Osman Çutsay
Avrupa’nın hegemon ülkesi, artık dünya ölçeğinde etkili “jeoekonomik güç” Federal Almanya’da, göç arka planına sahip geniş bir topluluk var. Göçmen toplumu, diyelim. Bu topluluk içindeki en büyük grubu Türkçe konuşanlar oluşturuyor. Peki bu Türkçeli göçmenler, daha doğrusu kökleri Türkiye’deki Almanyalılar veya “yeni yerliler”, çoğunluk toplumuna “entegre” olabiliyor mu?
Olmak istiyor mu?
Ondan çok daha önemlisi ve yaygın kanının tersine, acaba çoğunluk toplumu diyebileceğimiz “tarafın” böyle bir talebi var mı?
Statistisches Bundesamt rakamları, “Bevölkerung mit Migrationshintergrund” tablolarında, 2017 itibariyle, Al-manya’daki nüfusun yüzde 23.6’sının, 19.3 milyon kişiyle, bir göç arka planına sahip olduğunu gösteriyor. Her dört kişiden biri, neredeyse. Bu tablonun, toplumsal yaşamda sonuçsuz kalması elbette mümkün değildir.
Peki, bu tablonun, özellikle Türkçeyle bağlantılıysa ve Aziz Nesin’in damgasını da taşıyorsa, komiksiz kalması mümkün olabilir mi? Türkçenin içerdiği mizah gücüne bakarsak ve Almancayı da güçlü kabare geleneğiyle masaya yatırırsak, hayır.
Bize ve şöyle bakalım: Yaklaşık 60 yıllık bir kitlesel emek göçü ve yerleşikliği sonucunda, neredeyse dördüncü kuşak artık yetişkin nüfus dilimindedir ve bu nüfus dilimindeki Türkçeli toplum, Türkçeden daha çok Almancaya hâkimdir. İyi de, bu insanlar nasıl olur da yerleşik Alman toplumunun kendilerine pek ilgi göstermediğini ve bir cehaleti sürdürmekte kararlı olduğunu fark edemez?
Tam tersine, aşırı duyarlıdırlar: Artık anadil düzeyinde Almanca konuştukları için, günlük yaşamda ve bütün düzlemlerde, her türlü ayrıntıyı anında fark ederler. Fark ediyorlar zaten. Dananın kuyruğu da burada kopuyor. Trajikomik bir “kopuşma” karşısındayız. Sanata henüz gereğince yansıtılamamış bir durum.
Zeynel Korkmaz, PoliTeknik’te de yayımlanan tezlerini, “halkweb.eu” haber sitesinin kendisiyle yaptığı bir mülakatta, gayet usturuplu bir dille yineledi ve içinden çıkılmaz bir hal almaya başlayan göçmen sorununa dikkat çekti. Korkmaz’a göre, Aziz Nesin’in absürd komik denebilecek ünlü oyunu “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, yeni boyut ve renkleriyle Avrupa’nın göbeğinde yaşanıyor. Bundan kurtuluş da yok. Ama bu açmazın bütün toplum katında algılanabildiğine henüz tanık olmuş değiliz.
