“Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir
dünya bırakmak, iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır.”
H. Arendt
2010 yılının sonlarından itibaren başlayan Arap Baharı ile birlikte Afrika ve Asya kıtalarındaki Müslüman ülkelerden Avrupa Birliği üyesi ülkelere yönelik büyük bir göç dalgası yaşandı. Almanya bu göç dalgasından en çok etkilenen ülkelerin başında yer almıştır. Bu süreçte, PEGIDA Hareketi ve Almanya için Alternatif (Alternative für Deutschland, AfD) adında göçmen karşıtı politikaları ile ön plana çıkan aşırı sağ eğilimli bir parti 2013 yılında Almanya’da kuruldu. Almanya için Alternatif (AfD, Alternative für Deutschland), Alman milliyetçiliği, muhafazakârlık, ekonomik liberalizm gibi ideolojileri içinde barındıran aşırı sağ eğilimli bir siyasi partidir. AfD, göçmenlere yönelik gerektiğinde Alman sınırının kapatılmasını savunmaktadır. AfD, Müslüman çoğunlukta olan ülkelerden ve Afrika’dan gelen göçmenleri göz önüne alarak, Almanya’daki göçmen nüfusun orantısız artışının Alman toplumsal ve kültürel yaşamını olumsuz yönden etkileyeceğine inanmaktadır. Bu açıdan göçmen sayısının Almanya’da mutlaka denetim altına alınmasını talep etmektedir. 2017 yılının Eylül ayında yapılan Alman Federal Meclisi Seçimlerinde aşırı sağcı İslam ve göç karşıtı AfD, yüzde 13,3 oy oranı ile Federal Meclis’e (Bundestag) girmeyi basardı.
Doğu eyaletlerinden Brandenburg ve Saksonya’da 1 Eylül’ 2019‘da yapılan eyalet seçimlerinde (AfD) sandıktan ilk sırada çıkamasa da büyük bir başarıya imza attı. Almanya’nın iki önemli doğu eyaletinde CDU ve koalisyon ortağı SPD seçimden ilk sırada çıktı. Fakat sandık sonuçlarında iki tarafın da ciddi oy kaybına uğradığı görüldü. Şu ana kadar Almanya Federal Meclisi’nde sandalyesi bulunan tüm siyasi partiler AfD ile bir ittifakı reddetti. Ancak aşırı sağcı partinin seçimlerde aldığı başarılarını sürdürmesi durumunda diğer partilerin daha ne kadar süre direnebilecekleri belli değildir. Avrupa‘daki diğer ülkelerdeki duruma baktığımızda bu direncin çok uzun süremeyeceğini düşünebiliriz. Kuruluş yılı 2013’ten beri giderek oy oranını arttıran AFD, 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de oyunu yüzde 7’den yüzde 10,8’e çıkardı. Müslüman ve göçmen karşıtı söylemleri olan AfD, Avrupa sınırlarının kapatılması, Almanya ulusal sınırındaki kontrollerin sıklaştırılması ve sığınmacı kamplarının Almanya dışında kurulması gibi konularla yüksek oranda oy topladı.
Avrupa’nın gecen yüzyılda yaşadığı büyük felaketin olumsuz etkileri hala devam ederken “Büyük Sorun” olarak adlandırdığımız AFD’nin giderek artan ivme ile bireyler tarafından nasıl desteklenip, bu kötülüğe nasıl katıldıklarını sorarak başlamalıyız. AFD’ye destek veren Almanlar nasıl oluyor da bu partinin fikirlerini benimseyip oy veriyorlar.
AFD karşıtlığı bağlamında „Birlikte sorumluluk“ kavramı merkezinde bir yurttaşlık etiği geliştirebilir miyiz? Birey “diğeri”ni dikkate almayan bir siyasi görüşe nasıl katılabilir?
