Bir konuta sahip olmak, başının üzerinde bir çatı, çalışan bir kalorifer ve özel alanın dört bir duvar arasında korunaklı olması daima bir meta olmuştur, ancak son yıllarda konut sorunu giderek şiddetleniyor gibi. Almanya’da kiralar – özellikle de büyük şehirlerde – son yıllarda neredeyse dizginsiz bir şekilde yükseldi. Kanun koyucu bu gelişmeyi gördü ve göründüğü kadarıyla onu bile isteye kabul ediyor. Söz konusu gelişmeyi engeller nitelikte olduğu iddia edilen Çocuk İmar Parası ya da Kira Fiyat Kontrolü gibi önlemler işe yaramıyor. ZIA’nın (Merkezi Emlak Kurulu) güncel ilkbahar bilirkişi raporunda şu yer alıyor: “Bilhassa federal hükümetin konut alanındaki atılımları çerçevesinde aldığı önlemler, fiyat artışının devam etmesinde etki edecek gibi görünüyor. Çocuk İmar Parası gibi destek programları daha fazla konuta yol açmayacak, aksine fiyatlar üzerindeki baskıyı daha da arttıracağa benziyor […]” (ZIA 2019, S. 73) . Bazı politika ve ekonomi temsilcilerinin konut kıtlığını, arzuladığı müstakil evi artık sorunsuz finanse edecek durumda olmayan orta sınıfın bir sıkıntısı olarak gösteren yorumları da Almanya’daki gerçek konut sorununu açıklamıyor. Konut kıtlığından söz edildiğinde, o, düşük gelir sektöründeki, sosyal yardım alan, yoksulluk koşullarındaki ve evsiz insanların bir sorunu olarak dile getirilmelidir. Konut kıtlığından söz edildiğinde gerçekten acı veren noktaya bakılmak zorunda.
Almanya’da konut pazarındaki gelişmenin ağır sonuçları evsizlerin sayısındaki artış ve yoksulluk koşullarında yaşayan yurttaşlar için yükün ağırlaşmasıdır. BAG Konut Yardımı Derneği’nin bir tahminine göre 2016’da 860.000 olan evsizlerin sayısı 2018 yılı sonunda 1,2 milyona çıktı. Artan evsiz sayısının yanı sıra, sosyal yardımlardan geçinen kişilerin artan kiralar nedeniyle yoğun baskı altında olduklarını gözlemlemek mümkün. Nitekim geçen yıl sosyal yardımlar kapsamında örneğin 16,4 milyar Euro düzeyindeki kiranın yalnızca yaklaşık 15,9 milyarı karşılandı. Tersten bakıldığında bu, Hartz IV’ten geçinen insanların toplamının, aslında yiyecek ve günlük gereksinimler için öngörülen standart yardımlardan 540 milyon Euro’yu kira için ödemeleri anlamına geliyor.
Mantıksal bir sonuç olduğu için, büyük şehirlerdeki konut piyasasının kâr amaçlı şirketlere bırakıldığından ve konut piyasasındaki fiyat ve kira vurgunculuğunu sınırlandırmak için siyaset ve yönetim ciddiye alınacak hiçbir çaba göstermediğinden, aslında bu gelişmeye pek şaşırmamak gerekir. Peki yeterince bilinen bu durum, kendini resmi olarak insan haklarını ve insan onurunu sayma ve koruma yükümlülüğü üstlenmiş bir toplum için ne anlam taşıyor.
Mevcut durumda federal hükümet, yıllardan beri sosyal devletin zayıflatılmasının, işçilerin ve sosyal yardım alanların haklarından yoksun bırakılmasının ve pazarın kuralsızlaştırılmasının bir sonucu olarak, nüfusun büyük bir kısmının adeta yasadışı ilan edilmesini bile isteye kabul ediyor. Evsiz olmak insan ve yurttaşlık haklarından dışlanmak demektir. O, Almanya gibi zengin bir ülkede bedensel ve psişik dokunulmazlığa yönelen akla gelebilecek en berbat tehdittir. Ancak Almanya’da evsiz olan kişiler belediyelerden neredeyse hiç destek görmüyor. Onlar birer suçlu gibi gösteriliyor, türlü yöntemlerle kent merkezlerinden uzaklaştırılıyor ve toplumun kenarına, son kertede de hayatta kalmanın kıyısına itiliyor. Evsizler için yapılan çalışmalar birçok yerde gönüllü aşevi kurulması ve insan onuruna uygun bir konaklamadan uzak geçici barınaklar şeklinde gerçekleşiyor. Böylece sefalet, aslında büyük olmakla birlikte, en azından çok göze batmıyor ve bu pahalı önlemlerin çevresinden dolanmayı sağlıyor. Birçok belediyede, evsizler karşısında sıcak bir siyaset izlenmesi durumunda bunun sözüm ona bir “çekim etkisi” yaratacağından korkuluyor, insanı hor görmek açısından ötesine zor geçilir bir hesap.
