“Sağa” karşı gösterilerde sürekli karşımıza çıkan parola: “Bir daha asla ŞU ANDIR!” sözü her bakımdan yanlıştır ve eski ve yeni Alman tarihi hakkında ürkütücü bir bilgisizlik olduğunu gözler önüne sermektedir. Aşırı sağa, faşizme ve nasyonal sosyalizme karşı protestolar aslında memnuniyetle karşılanır. Ancak hükümet üyesi politikacıların çağrılarına uyan protestolar, ilk bakışta kavranamayan ve protestocuların kendisini hedef alan amaçlar için suistimal edildikleri suçlamasıyla yüzleşmek zorunda. Zira endişe verici biçimde demokrasi zayıflarken, yoksulluk hızla derinleşirken ve askeri harcamalar tırmanışa geçerken, gösterileri çok öven ve kendisini demokrasinin koruyucusu olarak sahneleyen bir hükümet, gerçek emellerini gizlemek için arkasında toplanan bir halka gereksinim duyar.
Gizli mesaj
Kendi halkını yanıltmanın en açık ipucu bu parolanın arkasında gizlenmektedir. “Bir daha asla“ ilk önce “sağa“ karşı bir önerme değildir, aksine burada, tarihsel anlamından koparılmış, bu düşüncenin yaratıcısına artık hiç bir atıfta bulunulmayan dilsel bir sakatlama yapılmaktadır: “Savaş, bir daha asla!” 1924’te Sanatçı Käthe Kollwitz’in yıkıcı bir savaş olan Birinci Dünya Savaşı’na verdiği bir yanıttı. Kendisi de 1914’te savaşta bir oğlunu kaybeden sanatçı pasifizme yönelmiştir. Leipzig Sosyalist İşçi Genliği için tasarladığı, dehşetin yüz hatlarına yansıdığı genç bir adamın “savaş, bir daha asla!” haykırışının yazılı olduğu bir afiş bastı. O andan itibaren bu litografya Alman barış hareketinin sembolü olmuştur. “Şu an” bir daha asla mıdır? Tarih unutkanlığı egemenlerin elini güçlendirir, zira “şu an” diyen biri, endişelerini şimdiki zaman ile ilişkilendirir, ancak bunun geçmişe dair bilgi olmadan gerçekleştirilmesi pek olanaklı değildir. Tartışılan sorunda “şu an”, “bir daha asla” ile birlikte, tarihsel-toplumsal koşullarda bir kategorizasyonun arzu edilmediğini ve sonuç olarak geleceğin oldukça dağınık olarak anlaşılması gerektiğini ve bu nedenle alternatif, muhalif, ütopik ya da vizyoner tasarımlardan yoksun kalması gerektiğini örnek bir şekilde gösteren boş bir formüldür. Çünkü şu soru kendini dayatmaktadır: “Sağa” karşı sokağa çıkan kişi, en başta “sağ” adı altında neyi anladığını açıklamak zorunda değil mi? Kamuoyu önünde yapılan tartışma ve itirazlar gerekli araçlar değil midir?
Toplumun bir bölümünün resmi hükümet çağrısına refleksimsi, aceleci ve ahlaki-duygusal tepkisi, birincisi “sağa” karşı direnişin barışsız mümkün olmadığını ve ikincisi, faşizmin ve aşırı sağcılığın ne anlama geldiğini ve kimlerden kaynaklandığını bilmek için “sağ” terimine dair kamuoyunda oldukça büyük ve ayrımlandırılmış bir tartışmanın yürütülmesi gerektiğini yansıtmaktan aciz olunduğunu göstermektedir. Siyasi eğitimin görevi, salt son derece muğlak bir terim olan “sağcı” terimini çevreleyen tarihsel olaylar ve güncel olaylar hakkında farkındalık yaratmak değil, aynı zamanda aydınlatma yoluyla eleştirel muhakemeyi güçlendirmektir. Bu gerçekleşmezse, tüm protestolar odaksız kalır ve herkese karşı kullanılabilir. Protestoları büyük bir tantanayla kutlayan ve göstericileri birinci kattan alkışlayanların niyeti de tam olarak budur. Nitekim şu anda herhangi birinin ilgi odağı haline gelmesi ve kendini birdenbire sahnelenen nefretin yöneldiği o tarafta bulması hiç de imkânsız değildir. “Sağ” algısına dair bu keyfilik sistematik olarak korunuyor. İkinci ve son derece ciddi bir sorun ise, mecazi anlamda demokrasiden yana olan, ancak gerçekte başka amaçlar için kötüye kullanılan kişilere karşı keyfilikten kaynaklanan yapısal şiddettir. Bunun nedeni, toplumsal çelişkilerin ve toplumsal kırılmaların sistematik ve kasıtlı olarak saptırılmasıdır.
