Prof. Dr. Werner Nell
Mainz Sosyal Pedagoji Araştırmalar Enstitüsü | Martin Luther Üniversitesi Halle-Wittenberg | Queen’s University Kingston ON, Kanada
Kentler ve üniversiteler kurucu ya da destekçilerinin adını taşır. Futbol stadyumları sponsorlara göre adını değiştirir ve dolayısıyla kamusal alanların ve kamusal dikkatin, ki bu ayrıca dildeki kamu alanlarını ve söylemleri de kapsar, kullanımı ve ele geçirilmesi söz konusu olduğunda, güç ve nüfuzun yanı sıra paranın da bir rol oynayabildiğini gösterir. Ama ad değişiklikleri ve kavramlar için çekişmeler, toplumsal ilişkilerde daima değişiklikler ve geçerlilik talepleri olduğunu ve daima olacağını da gösteriyor. Ancak onlar herşeyden önce kültürde ve onun yansıma biçimlerinde kesinlikle durağan ve hatta nihai tanımlanabilir birşey olmadığını kanıtlar.
Kültürel kuruluşlar, kodlamalar ve diğer kendini-orataya-koymalar birer söylem arenası (Werner Schiffauer) ifade eder. Bunlar, çeşitli
toplumsal grupların, deneyim ve çıkarların karşılaştığı ve karşılıklı tutum almalarını gerektiren müzakere ortamlarıdır. Onlar bu şekilde bir yandan kendilerine ve hayallerine söz hakkı vermeye çalışır. Ama diğer yandan da – Ralf Dahrendorf tarafından “toplumun can sıkıcı gerçeği” olarak betimlenen durum – farklı hayal ve deneyimlerini, kendi isteklerini ve önceliklerini savunabilen (savunma ihtimali olan) başka insanlarla muhatap olduklarını kavramak ve tabi ki de kabul etmek zorundadırlar. Dolayısıyla o insanlar da kendi çıkarlarına uygun olarak algıyı ve kabul görmeyi, ama ayrıca baskın olmayı ve gerektiğinde başkalarını ihtilaflı biçimde kovmayı hedefe koyar.
Geçmiş zamanlarda bu süreçler ve çatışmalar hiyerarşik düzenlenmişti. Altta (ve ayrıca enlerde) neyin geçerli olacağına üstte karar veriliyordu; bunun yanında alttan gelen karşı güç ve itkiler de vardı. Ama çoklu çağdaşlıklara giden yollarda toplumlar ne denli demokratik, çoğulcu, eşitlikçi ve bütünleştirici olduysa ve kendilerini böyle kavrayabildi ya da kavramak istediyse, gerek sokak adlarında ya da söyleme dair kavramlarda, gerek siyaset alanlarında ya da günlük yaşama ilişkin davranış şemalarında olsun, farklı birçok kesimin kamuoyunu işgal etmek üzere kendilerini göstermek ve buna denk düşen kabulü talep etmek o denli öne çıktı. Bunu yön gösterici tarzda, toplumun tamamını – kendi adına – şekillendirmek amacıyla devreye sokmak isteyen oluşum 19. yüzyılda burjuvaziydi (örneğin 1859’da 100. doğum yılı nedeniyle Schiller için düzenlenen kutlamalar ve dikilen heykeller); ilkine reaksiyon gösteren ve aynı zamanda bu kültürel oluşumu aşmak isteyen ikinci oluşum ise işçi hareketleriydi, üçüncü oluşum 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan kadın hareketidir. Bu noktada kesimler kendi adlarına belirli toplumsal müzakere alanlarını hem el geçirilebilir, hem de daha sonra kapsayıcı bir geneli temsil için bu alanların kullanılması da gerekir.
Buna karşın soruları, değişim için başlangıç noktaları ve direnişleri bugüne kadar bulmak mümkün ve onlar çağdaşlık koşullarında kültürel anının, hem bir çatışmanın nesnesi, hem de açıkça önemli bir alan olduğunu aydınlatıyor. Bir sokağa ne zaman ve neden Hindenburg, Adenauer ya da Riesling sokağı adı verileceği ya da bu adın koyulup koyulmayacağı fark eder mi? Çoğulcu ve grup ve muhitler ile, ayrıca “tekillikler”in (Andreas Reckwitz) etkisindeki bir toplumda söylem alanları olduğu kadar kamusal alanlar, okuma listeleri ve kavramlar, belki de eskisinden daha açık ve “müzakere edilebilir” olarak ayırt edilebilir. İster egemen siyaset, ister baskın katmanlar eliyle, sözde özdevinimli tarih ya da bulunmuş ve de “kurgulanmış” gelenekler aracılığıyla olsun, onlar daima “yapmacıktı”. Elbette kavram oluşumu denizlerindeki ve bu kavramların maddi göstergelere uygulanmasındaki eski ve yeni korsanlık seyrüseferlerinde, kendi çevresine daima nüfuz etmek, onu renklendirmek ve biçimlendirmek için kendi konumunun temsil edimesi söz konusu değildir sadece: Geleceğin boyutları gündemdedir: Onların işgal edilen kavramlar ve adı konulan yerlerle bağlantılı bu perspektif altında şekillendirilmesi gerekir. Ve burada ilgili kavram, ad ve yönelim niceliklerinin şemasında, belirli bir düzen ve doğrultuya ve de tanım koyma hakimiyeti ve hedef belirlemeye tabi tutulan şimdiki zamanın müzakeresi söz konusudur. Sonunda ve birçok kez özellike gündemde olan şey, amaca uygun sahnelenen geçmişe bağıntılarla kendi konumunun da dayanak gösterilmesi, yorumlanması ve meşrulaştırılmasıdır, ki bu geçmişten hareketle, şimdiki zaman ve gelecek yeniden şekillendirilmek, bir diğer ifadeyle ele geçirilmek isteniyor.