Ama evsiz ve yoksul insanların insan haklarını savunmak için çalışmak, gider-çıkar-hesabına girmeden bunu önkoşulsuz yapmayı ve salt paternalist bir nezaket tarzında değil, aksine mali durumda hissedilebilir bir düzelmeyi beraberinde getirecek düzeyde bir irade ortaya koymayı ifade eder.
Aslında şimdiye kadarki (verilmeyen) kararların ve yapılmayan siyasetlerin temel insan haklarının altını oyduğu ve göz ardı ettiği çıkarsamasını yapmak gerekir. Artan evsizlik ve yoksulluk nedeniyle artan yük demokrasi için ayrıca en ağır tehditleri oluşturur. Onlar neoliberalizmin yatırıma elverişli bir bölge olma mantığını insan haklarının korunmasına yeğleyen ve gerekli yatırımları yapmaktan kaçınan siyasetin bir sonucudur. Ama aslında yoksulluk üzerine toplum içinde devam eden geniş tartışmada evsizlerin sorunlarından pek söz edilmiyor, nedenlere ise zaten hiç girilmiyor.
Artan özelleştirmenin, kamu mülkiyetindeki konutların satışının ve azalan sosyal konutların, konut piyasasında yaşanan kıtlığın başlıca nedeni olduğunu özellikle büyük kentlerde açıkça gözlemlemek mümkün. Devlet ancak konut mülkiyetini kamuya devretmeye ve böylece kâr odaklı ev sahiplerinin etkisini kırmaya başladığında bu gelişmeye karşı koyabilir. Bu amaç için elbette bütçede yeni bir öncelik belirlemek gerekir.
Şu an Berlin’de, 3.000’den fazla daireye sahip özel konut yapı şirketlerinin, 15. madde uyarınca kamulaştırılmasını hedefleyen bir referandum başvurusuna devam ediliyor. Bu talebe karşı gösterilen tepkiler geniş ölçüde kavranabilir ve öngörülebilirdi, yapılmak istenen çok pahalı, hukuka aykırı ve gerçekçi değildi – referandum başvurusuna karşı yöneltilen eleştirilerin büyük bir bölümünü aşağı yukarı bu şekilde özetlemek mümkün. Ama aynı zamanda, otoban, havalimanı ya da tren güzergahı ya da kömür ocakları söz konusu olduğunda, doğal olarak devletin müstakil ev ve daire sahiplerinin mallarını kamulaştırması, bile isteye ve daima kabul ediliyor. Böylesi ancak alaycı bir uygulama olarak görülebilir ve eylemlerini artık uzun zamandır yurttaşlarının gereksinimlerine göre değil, aksine ilkin ekonomik büyümeyi ve yatırıma elverişliliği bölge olmayı güvence altına almayı isteyen neoliberal kriterlere göre şekillendiren bir konut politikasını ve sosyal politikayı ifade eder.
Özel şirketlerin ekonomik çıkarlarını körü körüne izlemek, aynı anda yıllardır artan gelir ve varlık eşitsizliğini kabul etmek ve kararlı bir dağılım yapmaktan kaçmak yerine ancak köklü bir siyaset değişikliği çözüm getirebilir. Büyük, özel sektöre bağlı konut yapı şirketlerinin özelleştirilmesinin, konut kıtlığını kalıcı olarak aşmak için bir araç olup olamayacağı sorusuna gelince: Bence evet. Barınma, şu anda Almanya’da birçok insan için tehlikeye girdiğini gördüğüm ve gerekli önlemlerle korunması gereken bir insan hakkıdır. Bu istekle ilgili bir konu değil, aksine bir zorunluluktur.