1. Bir diskotek – muhtemelen Bochum’da. Ya da İstanbul’da. Belki de Paris ve Viyana’da, tamamen dışlanmamalı: Milan’da. Oldukça açık giyinen genç kadınlar – geçenlerde tacize karşı özgürleşme diye bir şeyler olmuştu, #meetoo. Buna benzer bir şeyler. Aynı biçimde açık giyinmiş erkekler, vücut yakınlığı, bazen uzak mesafe, ter buharı, öyle ya, aksi takdirde koku alınırdı.
Parti havası. Arada atılan naralar. Ah, güzel, güle güle. Ama Almancada değil, Türkçede de değil, ama evet: İtalyancada. İtalyancada! Bir disko partisinde! Gece saatlerinde, boş zamanda eğlence. Efsane –Bochum’da olduğu gibi Viyana’da da şu her iki tümceden birinde kullanılan sözcükle niteleniyor: Enfes. 2018 yaz şarkısı, daha önce de başarılıydı. İspanyol gerilim dizisi La Casa de Papel’den alınmış. El Profesor, dahiyane bir suç dehası, şarkıyı tutturuyor, büyük soygunun akşamında. Fransız DJ tarafından dijital canlandırılmış bir parça ve – artık bu sanatlar var! – Remixçi Florant Hugel. Tüm bunlar bir biçimde birbirine uyuyor: La Casa de Papel, silahlı soygun, elektronik canlandırma, Disko-Sound. İkinci dörtlükte ne deniyordu: Oh partigiano, portami via, Oh bella, ciao! Bella, ciao! Bella, ciao, ciao, ciao! Oh partigiano, portami via, Ché mi sento di morir.
Muhtemelen hiçbir kadın bunu duymuyor, İtalya’da bile. Ölüme giderken bir veda dile getiriliyor. Partizanların faşistlerle savaşında kuvvetle muhtemel bir ölüm. Bella Ciao direnişin marşlarından biridir, nitekim Fransa ve İspanya’da da. O yola koyulmanın ve hüznün, demokrasi ve sosyalizm savunmasının türküsüdür, aynı zamanda da sevginin. Yanı sıra değinmiş olalım, Berlin Alice Salomon Üniversitesi tarafından röntgenci ve kadın düşmanı bulunduğu için kaldırılmak zorunda kalınan Eugen Gomringer’in Avenidas şiiri gibi. Bir de uzun ve yoğun tartışmaların ardından kaldırılıyor. Hiç kimse basite almadı – sonununda yanlış ve kötü bir sonuca varmayı.
Bella Ciao. Neden kızıyorum ki? Hey moruk, altı üstü bir şarkı bu. Eğlenceli olabilir. Belki de yaşlanıyorum ve iki şey bende gelişiyor: Özgürlük için, dayanışma içerisinde iyi bir yaşam için savaşan, şimdilerde Batı’nın değerleri olduğu iddia edilen her şey için çarpışan insanlar karşısında alçakgönüllülük ve saygı. Batı’nın değerleri olduğu iddia edilen: Para ve eğlencedir. Demek özgürlük, sonuçta yalnızca sermayenin özgürlüğü, onurlu bir yaşam süren ve birbirlerine saygıyla yaklaşan insanların değil.
2. Ve böylece konuya giriş yapmış oluyoruz, güncel ve hararetle yürütülen bir konuya. Belki de biraz şaşırtıcı, zira doğru ritim sayısını tutturan bir eğlence şarkısı açısından beklenmedik. Zira konu kimlik, kültürel kimlik ve onun temellükü. Tartışma biraz – dikkatlice bir ifadeyle –garip yürütülüyor. Çünkü o pek de net değil: Burada sesletilen kavramlar ve olaylar karmaşık. Onlarsız yapamazsınız: Kültür insan eliyle yaratılmış eserleri, kendisini topluca bir yaşam tarzı olarak gösteren, hiç kimsenin vazgeçemeyeceği antropolojik bir olguyu ifade eder; kültür öz farkındalığımızı ve birlikteliğimizi sağlar. Kültürün bir fazlası vardır, o da insanların üzerinden birbiriyle karşılaşabildiği ve anlaşabildiği sanattır. Kültür kendine özgü ve evrenseldir. Buna karşın temellük, insanların, kendi sosyal ve kültürel dünyaları ile somut bir biçimde uzlaştıktan sonra aslı olarak insana dönüştüğü bir süreci anlatır. Temellük olmaksızın bireysel ve sosyal gelişim olmaz. Ama aynı zamanda temellük kavramının dar bir anlamı daha var, daha çok hukuksal açıdan, ele geçirilen mülkiyet ile ilgili. Kimlik nihayet bir kimsenin biyografi k gelişiminde ve sosyal bağlamda nasıl özel, sıra dışı bir kişiliğe dönüştüğünü betimler – ne gariptir ki, hiç de küçümseyici bir tabir olmayan idiyotluğun ifade ettiğinden biraz sınırlandırarak, zaman zaman kendine özgü diye nitelenir.
Şu açığa çıkıyor: Bu ifadelerin tamamı semantik bir alanı harekete geçiriyor, çünkü gündemde olan şey, basit formüllere sıkıştırılamayacak olaylardır. – Umut ediyoruz ki – düşünen varlıklar olarak, anlama ve – daha da büyük bir umutla – akıl yürütme yetisine sahip canlılar olarak, tüm bu ifadeler uzlaşı ve kavramayı mümkün kılmak istiyor.