Gerçekte böylesi tartışmalar uzun zamandır yürütülmekteydi ve bunlar hâlâ devam ediyor, geçmişteki “Almanlar” tarafından da, Lenin Sokağı’nın ad değişikliği ile Magdeburger Sokağı’na dönüşmesi örneğinde olduğu gibi ya da Nazi savaş suçlularının adının kışlalardan silinmesi gibi. Şu anda ortaya çıkan keskinliğin nedeni ise, günümüz Alman toplumunda, eskiden baskın kültür tarafından ait ve böylece katılım hakkına uygun görülmeyen örneğin konuk işçilerin ve onların çocuk ve torunlarının ya da beyaz olmayanların artık bireysel ve grup olarak seslerini duyurmalarıdır. Onlar ve çocuk ve torunları, kamusal alanların korunması ya da yeniden kararlaştırılması ve söylem ve anlatıların şekillendirilmesi konusunda, toplumun birer üyesi olarak paylarına düşen temsil hakkını talep etmek için artık yeterince eğitimli, deneyimli ve özgüven sahibidir. Diğer herkeste olduğu gibi onlar da kamusal alanın ve toplumun taşıyıcısı süreç ve kurumların (örneğin okul ve başka kültürel kuruluşlar), edindikleri deneyimleri ve mevcudiyet taleplerini (temsiliyet) ve mevcudiyet istekliliğini dikkate alması beklentisine göre hareket ediyor. Bunun için – ABD sivil haklar hareketi gibi uluslararası gelişmeler çerçevesinde – özellikle 1970’li yıllarda yükselen ikinci kadın hareketi, o zamandan beri Federal Almanya’da yaşayan insan ve grupların sesiyle de bir kez daha genişleyerek, bundan böyle özkavrayış ve tarihin kamusal alanda temsil edilmesi için, okuma listeleriyle ilgili soru ve kültürel bellek hakkındaki sorularda dahil, müzakere süreçlerinin yürütüleceği yolu önceden çizdi – hem de burada yaşayan ve katılım isteyen herkes için.
Elbette güncel olarak bu tartışmaların zirve yaptığı – herşeyde önce medya ve kültür-sanat sayfalarında – bir konjonktür var. Bu tartışmayı herşeyden önce oluşturan şey, endişeli, kısmen iyi niyetli, ayrıca da deneyimsiz, kısmen de bağlantıları bilinçli olarak dramatize eden kesimin, çeşitli başlama noktalarını farklı bağlamlardan kopararak ve üst üste yığarak, bunlar arasında ayrım yapmamasıdır. Son yıllarda çeşitli bilimsel araştırmalar (Wilhelm Heitmeyer’in sorumluluğundaki “Alman Koşullar” veya Friedrich Ebert Vakfı’nın “Mitte” çalışmaları dahil), herşeyde önce yoksulluk, bakım yetersizliği ve bunun ırkçılık, neonazizm ve yabancı düşmanlığı tarafından ideolojik yeniden şekillenmesi nedeniyle toplumun bir kez daha giderek daha fazla bölündüğünü saptarken, buna karşılık olarak özellike toplumun devam eden ya da devam etme tehlikesi taşıyan dağılması için yaklaşımlar, sorumluluk üstlenmeye çağrılıyor. Bunlar sosyal gerginliğin azaltılmasını, ırkçılıkla ve yabancı düşmanlığıyla mücadeleyi ve farklı kökene, deneyimlere ve kültürel ve de dinsel yönelimlere sahip insanların ortak yaşam olanaklarını desteklemeyi hedefleyen yaklaşımlardır. Şu anlarda muhafazakâr, gerektiğinde reaksiyoner, medyanın derinliklerine sirayet eden bir bakış açısından durum öyle görünüyor ya da resmediliyor ki, sanki uygunsuz taleplerin bir Quadriga’sı1 federal cumhuriyetin toplumsal düzenini, onun kültürel temsilleri kılığına bürünerek tehlikeye atacak ortak bir saldırı düzenliyor.
