İki anı
Sivil toplum örgütlerinde/sendikalarda yöneticilik görevlerim kapsamında 30 yılı aşkın süredir çoğunluk toplumunun politik temsilcileri ile tartışmalara katıldım. Onların ifadelerine göre gerçekleşmemiş olan (ve ne anlama geldiği de pek belli olmayan) “uyum/Integration” dile getirildiğinde şunu söylüyordum: “Türkiye’den gelen insanların Almanya’daki yaşamları bir başarı öyküsüdür!” Tabii, hepsi garip garip bana bakıyorlardı. Ancak, sayılar ortada, toplumun her alanında Türkiye kökenli insanlar değişik mesleklerde, girişimcilikte, bilim alanında, politikada vs. önemli yer alıyorlar.
Eğitim tartışmalarında da hep şunu söylerdim: “Sonderschule, Hauptschule Almanya’da işçi göçü başladıktan sonra mı kuruldu? Eskiden buradaki öğrenciler sarışındı, şimdi siyah saçlılar.” Çünkü Alman asıllı olsun, göç kökenli olsun bu okullara gönderilen çocukların sınıfsal kökeni açıkça ortada (Bu tür okulda bir akademisyen çocuğuna rastlamak herhalde pek olası değildir).
Politikaya rağmen başarı
Bu başarıların temeli kuşkusuz Almanya’da uygulanan politika değil!
Tersine, 40 yıldır göç/yerleşim olgusunu yadsıyan, 1974’ten sonra ülkeye gelmelerine izin verilen çocuklar için okullarda intibak etmelerine yönelik önlemler alacakları yerde “geri dönüş sınıfları/Rückkehrerklassen” açan bir politik sistemde buna karşın ulaşılan başarılar ailelerin ve çocuklarının (ve de bazı angajmanlı öğretmenlerin ve göçmen STK’larının) gayretleri ile gerçekleşti.
Güncel iki örnek:
Corona aşısını gerçekleştirmenin kapısındaki Biontech şirketi kurucuları göçmen işçi çocukları Özlem Türeci ve Uğur Şahin.
2019 yılında F. Almanya’da göç kökenli insanlar 160.000 yeni işyeri açtılar (tüm yeni kuruluşların % 26sı).
Çoğunluk politikasında ise sanki her göç kökenli insanın çok iyi eğitim sonuçları alması/toplumda çok başarılı olması gerekir gibi bir yaklaşım/talep var. Tabii bu tür bir başarı çoğunluk toplumunun mensuplarından beklenmiyor! Zaten, Federal Almanya gibi sınıfsal bir toplumda/özellikle eğitim sisteminde bu hiç olası da değil.
Güncel: Çoğunluk toplumunun (genel) tutumu
Doğrudur, yaklaşık son 10 yılda politik yaklaşımlarda (ve de uygulamalarda) bazı gelişmeler var. Muhafazakâr politikacılar bile göç/göçmen kavramını kullanmakta. Bu toplumda yer tutabilmek için kuşkusuz gerekli olan iyi Almanca konuşmanın yanısıra anadilinin (Türkiye kökenli göçmenlerin farklı anadilleri olduğu olgusu dahil) önemi giderek eğitim sistemine yansıyor.
Ancak tüm bunlara karşın yukarda özetlediğim anlayış da sürmekte.
Yeni “dışlayıcı unsur” olarak da İslami inanç ve Türkiye’ye olan ilgi “keşfedildi”.
Anayasasındaki altıncı kelime “Gott” olan bir toplumda dini inancın bu şekilde ele alınması ilginç! “İslam Almanya’ya dahil mi?” şeklindeki absürt tartışma da bir yana. Olumlu bir adım olmasına karşın “İslam Konferansının” İçişleri Bakanlığın bünyesinde yer alması da konunun eşit haklardan çok “güvenlik” sorunu olarak ele alındığının göstergesi.
Gündelik ırkçılık, ırkçı saldırılar, iş piyasasında ve konut piyasasındaki dışlamalar yoğun olarak sürmekte.
Çoğunluk toplumunca sık sık eleştirilen Türkiye’ye olan ilgiye gelince özet olarak iki nokta görüyorum:
Bir kere, bu iletişim çağında insanların ailelerinin geldiği ülkeye/oradaki akrabalarının politik-yaşam koşullarına ilgi duyması/taraf olması gayet olağan. Bu bağlamda Türkiye’deki mevcut hükümeti destekleyen Türkiye kökenlileri özellikle eleştiren çoğunluk politikacıları bu hükümete verdikleri milyarlık desteği tabii göz ardı ediyorlar.
İkincisi ve asıl önemlisi ise Federal Almanya’da toplumun/günlük yaşamın her alanında dışlamanın sürmesi, Alman vatandaşlığına geçmenin giderek zorlaştırılması ve bir yerel seçim hakkının bile tanınmaması. Bu olgu insanların (politik) ilgi alanını ailelerinin geldiği ülkeye kaydırıyor. (Biraz polemik olacak ama: Herhangi bir Avrupa dışı ülkedeki bir askersel darbeye karşı sokağa çıkan -Alman kökenli- insanlara, “orada olandan sana ne” denmiyor.)
Güncel: Toplumsal Koşullar ve Sorunlar: Bugün ve yarın
Yukarıda belirttiğim gibi tüm gelişmelere karşın toplumsal/politik yaklaşımda kökenleri Türkiye veya başka ülkelerde olan milyonlarca insanın sorunları maalesef sürecektir. AfD isimli partinin göç/göçmen/İslam karşıtı politikaları bu partiyi Federal Meclise ve eyalet parlamentolarına güçlü olarak getirdi. “Demokratik” partilerin hepsinde(!) bu harekete göz kırpan, onların bazı söylemlerini değiştirerek yineleyen ve böylece oy kazanabileceğini sanan politikacılar var. Gerçek şu ki, bu politikacılar böyle söylemlerle bu partinin oylarını geri almak dursun, bu partinin seçmenine haklı oldukları sanısını iletiyorlar.
Tüm bunlar eşit haklar, dışlanmasız bir yaşam için mücadelenin daha uzun süre gündemde olacağını gösteriyor.
Bu konuda son yıllarda sık sık karşımıza çıkan bir ikileme değinmek istiyorum: Göç kökenliler hak arama mücadelesine nerede katılsınlar – göçmen STK’larında mı, partilerde ve sendikalarda mı? Kanımca bu sorunun yanıtı pek yok. Birden fazla kuruluşta politik çalışma yapanlar da var ama kuşkusuz bu çok kolay değil. Ek bir sorun da Türkiye kökenlilerin güçlü bir temsilci kuruluş oluşturamamaları (ve herhâlde yakın bir gelecekte oluşturamayacakları). Sonunda bu kişisel bir karar olarak gerçekleşecektir.
Bu bağlamda son olarak şuna değinmek istiyorum: Türkiye/göç kökenli politikacılardan beklentilerimizde dikkatli olmakta yarar var, sonunda bu kişiler o partilere/görevlere “göçmen temsilcisi” olarak gelmediler, o partinin (genel) politikalarını doğru buldukları için geldiler. Ancak bu olgu bazı göç kökenlilerde rastladığımız gibi “kraldan fazla kralcı/uyumcu” bir politik tavrı kabul etmemiz anlamına gelmez.