Dolandırıcılık
Barış hareketinin birleştirici ana fikri olan “Savaş, bir daha asla!” ilkesinin, dilsel temellük ve çarpıtma yoluyla gasp edilmiş olması özellikle utanç verici olarak değerlendirilmelidir. Şu anki hükümetin barış hareketini yok etmekte ne kadar ciddi olduğu, en geç Şansölye Olaf Scholz’un bir barış gösterisine katılan protestocuları “cehennemden çıkma düşmüş melekler” olarak hakaret ettiğinde çok net görülmüştür. Dolayısıyla onlar birer şeytan, iblis, Lucifer’dir, hepsi de kötülüğü yaratanlardır. Şansölyenin bu denli saldırgan bir biçimde İncil’de yer alan bir motiften yararlanması ve kilisenin minberinden seslenen bir vaaz gibi insanların yüzüne vurması, insan yaşamının bütün alanları üzerinde mutlak söylem üstünlüğü kurmayı amaçlayan bir hükümetin içinde bulunduğu durum hakkında çok şey anlatır. Kilise uzun süre inanç ilkelerinin koruyucusu iken, kayıtsızca neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiğini varsayan ve günahkârlara, yani savaşa karşıtı olan herkese cehennemde bir yer tahsis eden siyasi bir kast bugün ve burada kendini oluşturuyor. Yıkıcı bir savaş olan İkinci Dünya Savaşı’ndan 78 yıl sonra pasifistlere ve savaş karşıtlarına, üst düzey bir hükümet yetkilisi tarafından bu biçimde hakaret edileceğini kim düşünürdü, ne de olsa barış daha iyi bir gelecek vaadi ifade ediyordu.
Ancak Yeni Ahit’in İncil tarihiyle devam edecek olursak, düşmüş meleklerin politik retorik kapsamında çok daha büyük bir önemi olduğu çabucak ortaya çıkar. O, Alman Şansölyesi barış aktivistlerini şeytan, isteğe bağlı olarak iblis ile özdeşleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda Yuhanna Vahiy Kitabı’nda karşılığını bulan bir dönüm noktasına hazırlıyor. Elbette, Vahiy’le olan bağlantı ancak kitabın meleklerin cehennemden düşüşünü ayrıntılı bir şekilde anlattığını ve şeytanın insanları kandırmaması için hapsedildiği bin yıl sürecek bir dönüm noktasını duyurduğunu bildiğimizde netleşir. Alman Şansölyesi’nin sözleriyle aradaki fark daha büyük olamazdı, çünkü İncil’in dönüm noktası barışa işaret ediyor. Ancak hükümetin amacı barış değil, o, proaktif yürütülen bir bilinç değişikliği ile savaşkanlığı yüksek bir toplum arzuluyor. Bu bağlamda, Alman Şansölyesi’nin açıklamaları bir dikkatsizlik, anlık bir muhakeme hatası ya da bilinçsiz bir hareketin sonucu değildir. Burada daha ziyade savaş ve şiddete yönelimli ve inşa edilmeye başlanan bir savaş ekonomisi karşısında insanlardan fedakârlık talep eden bir mantık silsilesi belirginleşiyor.
