Art arda kitaplar yayımlanıyor, videolar sergileniyor: Kökleri Türkiye’de olan genç insanlar, sürekli bir entelektüel üretim içindeler ve artık doğrudan Almanca yazıyorlar. Medyada ve kendi aralarında öncelikle Almanca konuşuyorlar. Türkçe yardımcı dil veya ev dili düzeyine gerileyeli çok oldu üçüncü ve dördüncü kuşakta.
Bunda şaşılacak veya üzülecek bir şey yok. Her göç öyküsü, köklerin bulunduğu ülkelerin dilinde, gelinen büyük merkez lehine bir gerileme yaşandığını not etmiş bulunuyor. Fakat Almanya ve Almancadaki Türkiye kökenli genç kadınların atağı gerçekten müthiş. Verimli genç-orta yaş diyebileceğimiz 30-50 yaş grubundaki imzalar, örneğin Özlem Topçu, Fatma Aydemir, Mely Kiyak, Deniz
Ohl, Cansın Köktürk, Iris Bayram, Güner Yasemin Balcı ve daha birçok isim artık “usta yazarlar” dönemecinde. Aynı şey kabare dünyasında Meltem Kaptan, İdil Baydar, Şenay Duzcu gibi çıkışlarla da teyit görmüş sayılabilir. Bu kadınlar ciddi bir entelektüel üretim içindeler ve “Buradaydık, buradayız, burada olacağız!” diye bağırıyorlar etkinlikleriyle…
Ama bu üretimin ve üreticilerinin yetiştiği toprağın nesnel ve öznel koşulları üzerine henüz köklü bir araştırma atağı yok.
Çok şeyler oluyor oysa. Bu platformda daha önce değinmiş ve sormuştuk: Almanya’da, kimi kaynaklara göre 4 milyonu aşkın bir nüfusa sahip Türkiye kökenli toplumun yaşam koşulları üzerine ciddiye alınabilecek bir yayın neden yok? Nesnel ve öznel hangi koşullar altında yaşıyor ve üretiyor bu insanlar acaba? Hangi insanlar? Yaşamlarının en önemli kesitlerinde Cumhuriyet Türkçesi’ni Avrupa Almanyası’nda şu ya da yoğunlukta taşımış insanlar.
Bu milyonlarca insanın hangi koşullarda yaşadığını, nesnel yaşam pratiklerini, zihinsel, duygusal yönelimlerini, acı ve sevinçlerini, yani toptan bir ifadeyle “zihin haritalarını”, bu arada gelir düzeylerini, gelir farklılaşmalarını ve harcama kalemlerini, bu alanlardaki değişimleri bilimsel yöntemlerle incelemek, düzenli dökümler vermek kimsenin aklına gelmiyor mu?
Geliyor…
Geliyor ve belki tam da bu nedenle pek bir itibar gösterilmiyor bu topluma; çok açık.
Oysa böyle bir çalışma için Avrupa NGO’larına, vakıflarına, “think tank”lerine falan gerek yok. 4 milyonu aşkın bir toplum (“topluluk” değil) bunu kendi içinden finanse edebilecek bir birikime sahip. Ama yapmıyorlar. Zihin haritaları bu atağa izin vermiyor da ondan mı? Muhtemelen.
Güner Yasemin Balcı’nın yaz sonunda çıkan ve hemen çok satanlar listesine giren, üst üste baskı yapan kitabı “Heimatland” bir örnektir. Eşine az rastlanır bir “az eleştirel ama çok tapınma” belgesi olarak kabul edilebilir. Kitabı bir başka yerde daha ayrıntılı çözümlemeye çalışırız. Burada önemli olan şey, şu: Bundan 65 yıl kadar önce başlayan kitlesel emek ihracı, aslında saklı tarihlerin de çeşitli veçheleriyle ihracına aracı oldu. Şeriatçılığın, Türkçülüğün yanı sıra Rum, Ermeni, Kürt milliyetçileri de Türkiye’de baskı altında kalan kimliklerini bir başka uca, eski deyimle ifrata taşımayı demokrasi ve özgürlük saydılar.
Hepsi için Türkiye bir anomaliydi.
Bu “halet-i ruhiye”, Türkiye’deki her türlü gerici akımı komünizme karşı desteklemeye kararlı Bonn Cumhuriyeti’nin yerde ararken gökte bulduğu bir nimet oldu. Haksız da sayılmazlardı: Türkiye kökenli insanları bir biçimde denetlemeleri gerektiğine inanıyorlardı. Bu büyük/büyüyen kalabalığa ve onların Türkiye fobisine oynadılar. Daha açık söyleyelim: Türkiye’den nefreti desteklediler.
