Eşitlik talebinin yerleşik yaşam düzenine geçişle yakından ilişkili olduğunu öne sürmek pek de yanıltıcı olmamalı. Bir talebin ortaya çıkması için elbette o talep konusunun şiddetli bir gereksinim olarak dayatması gerek. İnsan topluluklarından topluma doğru geçişte de daha önce doğanın içerisinde yalnızca kendi deneyiminin ve iradesinin yönlendirmesine tabi olan bireyin, başkalarıyla birliktelikten güç alma kültürüne geçerken kendi özgürlüğünden taviz verme çelişkisiyle boğuşmak zorunda kalması kaçınılmaz. İnsan özgürlüğünün sınırı birlikte yaşamak durumunda olduğu diğer bireyin, bireylerin özgürlük sınırları oluyor.
Avcı toplayıcı toplulukların içerisinde yeteneklerini, becerilerini, gönüllü emek payını vb. genele sunarak bir yer tutan bireyin pek de eşitlik sıkıntısı çektiği söylenemez. Çünkü rolü, onun diğerleriyle eşit olmasında yeterli bir faktördür. Geneli ilgilendiren her türlü kararda söz söyleme hakkı vardır ve bunun elinden alınması ya da sınırlandırılması kimsenin aklına dahi gelmez. Hamile kadınlar, belirli bir yaşa -ki farklı toplulukların farklı yaş anlayışları vardır- kadar çocuklar, özürlüler, yaralılar, hastalar ve hâlâ, fiziksel olmasa da, bilgeliğiyle veya isabetli kehanetleriyle katkı sunmaya devam edebilen yaşlılar aynı kapsamda topluluk ortaklığını sürdürebilir. Kimi topluluklarda her ne kadar yaşlılığın bir tür son olarak kabul edilip yaşlıların yalnız başlarına doğaya terkedilmeleri ya da kendiliklerinden topluluğu terk etmeleri beklense de bunun bir cezalandırma ya da dışlanma olarak değil, topluluk içerisindeki eşitliğin sürdürülebilir olma kaygısından kaynaklandığını görmek gerekir. Yaşlanan birey buna öncesinden hazırlıklıdır ve zamanı geldiğinde, artık topluluk yaşamına herhangi anlamlı bir katkı sunamaz durumda olduğuna kendisi karar verecektir.
Tarım devrimi, ikinci büyük toplumsal iş bölümü, yerleşik yaşama geçiş ve kentlerin ortaya çıkışı oluşumu binlerce yıla dayanan farklı bir eşitlik durumunu ortaya çıkarmıştır. Bu yeni yaşam biçiminde yeteneklerin rolü, yoğun tarımsal üretimde önemi yükselen fiziksel emeğin karşısında gerilemeye başlar. Ataerkillik öne çıkar, cinsiyet eşitliği bozulur. Yerleşik düzenin oldukça farklı bir yönetim düzenini dayatması, profesyonel yönetici katmanlarına, ki bunların tarihte farklı dönemlerde farklı adları oldu, duyulan gereksinim topluluk mülkiyetinin özel mülkiyet karşısında gerilemeye başlaması ve mülkiyeti yönetme kaygısının toplumu yönetme kaygısının önüne geçmesi, en sonunda da mülkiyete dayalı toplum içi katmanların sınıf saflaşmasına evrilmesi; binlerce yıl içerisinde oluştuğu yukarıda söylenmişti.
Doğu’da, Mezopotamya ve Mısır’da, Hindistan’da, Çin’de bu sürecin çok daha eskiye dayandığı ve çok daha yavaş ilerlediği de not edilmeli. Topluluktan topluma geçişin ve toplum içerisindeki eşitlik talebinin seslendirilmesinin de bununla birlikte yavaş ilerlediğini kabul edebiliriz. Anadolu’ysa, hem çok farklı yönlerden gelen avcı toplayıcıların geçiş yolu üzerinde olduğundan hem de, Ege ve Mezopotamya’yla olan yakın ilişkisi nedeniyle yerleşik tarım toplumlarının yaşam düzeni ve bu toplumların erken teknolojik devrimlerinin bir tür coğrafi zemini olması nedeniyle, Doğu’nun ve Batı’nın değişimini hemen hemen aynı anda, benzer koşullarda yaşadı.