Arınmak
“Bir daha asla ŞU ANDIR!”, Almanya’nın tarihsel suçuyla doğrudan bağlantılı olup, herkesin gözü önünde cereyan eden bir arınma ritüelidir. Ancak “bir daha asla” kesinlikle nasyonal sosyalistler tarafından başlatılan savaşa değil, aksine Avrupa Yahudiliği’nin endüstriyel tarzda imha edilmesine atıfta bulunur. Siyasi tutsakların, Sinti ve Romanların, eşcinsel erkeklerin yok edilmesinin de kastedilip edilmediğini burada bir kenara bırakalım ve konumuz için bu önemli de değil. Ancak bu kampanyayı başlatma nedeni önemli: Siyasi olarak muhafazakâr, sağcı ve kısmen radikal sağ cenahta yer alan insanların buluşması ve görünüşe göre sığınmacı ile yasadışı sayılan göçmenlerile ne yapılacağını konu edinmeleri. Belki de ters yönde göç terimi de kullanılmıştır. Ve bu buluşmada muhtemelen insan haklarıyla çelişen konuşmarın yapıldığı da dışlanamaz.
Ancak dikkat çekici olan, bunun, Yahudilerin öldürülmesindeki tarihsel sorumluluğu göz önünde bulundurarak, bu insanların taleplerini tartışmacı bir şekilde ele almak için bir fırsat olmamasıdır: Dolayısıyla buluşmanın içerikleri belirleyici olmamıştır, aksine bu buluşmanın kamuoyundaki algısı öyle maniple edildi ve duygusal olarak kışkırtıldı ki, hiçkimse şu mesajı duyamamazlık edemezdi: Burada 1942 Wannsee Konferansı’nı anımsatan gizli bir iş dönüyor. Okulda dersi dinleyenler bu konferansta ne kararlaştırıldığını bilir: Avrupalı Yahudilerin imha edilmesi ve toplama kamplarına sürülmesi, Adolf Eichmann Alman Reichsbahn’ıyla (Nazi Almanyası’nda devlet demir yolları, PoliTeknik’in notu) işbirliği yaparak bu planın lojistik koordinasyonunu ve bürokratik idaresini üstlenmişti.
Shoah’yı (Yahudi Soykırımı, PoliTeknik’in notu) Alman toplumunun belleğinde canlandırılması, Almanya’da sosyalleşmiş hiçkimsenin kaçınamayacağı olağanüstü büyük bir suçluluk duygusunu gün yüzüne çıkardı. Her ne kadar göstericilerin büyük bir bölümü Nazilerden sonra doğan insanlar olarak onların işledikleri suçlardan sorumlu tutulamazlarsa da, belli ki yandaş ya da failler olarak gerçekten suçlu olabilecek ebeveynlerinin ve büyükanne ve büyükbabalarının suçunu ağır bir yük olarak taşıdıkları açıktır. Tahminen 6 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan akıl almaz bir cürümü pişmanlık takip etmek zorunda. Her borç ödenmek ister. Ve böylece binlerce kişi, o zamanlar yaşananların bir daha asla yaşanmaması gerektiğini itiraf etmek için yola çıktı.
Kilisenin bildiği günah çıkartmak, psikanalizin ise çağrışımsal itiraf. Her ikisinde de istenen bağışlanmaktır ve bu istek birçok durumda kabul edilir. Bu başta bir otorite tarafından – rahip, papaz ya da psikanalist – onaylanmış suçun sonuçta affedilmesidir. Bu tabii ki günahkârlar tarafından gerçekleştirilemeyecek bir arınma ritüelidir. Daima arınmayı gerçekleştiren ve bu güce sahip olan bir otoriteye ihtiyaç duyulur. Vaftiz de vaftiz edileni il günahından arındırmayı amaçlayan bir ritüeldir, İsa adına konuşan, ve vaftiz edileni topluluğa dahil etme yetkisine sahip bir otorite tarafından gerçekleştirilen bir ritüel. Ama siyasetin kutsal olmayan dünyasında gösteriler en yüce kutsamalarını devlet temsilcilerinden alırlar. Ancak dışarıda duranları, olaylara farklı bir bakışları olanları, katılımcı olmayanları ya da dolandırıcılığı farkedenleri, artık demokrasi olmaktan çıkmış bir demokrasiye bağlılık göstermeyenler ebedi lanetle karşı karşıyadır. Onlar ateş gölünün ve yanan kükürtün içine düşmekten kurtulurlar. Neoliberal-kapitalist koşullarda onları finansal gelir kaynaklarının yok edilmesi, itibarsızlaştırılması, şüphe altında tutması ve sosyal olarak izole edilmesi yeterlidir.
