. Bunda haksız da değiller. Ama mülteci göçü üzerine araştırmalar yapan bazı akademisyenler ise Ukraynalılar lehine uygulanan pozitif ayrımcılığı Avrupa merkezcilik etiketiyle sınırlandırmanın eksik ve yetersiz kalacağını belirtiyor. Örneğin Jay Marlowe göre “Bu eğilim, ırkçılığın genellikle örtük ve bazen de açık yollarla nasıl işlendiğini göstermektedir” ve “sadece “bizim gibi” olanları korumakla ilgili değil, aynı zamanda bizim gibi olmadığı düşünülen “ötekini” dışarıda tutmakla da ilgili”.
Bu anlamda, Ukraynalı mültecilere yaklaşım tarzı kimin mülteci olarak kabul edileceğinden çok kimin kabul edilemeyeceğine dair toplumsal bir algının oluşmasına hizmet edeceğini söyleyebiliriz.
Ya bundan sonra…
Avrupa mülteci politikalarının ırkçı karakterini güncelleyerek “ikiyüzlü” tavrını bir kez daha sergilemiş oldu. Her türlü tezatlığına rağmen Ukraynalı mülteciler için gösterilen sıcak karşılamanın elbette iyi yanları da var. Her şeyden önce, Ukrayna’dan gelen on binlerce mültecinin hızlı, bürokratik olmayan ve sıcak bir şekilde kabul edilmesi selamlanacak bir durum. Bu kararın sorgulanmasına yönelik bir tartışmanın yerinde bir tartışma olacağını düşünmüyorum.
Toplumsal seferberlik ruhuyla idari ve toplumsal düzeyde bir “ritüel”e dönüşen bu karşılama pratiğinin gelecekte Avrupa dışından gelecek olan mültecilere karşı bir “empati egzersizi” işlevini görür mü? Bu soruya hemen olumlu bir cevap vermek hayalperest bir iyimserliği dışa vurmaktan başka bir anlam ifade etmez sanırım. Bekleyip, göreceğiz.
Diğer yandan, yakınmalarımızın esiri olmadan, “dayanışma” ve “insancıl” yaklaşımı mülteciler politikasında merkezi bir değer olarak kabullenmenin ve bu değerin herkes için eşit uygulanması gerektiğinin mücadelesini vermek idealinden de vazgeçmemeliyiz.
Kaynakça
Elena Fiddian-Qasmiyeh (2014): The Ideal Refugees Gender, Islam, and the Sahrawi Politics of Survival. Syracuse University Press
Jay Marlowe (2022): Why has New Zealand welcomed Ukrainians fleeing war and not others trying to do the same? https://
theconversation.com/why-has-new-zealand-welcomedukrainians-fleeing-war-and-not-others-trying-to-do-thesame-179467
Jürgen Habermas (1987): Théorie de l’agir communicationnel, Paris, Fayard, cilt 2, S. 62-63