Yoğun köle emeğinin toplumsal artı değerin üretilmesinde önemli bir rol almaya başladığı İ.Ö. dördüncü binlerin sonu, üçüncü ve ikinci binlerde Doğu Akdeniz’de, Orta Doğu’da ve Anadolu’da sistemli bir toprak yönetimi gereğinin dayattığını, Hindistan ve Çin’in önüne geçilerek sistemli bürokrasinin işlediği devlet düzenlerinin ve büyük, yayılmacı imparatorlukların (Mısır, Sümer, Babil, Akkad, Hitit) kurulduğunu görüyoruz. Artık eşitlik talebi topluluk içi bir talep olmaktan çıkıp, toplumsal sınıflar, daha doğrusu mülkiyeti yöneten ana ve ara toplum katmanlarının talebi olma doğrultusunda evrilmektedir. Keza, İ.Ö. bin yıl içerisinde uygarlık tarihinde ağırlığını duyurmaya ve giderek tarih yazma işini üstlenmeye soyunan Ege’de, polislerin çevrelerini ve gerek Akdeniz’de, gerekse Karadeniz’de önce ticari olarak sonra da askeri olarak ulaşabildikleri kıyı yerleşimlerini kolonileştirmeye yönelmeleri kendi kent devletleri içerisinde ve kolonilerinde toplum içerisinde ağırlığını koymaya başlayan yeni bir katmanın, tüccar sınıfının eşitlik talebinde doğrudan siyasi içerikli bir dönüşümün öncülüğünü yaptığını tarih kaydediyor. Bu talep İ.Ö. sekiz yüzlerden beş yüzlere öylesine ağırlık kazandı ki, kent yönetimleri soyluların yoğun halk muhalefetiyle köşeye sıkışması sonucu, tiran adı verilen ve soylularla herhangi bir kan bağı olmayan, basit fakat okumuş demokratik önderlere teslim edildi. Ta ki, büyük Pers istilasından kesin kurtuluşu sağlayan İskender İmparatorluğu’nun yeniden soylular iktidarını toplumun tepesine oturtana kadar. Bundan böyle de eşitlik, artık soyluların arasındaki bir mülkiyet yönetimi rekabetine dönüşecektir. Zaten sonrası da, farklı bir sosyo ekonomik düzenin, feodalizmin kurumlaştığı Roma tarihidir. Ki eşitlik, demokrasiyi de yedeğine alarak sınıf içi hak arama talebinin temel ilkesi olarak burada da ideolojik varlığına devam eder.
Ege’nin Anadolu ve Yunan Yarımadası yakasında, adalarında eşitliğin seyri üç yüz yıl kadar bir demos, halk meselesi olmayı sürdürmüştür. Halk tanımı, hem kent yaşayanlarını hem de kırsal kesimde kendi küçük topraklarını işleyerek yaşayan köylülüğün ilk biçimlerini kapsamaktadır. Koloni ticaretinin zenginleştirmeye başladığı tüccarların büyük/soylu toprak sahiplerine karşı olan siyasi eşitlik taleplerinde de kent zanaatkârları -ki toplum içi rollerinin önemini eski avcı toplayıcı topluluk içi önemlerinden devralmışlardır- ve köylüleri yanlarına almaları eşyanın tabiatı gereğidir. Nitekim demokratik ilkeler denilebilecek ilk sistemli düşünce yönelimlerinin maddi temelini de işte bu geniş ittifak sağlamıştır denilebilir. Felsefe ve sanatın, astronominin, matematiğin, tıbbın, pozitif bilimin temellendiği, yaygın olarak toplumda, tüm katmanlarda tartışıldığı ve kayıtlara geçmeye başladığı dönem bu dönemdir: Tiranlar, diğer bir deyişle, demosun kratosla bütünleştiği, diktatörler çağı! Asillere ait kimi toprakların yoksul köylülere dağıtıldığı, kentlerde yığılan işsizlere iş alanları açıldığı çağ. Modern anlamda işçi sınıfının ilk nüveleri -sistematik ücretli emek- bu çağda görülmeye başlar. Tabii soyluların bu yeni toplumsal artı değer ortaklığından hiç hoşlanmamaları ve daha önce dışladıkları fakat ticaretten ve sanattan gelen zenginlikleriyle artık toplum içerisinde siyasi ağırlığını koymuş olan yeni oligarşiyle tehlikeye düşen mülkiyet geleceklerini yeniden güvence altına alabilmek uğruna ittifaka mecbur kalmaları da bir diğer sınıf gerçeğidir. Makedonya İmparatorluğu’nun Helen uygarlığının zirvesi olarak anımsanması boşuna değil. Egemen sınıf yerli yerine oturmuştur; demokrasi, halkın siyasi yönetime ağırlığını koyma hakkı, iki bin yıl sürecek uykusuna başlamıştır.