Anlam düzeyinde suçluluk, neden olduğu acıyla düşünceyi felç eden ve mantıksızlığa yol açan etkili bir duyguyu tanımlar. Her bireye yaşam görevi olarak verilen ve mantıksal olarak açıklanabilen sorumluluk içinse durum farklıdır. Yukarıdaki olayda suç ve sorumluluğa dair basit bir ayrım yapılamaz, çünkü elbette protestocuların büyük bir bölümü sırasıyla 1933 ve 1942’de yaşananların sorumluluğunun bilincinde ve tekrarından korkuyor. Bu tekrar korkusu, politikacıların uğursuz Wannsee Konferansı’na atıfta bulunmalarıyla körüklenmektedir. Korku ile bütünleşmiş bir kolektif suç duygusu öyle bir yöne maniple edilebilir ki, her ikisi de – korku ve suç – kalıcı olarak sürdürülebilir, ancak kefaret olanağı da muhafaza edilir. Herkesin uyanık olması halinde, telkin bu yönde, demokrasi tüm güzelliğiyle açınabilir. Telkin şu demek: Kulağına fısıldamak. O doğrudan psikolojiye el atıyor ve duygu, düşünüş ve eylemi etkileme girişimidir; dolayısıyla yukarıda betimlenen olayda, gücü elinde bulunduran siyasi karar vericilerin isteği doğrultusunda toplumu etkilemek amaçlanmaktadır. Özellikle de medya aracılığıyla.
Toplumu bu çekilde kendine bağlama stratejisi, ideal biçimde üst ile ast, sermaye ile emek arasındaki farkı silikleştiriyor ya da Hegel’in sözleriyle: Efendi ve hizmetkâr arasındaki farkı bulanıklaştırıyor. Bu ilişki günümüze dek değişmedi: Efendiler tekelci-kapitalist yönelimli, küresel ölçekte faal şirketler ve de finans endüstrisidir, hizmetkârlar ise gerektiğinde “kemer sıkmaları” tavsiye edilen“, yani fedakârlıkta bulunmaları istenen emektar halktır. Bu ilişkinin bozulmaması, kurban sayılanlara karşı yaptırım rejiminde anlaşan neoliberal politikanın görevidir. Yoksullukla mücadele, elbette mevcut hükümetin reddettiği çok eski bir demokratik eylemdir.
Kurban
Kurban sunusundan önce bir arınma ritüelinin gerçekleştirilmesine yönelik arkaiklik izlenimi veren uygulama bugün hâlâ geçerlidir, sadece artık dini veya kült bağlamı dışında seçilememektedir ve bu nedenle otorite tarafından talep edilen bir itaati çelişkiye düşmeden kabullenmek için uygundur. Hannah Arendt’e göre otorite itaat bekler, o zor ve şiddeti dışlar, hiyerarşiktir ve argüman ve kanaatle bağdaşmaz. Yukarıda sıralanan dört karakteristiğin üçü göstericiler için geçerlidir. Arendt’in tanımı bir yerde günümüz koşullarıyla farklılık gösteriyor, çünkü ayrılıkçılar zor ve dolaylı şiddetle gösterilere katılmaları için baskı altına alınıyor, bu zorla bağlılık göstermekle kıyaslanabilir. Bunu yapmayanlar kendilerini “sağcı” fikirlerden şüpheli hale getirir. Çiftçilerin protestolarını burada örnek göstermekle yetinmiş olalım. Bu protestolar bir bağlılıkla ilgili değil, çiftçiler sadece Almanya’da değil, Avrupa Birliği’nin pek çok yerinde varlıklarından endişe duyuyor. Onlar “darbe hayalleri“ kurmakla ve “sağcılığa” açık olmakla suçlandı, nitekim bu çabucak nasyonal sosyalistlerin “kan ve toprak ideolojisi”ni çağrıştırmaya itiyor. Günahkârlar gönüllü olduğu kadar itaatkârca da otoriteye bağlanıyor ve aynı anda bireysel bağımsızlığın olmazsa olmazı olan öznel sorumluluklarından sıyrılıyor. Elbette güvenini en başından itibaren kaybetmiş bir otoritedir bu, çünkü şiddete başvuruyor ve şu olağanüstü fedakârlıkta bulunulmasını istiyor: Barış düşüncesinden vazgeçilmesini!