Burada tarihsel ve de pratik yönden kesinlikle farklı kaynak, yaklaşım ve hedefleri olan dört alan mevcut. Ve bu 4 alan şimdi de öyle bir şekilde bir araya getiriliyor ki, hepsi a) bugüne dek federal cumhuriyetin baskın kültürü tarafından kullanılan, şayet böyle birşey vardıysa, kendi esas ve yansıma biçimlerinin homojenliğini yıkmayı amaçlıyor ve b) daha yirmi yıl önce bir vatandaş olarak her mevkiden ve kararlara herhangi bir katılımdan mahrum edilen ya da edilmesi muhtemel insan ve gruplar tarafından savunuluyor. Gerçekten de çokkültürlü toplum düşüncesi, güç kazandırmak ve kabul etmek yoluyla kişilerin ve sosyal grupların kimliğinin desteklenmesi için çıkış noktaları, tarihsel belleğin ve onun (ne için) temsiliyet açısından tezahürünün gözden geçirilmesi ve diğerleri karşısında hakareti ve aşağılamayı engellemeye odaklı talepler, herkesin federal cumhuriyet anayasasının 1(1). maddesinde belirlenen ölçüye yönelimli olması ortak paydasında buluşuyor: “İnsanın onur ve haysiyeti dokunulmazdır. Tüm devlet erki ona saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.” diyen bu maddenin geçerliliğini Almanya’da yaşayan herkes için ve hatta salt devlet organlarının görevi olarak tanımlamayıp, toplumun eylem alanlarına taşınmasını ve birçok kişinin sorumluluğuna aktarılmasını talep etmek.
Elbette bu belirli durumlarda ve günlük yaşamda yalnızca karşıtlıklara değil, ayrıca zorlanmalara ve düş kırıklıklarına ve de pazarlığa açık olmayan noktalara yol açabilir. Ama eski Nazi generalleri yerine direnişçileri anmak, sömürgeci suçlular yerine uyguladıkları şiddetin kurbanlarına kültürel bellekte bir yer tahsis etmek, tarihsel gelenekte ve bazen halk kültürü kullanımında insanları yaralayan ve aşağılayan dilsel kullanımların engellenebilir ya da nezaket dışı ve incitici olduğunu kavramak kadar, çokkültürlülüğün içerdiği, her insanın, her grubun kendi tarzıyla özgürlük ve eşitliğe dayalı bir ortak yaşamın şekillendirilmesine bağımsız ve takdire değer bir destek verdiğine dair tahmin de çoğulcu bir toplumda insanlar arası sivil ilişkiye katkıda bulunur. Açık bir toplum kendisinde payı olan herkesin katılımına gereksinim duyar ve o bu amaçla kişisel onurunun kabul görmemesine izin vermemelidir. Ama ırkçılık ve Yahudi karşıtlığı bunları yıkıma uğrattıkça, herkesin aşina olduğu, burada yazmak istemediğim sözcüklerle tanımlandığında, böylesi bir ortak yaşamın koşulları mevcut sayılmaz. Niederwald’dan kötü bakışlarla Fransa’ya bakan bir Germania’ya bugün hiç kimsenin ihtiyacı yok (turizmin bile, çünkü manzara onsuz daha güzel) ve bu kötü şöhretli küfürler kullanılmadığında, hiç kimsenin tacından bir inci eksilmez. Belli sözcükler kullanılmadığında da iletişim mümkün olmaya devam eder. Wittenber’de hâlâ tarihsel (kültür?) belgesi olarak (ne için?) kamusal alanda gösterilen aşağılayıcı “Yahudi Domuzu” motifinde olduğu gibi. Ve herşey gibi bu da onu seyreden (seyretmek zorunda kalan) herkesin yüzünü kızartır ve kendilerini herhangi bir kurban gruba ait görmek zorunda olmayanlar ya da istemeyenleri, bir diğer ifadeyle o motiflerin bulunduğu yerlerdeki insanları da etkiler. Ernest Renans’ın ulusal tasarım için belirleyici olan “ortak yaşamı sürdürmek” (1882) iradesi hâlâ ayaktaysa, bu, ayrıca birçok sesin, birçok anının ve deneyimin, birçok hayalin ve de bu toplumda yaşayan herkesin isteklerinin dile getirilmesini de ifade eder. Bunlar, ABD’ndeki tartışma ve koşullardan hareketle, kendilerini kısmen Almanya’daki kimlik politikası, siyasi doğruluk, çokkültürlü toplum ve cinsiyet eşitlikçi dil kullanımı tasarılarıyla da birleştiren çıkış noktalarıdır. Ve bu çıkış noktaları, hem günlük yaşamı hem de, her ne kadar birçok Almanın kendisi için talep ettiği daha yeni bir göç ve/ya da hareketlilik öyküsüne sahip olsalar da, burada yaşanların anı ve deneyimleri çerçevesinde toplumsal özkavrayışı genişletmeyi hedeflemektedir. Burada dile getirilen sorular ve öneriler, mantıksal olarak bireysel bazda sürece katılanlar ve süreçten etkilenenler tarafından müzakere edilmeli, sonuçta ise bu açık toplumdaki yaşamı devam ettirmek isteyen herkese kulak verilmelidir.
- Sürücünün ayakta kullandığı, 4 atlı, iki tekerlekli antik zafer arabası (PoliTeknik’in notu). ↩