Modern toplumlarda insanları bir arada tutan ortak yasam ilkesini doğuran evrensel değer ve kurallardır. Birey bu evrensel değer ve kurallara uygun davrandığında sonuçlarının kendi varlığına da bir tehdit olarak döneceğine dönük bir düşünce ile karşılaştığında (AFD’nin söylemleri gibi) ötekinin kendisine bir tehdit olarak görmeye başlayacaktır. Bu tür bir irade, başkasına kapalı, diğerine bağlanmayan, dolayısıyla ortak yaşam ilkesini diğeriyle bağlantıda değil de kendi zihnine kapalı bir biçimde yaşayan bir iradedir.
AFD’yi güçlendiren en temel şey bireylerdeki ortak yasam ilkesinin kaybı ya da yoksunluğu ve yargılama yetisinin kaybı olarak görülmelidir. Bundan dolayı AFD’nin, güçlenmesi ortak yaşam kurallarının ortadan kalkmasıyla ilgili bir sorundur ve politik bir sorundur. Diğerlerinin yaşamını güvence altına almayan bir politik bilinç geliştikçe AFD gibi partiler güçlenecektir. AfD’nin güçlenmesine karşı durmama, ahlaksal bir sorun değil, birlikte yasamaya dair bir sorumluluk bilincinden uzak olma durumudur. Politik sorumluluk, bireyin tüm diğerleriyle ilişkisinde var olması gereken, bu nedenle de söz ve eylemle görünür kılınması gereken bir sorumluluktur. Her bir insanın dünyayı paylaştığı diğerlerine karşı ve aynı zamanda bu dünyaya karşı sorumlu olduğu kabulü ortak yaşam için esastır. Böylesine bir arada oluşta insan diğerine, kendini onun yerine koyarak davranacaktır. Politika dünyayı daha anlamlı kılma, diğerleriyle diyaloğu, tartışmayı ve düşünmeyi korumadır. Burada hemen, sorumluluk ilkesinin sadece diğerine değil, bir çoğulluk olarak tüm diğerlerine karşı sorumluluk olduğunu ve bu anlamda yalnızca bizimle birlikte yaşayanlara karşı değil, bizden sonra yaşayacaklara karşı sorumlu olmayı içerdiğini söyleyelim. Bu nedenle sorumluluk şimdi ve geleceği de içerir. Çünkü yurttaş, aynı zamanda bu dünyayı mümkün olan en iyi dünya yapmakla sorumlu olan öznedir. Bu, ancak ve ancak, birlikte eylem içindeki yurttaşların her birinin kendi bakış açılarını tüm diğer bakış açılarını hesaba alarak oluşturdukları bir ortak alanın yaratılmasıyla mümkündür.
Mademki yurttaşlık etiği, dünyaya ve dünyayı paylaştığımız diğerlerine karşı sorumlulukta temellenir, o halde politika asla AfD gibi partilere oy vermeyecek olan bireylerin toplu karşı duruşunun sağlanması ile olanaklıdır. “Dünyada mültecilere karşı büyüyen faşist ve ırkçı dalganın etkisiyle mültecilere hiçbir şekilde sığınma hakkı verilmemesi gerektiği söyleminin giderek kendisine daha fazla taraftar bulduğu günümüzde, eylem odaklı karşı duruş, modern insana sorumluluklarını hatırlatır mı? Ve bu karşı duruş nasıl sağlanacaktır? Tüm bu gelişmeler karşısında Avrupa’da, özelde Almanya’da yaşayan AfD karşıtı bireyler olarak ne yapmalıyız?
“Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan yada ülkesindeki iç savaştan kaçarak başka bir ülkeye gelen ve göç ettiği ülkede istenmeyen, somut anlamda yaşatılan ve bundan dolayı güven duygusundan yoksun olarak yasayan bu insanlar yaşamlarını nasıl sürdüreceklerdir? Sessiz çoğunluğun bir politik sorumluluk duyarak eylem odaklı bir karşı duruş sergilemesi, asgari düzeyde de olsa politik bir güç olmayı gerektirir. Dolayısıyla olup bitene dair doğru bir anlayışa sahip olarak ve birlikte yaşamayı engellemek isteyen totaliter düşünce ve hareketlere göz yummamayı, uzlaşmamayı seçerek mücadele edilmelidir. Totalitarizmin insanın özgürlüğüne dair nasıl bir tehlike arz ettiğinin üzeri örtülmemelidir. Ayrıca totalitarizm bir defa yönetime geçerse, sürekli olarak ihraç ve terör eylemleriyle korku yönetimini ve topyekûn tahakkümünü sürdürmeye devam edecektir. Yakın tarih bu kötü örneklerle doludur.
Bu kaygılardan yola çıkan bu yazı, bir nebze olsun söz konusu örtüyü kaldırma, totaliter unsurlara ve tehlikelerine yönelik farkındalık yaratma çabasıyla yazılmıştır. AfD’nin zamanla sıradan, insanlar tarafından bizzat destek veya yardım görebileceği gerçeğini görmezden gelemeyiz. Günümüzde her yerde nüfusun ve yersiz yurtsuzların sayısının artmasıyla birlikte, siyasal, toplumsal ve ekonomik olaylara totaliter çözümler getirmek, dünyamızı büyük tehlikelere doğru yönlendirecektir. Neler yapılmalı, nasıl bir araya gelinip güç toplanılır, ayrı bir yazının konusudur.
Bu yazıyı literatüre „ESTONYA FERİBOT SENDROMU“ olarak geçmiş bir olayla sonlandıralım.
Modern deniz tarihinin en büyük kazası 28 Eylül 1994 yılında Baltık Denizi’nde yaşandı. 1980 yılında Almanya Mayer Werft Tersanesi‘nde inşa edilen Estonya Feribotu’nun batmasıyla 852 yolcu öldü.
137 kişi bu kazadan kurtuldu. Kıyıya yakın bir mesafede su alması nedeniyle yatarak batan feribot, sadece gemi mühendisleri tarafından değil aynı zamanda kazada ölümlerin nedeni açısından davranış psikolojisi uzmanlarınca da yıllarca incelendi.
İnsan davranış psikolojisi uzmanları bu kazada ölen 852 yolcunun neden kurtulamadıklarını araştırdı. Aileleriyle görüşüp geçmişlerini incelediler. Ölenlerin yüzde 98’inin çok iyi yüzme bildiklerini belirleyen uzmanlar son olarak kazadan kurtulanlarla görüştüler.
Bu görüşmelerden ortaya çıkan sonuçlar şunlardı:
Feribot 28 Eylül’de gece saat 00.50’de sert dalgalar nedeniyle su almaya başladı. Feribota giren sular 50 santim yüksekliğe ulaştı ve feribot yan yatmaya başladı. Su miktarının artmasıyla birlikte tahliye işlemi başladı. Ancak 987 yolcudan sadece 137’si su almaya başlar başlamaz hemen feribotu terk etti. Geri kalan 852 yolcu ise, gemi kaptanının “panik yapmayın dünyanın en güçlü feribotundasınız” sözlerine kanarak su boşaltma işlemini izlediler. Saatler ilerledikçe feribot daha da yan yattı ama 852 yolcu izlemeye devam etti.
Sonunda saatler 01.50’yi gösterirken tamamen yan yatarak sulara gömüldü.
Feribotun su aldığını ve yan yatmaya başladığını görmelerine rağmen son saniyeye kadar rahat rahat batışı izleyenler psikoloji ders kitaplarında “Estonya Feribotu sendromu” olarak yer almıştır.
Gemi kaptan(lar)ının! Panik yapmayın“!„ Dünyanın en güçlü demokrasisi içindeyiz“ sözlerine kanalım mı, yoksa…… ne dersiniz… sonradan yeni bir sendrom kavramının kaynağı olmayalım.