Savaş
Savaş hakkında konuşmak istemeyenler “sağ” denilince susmalıdır. Tarihsel deneyim Nazi Almanyası’nın başından beri savaşı planlamış olduğunu göstermektedir. Anti-Semitizm ve ırkçılık, Yahudilerin yok edilmesinin “aryen” ve Slav halklarına karşı savaşın “Lebensraum Ost” kampanyasının bir parçası olarak “üstün ırk” biçiminde meşrulaştırılabildiği ölçüde bir ittifak oluşturdu. Faşizm ile savaş arasındaki bu bağa hiçbir yerde değinilmiyor ve gösterilerin gölgesinde bir sonraki savaş için silahlanan bir hükümet açısından bu zaten aleyhte bir hamle olurdu. “Sağ”a karşı birleşerek kolektif suçluluk duygusundan arınmış bir toplum yaratmayı umanlar, bu ayrıntıyı kasıtlı olarak gizlemekte ve odak noktalarını Wannsee Konferansı ile daraltmaktadırlar.
“Bir daha asla ŞU ANDIR!”, dudaklardan kolayca süzülen, dilbilgisi açısından başarısız ama tanıtımsal kısaltmasında açıkça çekici olan bu slogan, selamet vaadini yerine getiremeyecektir. Tıpkı Avrupa faşizmi gibi, nasyonal sosyalist faşizm de geri dönmeyecektir. Yeni faşizm kendini güzel gösteriyor ve çirkin yüzünü hayırseverliğin ve içi boş demokrasi tümcelerinin arkasına saklıyor. O kendini modern, küresel, çağdaş gösteriyor. Teknolojik ilerlemeyle insanları transhümanist-dijital cehenneme cezbediyor. Bu transhümanist-dijital cehennem, insanların dönüşecekleri insan-makineyi yönetmek ve kontrol etmek için yapay zeka ile dolu olacak. Bunu ayrıntılı olarak açıklamak elbette yeni bir makale gerektirecektir. Son olarak, Siegfried Kracauer’in 1936-1938 yılları arasında “Totaliter Propaganda” üzerine yazdığı aynı derecede açık görüşlü ve unutulmaz sözlerini hatırlamakta fayda var:
“Siyasi sloganları ve sergilenen tutumları olduğu gibi kabul edersek, gerçek tarihsel olaylar hakkında hiçbir şey öğrenemeyiz. Bir slogan kulağa ne kadar ideal gelirse gelsin, yine de somut maddi çıkarlarla ilişkisini sürdürür, hatta bu çıkarlar tarafından koşullandırılır; aslında, kendini ne kadar ideal gösterirse, bu şüphe o kadar artar. Bir sınıf ya da tabakanın diğer sınıf ya da tabakalara egemen olduğu bir toplumda, idealize edilmesi ve maskelenmesi gereken her şeyden önce egemen grupların çıkarlarıdır; çünkü ezilenlerin sömürülmesi ve iktidar arzusu gibi çıkarlar çıplak olsalardı çekici olmazlardı. Hiçbir kavram bu tür çıkarlara sahip olmak, yani bir ideoloji olarak kullanılmak için yeterince çekici olamaz.”1
- Siegfried Kracauer: Totalitäre Propaganda, hrsg. und mit einem Nachw. von Bernd Stiegler, Berlin 2013, S. 11. ↩