1923’ü, yani cumhuriyet yürüyüşünün Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki işgale karşı başlattığı çıkışı başından itibaren destekleyen sosyalistleri bu geri kalabalığın içinde sayamayız. 1923 Projesi, sosyalistler için bir tarihsel haklılıktı. “Kutsal İsyan”ı başından itibaren destekliyorlardı ve bu devrimden sonra sıranın sosyalizme geleceğini savunuyorlardı. Diğer tüm akımlar için şu veya bu yönüyle cumhuriyet geçersiz ve yetersizdi. Olmaması, doğmaması, kurulmaması gerekirdi. Komünistler ise farklıydı: Solun Ankara karşısındaki bu olumlu tutumu Bonn ve sonra da Berlin için bir endişe kaynağıydı.
Sola yönelebilecek böyle bir zihin haritasının değişmesi için ellerinden geleni artlarına koymadılar. 1923’ü başından itibaren bir anomali sayanların ağırlığı, Türkiye kökenli toplumda gerçekten çok yüksekti. Şimdilerde o havanın biraz kırıldığına tanık oluyoruz. Belki de o nedenle, art arda kitaplar yayımlayarak, belgeseller, toplantılar düzenleyerek, Ankara’daki iktidarı bahane sayıp “anomalist” toprağı kabartmaya çalışıyorlar.
Başka bir şeye dikkat çekmek gerekiyor: Almanya’da yaşayan ve “göç arka planına sahip” insanların toplam nüfus içindeki payı yüzde 30’a gelip dayanmış bulunuyor. Demek ki, Almanya’da yerleşik her 3 kişiden biri, göçmenlikle doğrudan bağlantılı. 1990 doğumlu Berlin Cumhuriyeti saf Almanlardan oluşmuyor yani. 28 milyon, her durumda büyük bir sayıdır.
Söz konusu grup içindeki en büyük kesimi, Cumhuriyet Türkçesi ile şu veya bu ölçüde, giderek azalan bir yoğunlukta da olsa “iltisaklı” milyonlar oluşturuyor. Tekrar: Biz, bu insanların ne yiyip içtiklerini, neden hayatlarıyla ilgili belli seçimleri yaptıkları, Alman toplumuyla ilişkilerini, yaşam ve gelecek planlarını, plansızlıklarını, maddi ve manevi farklı gereksinimlerini, duygularını ve “zihin haritalarını”, ısrarla mercek altına almıyoruz.
Bunu Alman tekelleri (“Konzerne”) yapar mı? Devlet? Yaparlarsa, gerekçeleri ne olur? Yapmıyorlar mıdır? Bir başka ifadeyle, Alman tekelleri ve devlet kurumları, bu 28 milyonluk dışarlıklı enerji deposunu bir endişe kaynağı olmaktan nasıl çıkaracağını düşünmüyor olabilir mi?
Ya Almanya’daki Türkçeli insanlar? Türkçeli nüfus, içindeki en etnikçi ve dinci yönelimlerle, ki 3000’e yaklaşan cami ve mescit sayısına rağmen sanıldığı kadar büyük bir ağırlıkları yoktur, bir kültürel mücadele platformu kuracak mı? 2025 itibariyle çok açık bir eğilim karşısındayız: Avrupa ve Almanya’da resmen savaş ekiliyor. Almanya’daki toplum militaristleştiriliyor. Barış ekenler karşısında savaş ekenlerin elinin daha güçlü olduğu anlaşılıyor. Ekonominin Rusya macerasından önemli darbeler alarak çıkacağı anlaşılıyor. Bu, krizi yakınlaştırmak demek.
Bunları aklımızda tutarak, şunu yinelemek gerekiyor: Almanya’nın modern tarihi, yakın geçmişi, artık gericiliğin çeşitli yönsemelerine karşı bilimsel ve sanatsal etkinliklerini yoğunlaştırmaya çalışan “göç arka planına sahip” bir nüfus hareketinin entelektüel katkısı olmadan yazılamaz. Bunun için Türkiye ve cumhuriyet düşmanlığına değil, emeğin ortaklaştırıcı barış vitaminine ve çok çalışmaya ihtiyaç var. Henüz bu doğrultuda köklü ve yoğun bir hareketlenme yok, PoliTeknik tipi tek tük “çoban ateşlerini” saymazsak tabii…
Avrupa’yı yeniden yakıp yıkmaya kararlı ekiplerin ele geçirdiği yönetimlerin tehlikeli oyunlarına karşı, ortaklaştırıcı, birlikte ve barış içinde farklı renkleri iç içe geliştirerek bir karşı oyun kurulabilir mi? Yanıtı zor soru, budur.
Her ne olursa olsun, bu yüzde 30’luk kitle içinde, işe Türkçe konuşabilen insanların yaşam pratiklerini düzenli olarak inceleyen bir merakla başlamak gerekiyor. Çok kolay, ama nedense gerçekleştirmek için bir yerlerden mali destek beklenen, bu nedenle yapılamayan bir iş bu. Bir görev. Oysa hiç gerek yok böyle desteklere. Türkiye kökenli çağdaş toplum, böyle bir görevin altından rahatça kalkabilecek bir birikime ve örgütlülüğe sahip.
Yinelemiş olduk.
Resim yapay zeka ile oluşturulmuştur.





