ABSÜRD BİR DÜELLO
Bizim için sorun şu: Almanya’daki “yabancılar grubu” veya göç arka planına sahip topluluk içindeki en büyük öbeği Türkiye kökenliler oluşturuyor ve bunların, göçmen üst başlığı altında incelendiğinde, çoğunluk toplumuyla absürd ile komik arasında gelip giden bir ilişkisi var artık. Zeynel Korkmaz, tamamı gerçekten ilginç bir gözlem ve saptamalar dizisinde, şunlara da işaret ediyor:
“Eğitimli bir göçmenin çoğunluk toplumunun orta ve üst kademelerine tırmanma hevesi, adeta tüm toplumsal katmanları düelloya davettir. Diğerleri yoksullaşırken ya da yoksullaşma korkusuyla yaşarken göçmenin refaha kavuşması, kendi ülkelerinde deklase edilmelerini ifade edecektir. Göçmen, toplumda yükseldiğinde ise göç veren ülkenin çıkarlarını savunacağından, yaşadığı ülkede ulusal çıkarları tehlikeye atacaktır. Yani, göçmen yükselmekten vazgeçmelidir. (…) Bu göçmenlerin eğitimsiz kalmaları ya da cehaletleri topluma uyumu zorlaştıracaktır, uyumsuzluk huzursuzluk doğuracaktır. Elbette göçmenlerden işsizlik, eğitimsizlik ve yoksulluk koşullarını ses çıkarmadan sineye çekmeleri istenecektir. Kriminal olmayacaklardır, sokaklarda başıboş dolaşmayacak, serserilik yapmayacak ve toplumu rahatsız etmeyeceklerdi. Nazik olacak ve gülümsemeye devam edeceklerdir. Memnuniyetsizlikleri onlara dışa karşı şiddet uygulatmayacak, içten çöktüklerinde de sessiz sedasız çökeceklerdir. Uyum için biraz eğitildiklerinde ise öğrendiklerini yalnızca uyum için değerlendirecek; bunun dışında eğitim almamış gibi davranacak, sosyal ve kültürel etkinliklere katılmak, gezmek, iyi ürünler tüketmek, farklı bir ifadeyle ve genel anlamda kaliteli bir yaşam talep etmek istemeyeceklerdir. Şöyle de söyleyebiliriz: Gözleri açılmayacak, açılsa da iştahları kabarmayacaktır. Öyle kalmaları gerekir. Öyleyse ‘iyi’ bir göçmen, ülkede bulunduğu süre zarfında hiçbir şey talep etmeyen, yaşam kalitesi olmasa da mutluluk mizanseni sahneleyen, huzursuzluğu kimseyi ilgilendirmeyen, varlığı huzursuzluk yaratmayan göçmendir.”
TAM AZİZ NESİN’LİK…
Türkçenin ve Türk toplumunun eşine çok sık rastlanmayacak bir direnç kimliğini temsil eden Aziz Nesin, Türkiye içindeki saçmalıklar silsilesinden öyküler, romanlar çıkararak “Tam Aziz Nesinlik” kavramını Türkçeye armağan edebilmiş bir aydındı.
Biz, bu saçmalığın, yeni ve teknolojik renklerini de üstlenerek, Avrupa’nın hegemon ülkesinde sergilendiğine tanık oluyoruz. Bütün göçmenlerden, daha doğrusu göç arka planına sahip yerleşiklerden söz ediyoruz; sadece Türklerle kısıtlamamak gerekir. Göçmenler ve yeni yerliler, anlaşılan, ne yapsalar yaranamayacaklar. Ağızlarıyla kuş tutsalar bile yaranamayacaklar. Kendilerini korumak istedikçe yeni duvarlara çarpacaklar, bir şeyler yapmaya kalktıklarında ise Cem Özdemir veya Feridun Zaimoğlu gibi kılıflar edinecekler: Uluslararası neoliberal-emperyal düzenin nimetlerini “cari fazla” olarak garantiye alıp, burada bir demokrasi keşfetmek ve mevcut düzene tapınırken geçmişte denenmiş eşitlikçi-sosyalist projeleri sürekli karalayarak kariyer yapmak… Bu da bir “yol” tabii, ama çıkmaz bir yol. Buradan yeni ve onurlu bir insan (“aydınlaşmış insan”) türetmek mümkün değil.
Sonuçta Almanya’dayız ve burada yaşayan 20 milyona yakın insandan söz ediyoruz. Bu rengârenk göçmen arka planına sahip insanlar, monolitik bir demografik yapıya sahip olduğu ileri sürülen Almanya’da gerçekten büyüyen bir sorunu temsil ediyor. Çoğunluk toplumunun baskısını üzerinde hisseden “yeni marabaların” tepkilerine, geldikleri ülkenin baskıcı rejimleri destek veriyor. Türkiye özelinde kalalım: Burada kendisini dezavantajlı hisseden insanların despotik, İslamcı ve yer yer faşist kimliğini artık saklamaya bile gerek duymayan bir siyasetçinin militanlarına dönüşme sürecini masaya yatırabiliriz. İslamcı faşizm, Ankara’yı ellerinde tuttuğu sürece, Avrupa’daki 6 milyona yakın Türkiye kökenli insanı da denetleyebileceğine, gerekirse manipüle edebileceğine inanıyor. Avrupa demokrasisinin baskısını üzerinde hisseden Türkiye kökenli genç kuşakların, bu baskıya direnme adına Türk-İslam despotizmine arka çıkması, trajik değil, son derece acılı ve pek arabesk bir komediye dönüşebiliyor.