Homeros destanları kahramanlık çağına -İ.Ö. iki binlere- göndermelerle doludur. Ama gerek İlyadasında, gerekse Odysseiasında Homeros’un kendi gününe yönelik bir eğitme çabası göze çarpar. Özellikle Odysseia’da belirli bir toplumsal düzenin ana hatlarını çizdiği görülür. Homeros’un çağdaşı Hesiodos’taysa toplumsal saflaşmayı daha açık izleriz. Aile mirasının paylaşımında kendi öz kardeşinden tam anlamıyla “kazık yemiş” olan Hesiodos, hızla kemale ermiş, lafı hiç dolandırmadan sınıfsal çıkar çatışmasını dillendirmiştir. Tabii kardeş kazığından dolayı mülksüzleşme sorunu yaşamamış olsaydı eşitliği, adaleti bu denli kafasına takar mıydı bilinmez. Ama tarihten bilebildiğimiz, toplum sorunlarının insan kafasını meşgul etmeye başlamasında bu sorunların tek tek bireylerin yaşamını derinden etkilemesi, değiştirmeye zorlaması belirleyici bir rol oynuyor. Ve bu sorunların sözcüklerle formüle edilerek belgelere dönüştürülmesiyse elbette ki dönemin eğitim almış bireylerine, aydınlarına düşüyor. Elbette metafiziğin yeni siyasal oluşumlardan güç alarak pozitif bilimi felsefeden arındırması ve -mülkiyetle birlikte- aydınlığın demostan çalınmasına kadar.
Platon, Sokrat’ın ağzından yönetimin ancak bir elitin elinde -ki bu elit elbette ki doğuştan yoksul ve cahil olanlara hükmetme hakkına sahiptir- güvencede olacağını vazederken öğrencisi Aristo, konuyu biraz daha genelleştirir, köleliğin olağanlığını ve Helen olmayan tüm diğerlerinin, yani barbarların bu kaderin kaçınılmaz kurbanları olduğunu ateşli bir biçimde savunur. Aristo, Büyük İskender’in öğretmenidir. Doğu’nun fethi ve uygarlaştırılması için tanrılar tarafından görevlendirildiğine inandıran da odur genç kralı. Elbette Platon ve Aristo’nun tarihte bırakmış olduğu iz insanlık sorunlarının derin analizlerine kapıyı açan, bireyin özgürlüğünü tartışan, toplum düzeni üzerinde felsefeler üreten sınırsız kurguları da içerir. Bu yönüyle Batı uygarlığını, ya da asıl hak ettikleri nitelikleriyle, sermaye birikimi ve bekasının ideolojik güvence zeminlerini ilk kurgulayanlardır. Elbette insanlığın dar bir bölümü için. Oysa ki onlar felsefenin kurucuları sayılan Miletos’daki Thales Okulu öğrencilerinin, Pisagorların, “Değişimden başka hiçbir şey kalıcı değildir,” diyen Heraklitlerin ardıllarıydılar. Ancak mülkiyet yönetiminin egemenliğini ilan etmesiyle kaygıların ekseni değişmişti ve toplum içi eşitlik açık bir şekilde üretim araçlarının mülkiyetini ele geçirerek konuşlanan sınıfla bu araçlar üzerinde ücretsiz ölümüne -köle olarak- ya da, boğaz tokluğuna -serf olarak- veya, ücretli -işçi olarak- çalışarak yaşama tutunan sınıf arasındaki bir mesele olmaktan çıkıp bu sınıfların kendi içlerinde ayrı, yüklendikleri anlam birbirinden oldukça uzak birer demokrasi meselesi olma yoluna girdi.
Artık Homeros’un, Hesiodos’un tanrıları insanlığın tamamına değil, sınıfların kendi iç durumlarına, sorunlarına, gereksinimlerine cevap vermeye başladılar. Sonra da giderek, kendi kendilerini tasviye ederek, tekleşerek, tek bir bütün içerisinde mülkiyeti egemen sınıf adına diğerleri üzerinde zor kullanarak yöneten devlete destek vermeye yöneldiler. Kimi sınıf için egemenlik gücünün ifadesi, kimi sınıf içinse eşit uyutan afyon oldular.
Demokrasi kavramıyla ifade edilmek istenen, yaşam düzeninin eşitliğin yanısıra özgürlükleri de içermesi talebi, üretici güçlerin evrilmesiyle yakından ilişkilidir. Kabile düzeninden devlet düzenine geçen toplum -gerçi kimi toplumlar için bugün bile bu geçiş henüz söz konusu olmayabilir; ancak bunları, analizimizin rotasından sapmaması için burada istisna saymak durumundayız- tarafından sonsuza kadar etkisiz kalmaya zorlanan birey, yeniden doğa içerisindeki o ilk durumuna dönüş özleminden güç alarak direniyor. Zorun mülkiyete dayalı sistemli bir sınıf baskısından kaynaklandığı gerçeğine uyanmasıyla da direnişini üretim araçlarının sahip değiştirmesi hedefine dönüştürüyor. Bu, siyasal düzenin değiştirilmesi gereğinin ilk sinyalleridir.
Bunun evrilmesi için de insanlık iki bin yıl daha beklemek durumunda kalmıştır.