Oraya geldik: Çemberi daraltarak baktığımızda, 3 milyon Türkçeli insanın Federal Almanya gibi Avrupa kapitalizminin en gelişkin merkezinde yaşadığı günlük travmalar, saçmalığı çok aşan bir tutarsızlıklar bütünü oluşturmayacak mıdır?
Sorun şu: Bu insanlar, her gün, her saat yinelenen mükemmel bir kabarenin aktörleri aslında. Peki, bu absürd komediyi sahneye Almanca olarak çıkaracak ve “kolay çözüm yok, patrona âşık olmak hiç çözüm değil” noktasında seyirciyle paylaşacak genç kuşak tiyatrocularımız, sinemacılarımız, asıl önemlisi kabarecilerimiz yok mu?
Kabareci eksikliği çektiğimizi kim ileri sürebilir? Muhsin Omurca, Fatih Çevikkollu, İdil Baydar, Bülent Ceylan, Özcan Coşar… Bunlar ha deyince aklımıza gelen genç kuşak… Belki…
Galiba bu meseleyi kabare masasına yatırmak gerekecek. Böylece hem göçmenler kendilerini (“göçmen ayarlarını”) yeniden gözden geçirir, hem de çoğunluk toplumunun aydın veya aydın adayları kendilerine tutulan bu aynayla farklı çerçeveler oluşturmaya başlarlar.
KOMİKLİKLERİMİZ,
ACILARIMIZ VE SAHNE
Zeynel Korkmaz biraz da bu göreve davet ediyor aslında insanlarımızı: Burası yan gelip yatma, demokrasinin nimetleri diye yutturulan uyuşturucuların keyfini çıkarma yeri değil… Kendimizi anlatmak ve çözüm aramaya talip olmak zorundayız, ancak o zaman azınlık ve çoğunluk toplumları iç içe geçer, asimilasyon korkusu gibi bir tuzağı rahatça aşar ve daha eşitlikçi bir toplum yolunda adımlar atılmasını sağlarlar.
Siyasallaşmış veya siyasallaştırılan komedi, özellikle de kabare geleneği, insanların bilgilenme süreci ve birikimiyle yakından ilintili bir dal. İzleyicide birikmiş bilgiyi harmanlayarak, sorgulayarak ve altüst ederek, bazen ağır darbelerle döverek, her durumda eleştirerek, hatta “fırçalayarak” yeni düşünme ve bilgilenme yolları açabilen bir alan bu. Buradan başlanabilir.
Yeterince genç insanımız var. Türkçe dünyalarla ilgili Avrupa’da ve Almanya’da bu çağdışı bilgisizliğe, cehalete, milliyetçilik, kültürcülük, dincilik tuzaklarına düşmeyen, eşitlikçi yeni aydınlarımız, kabarecilerimiz, sinemacılarımız, tiyatrocularımız bir son verebilir. Bunu güldürerek ve düşündürerek yapabilirler.
Çoğunluk toplumunun bam teline basmadan bu işlerin olacağını söyleyen yok. Ortalık biraz karışacak. Ama çoğunluk toplumunun bütün dil ve kültür kodlarına egemen genç kuşaktan söz ediyoruz. Kökleri Türkiye veya diğer “azgelişmiş ülkelerde” olan insanlardan… Bunlar nerede gaz vereceğini ve nerede frene basacağını biliyor artık.
Aşağılık kompleksiyle (“mağdur”) büyüklük kompleksinin (“efendi”) birbirlerini tetiklediğini bilen, bu tür bayağılıklardan, özellikle de “mağduriyet avından” nefret eden, birlikte eşitlikçi bir yaşam kurabileceğini düşünen müdahalecilerin, özellikle gösteri sanatlarında yeni görevlerle karşı karşıya olduğunu söylemiş olalım. Bu tablodan bambaşka düşler ve pratikler çıkabilir.
PoliTeknik, burada yeni kapılar açılmasını sağlayabilir.