Siyasal propaganda için işe yaramazlar. Onları tek fi kirli olarak kullananlar düşünme süreçlerini bozmuş olur.
Şu ana kadar düşüncenin böyle bölünmesi siyasal sağın bir ayrıcalığıydı. Ayrımlandırma, karmaşıklığın kabulü – o cephede pek yaygın şeyler değildi. Öte yandan bu çok yararlıydı, çünkü sağcı ideolojileri tanımak kolaylaşıyordu. Ama artık bu değişti. Bir kaç yıldan beri, ABD ve Büyük Britanya’da biraz daha uzun süredir, bu dönüşlü ve karmaşık sosyal bir dünyanın belirlenimi için kaçınılmaz olan açık kavramların kullanımı daraldı. Önce Gofman’ın damgalama teorisinin alımlanmasından, ardından yapıçözümü içeren egemenlik süreçlerinden, ve sonrasında, kendisini birlikte olarak kavrayan bir toplum bağlamındaki heterojenliğe saygı ve onun kabulüne, çeşitlilik ve bireyselliğe şaşırtıcı bir aktarımdan esinlenen – Marx bunu muhtemelen böyle ifade ederdi – şeyleşmenin bir modeli doğdu: Başka insanlar tanınmayı bekleyen bir kimliğe sahip. Tanınınca da artık bu kimlik, hakkında birlikte konuşulamayan ve konuşulmaması gereken olarak belirlenir. Çünkü bu konuşma daima karşı konulamazlık, egemenlik ve sözümona üstünlük duygularını ifade eder, sömürgecileştiren düşünüş, duyum ve eylem. Şu ya da bu kültürel kimliğin taşıyıcısı değilsen sus, şu ya da bu kültürden gelmiyorsan sus, engelli değilsen sus – postkolonial hareketin baş aktörü olarak Gayatri Chakravorty Spivak’ın diğer herkese önerisini bu şekilde özetlemek mümkün. Bu bir de sınıf farklılıklarının, katmanlaştırmanın, acizlik durumunun, sözde öncelikli olarak üyelerinin ten renginin belirlediği toplumun varlığını gözardı eden bir alt tonlamayla yapılıyor. Spivak tarafından belirtilen astlar ise hiç bir yerde konuşamaz. Ama buna bir marjinal durum olarak değinilmiş olsun.
3. Buna rağmen, itiraf ediyorum, tavsiyeye uyulmalı. Susmak ve dinlemek. Bu akıllıca. Elbette bu verili bir durumda tartışmanın tamamı için geçerli. Nitekim Fridays for Future hareketi aktörlerinin rasta örgüleri nedeniyle kadın bir müzisyenin davetini iptal ettiği acı, hatta ölüdürücü bir tartışma bunu doğruladı. Medyatik kamuoyu kadar çevre eylemcilerinden sıkılan politikacılar o tartışmaya sevindi. Daha iyi icat edilemeyecek bir fırsat. Rasta örgüleri insanlığın ilkel dönemlerinde de çok yaygındı, son olarak dayanışmanın bir ifadesiydiler – temellük değil, söz hakkı tanınmayanlara işaret ediliyordu.
Ya da pekalâ söyledikleri dinlenmeyenler. Zira bu, kültürel temellük ve postkolonial yenilgilere dair tartışmanın çizgilerinden birini oluşturuyor, ki o aslında sömürgeciliğin aynı araçlarla devamı olarak kendini gösterir. Bu çizginin, sömürgeci politikanın mirası olarak sayılması gereken siyasetle bir ilgisi var. Çalıntı sanatla. Eski Afrika ve Asya ülkelerinden çalınanlarla. İngiliz ve Fransızlar, Belçikalılar üzerinden Almanya’ya gelen sanatla, sözde bunlar etnoloji müzelerinde sergilenmek üzere sömürgelerle yapılan düzgün sözleşmelerle elde edildi. Gözünü dikip bakmaktan söz edilebilir. Bunların yasal yollardan temin edildiğini iddia eden biri, çalıntı mal ticaretini ve istismarcılığı düzgün birer iş kolu olarak nitelendirebilir de. Bir de bunların tamamı, söz konusu kültür nesnelerinin, nefes kesen güzellikteki sanat eserlerinin Avrupa müzelerinde menşe ülkelerde olduğundan daha güvende oldukları iddiası ile gizlenmektedir. Bir gün de bu ülkedeki bir müze deposuna gidip bir göz atılsın!
Öyleyse: Zorbaca hırsızlığın nesnesi bu eserler Berlin Humboldt Forum’unda olduğu gibi duvarlarla çevrelenmemeli va hatta betona gömülmemeli. Bu bir skandal. Hiç kimse – akademik ifadeyle – restitüsyondan kaçamaz. Biliminsanlarına burs da verilebilir, belki de onlar yorum bilim kuralları uyarınca o eserlerin estetik önemi hakkında, bu eserler çıktıkları toplumlarda kaldıklarında daha fazla bilgi edinecektir – ve konuyla daha yakından ilgilenmek isteyenler Bénédicte Savoy’un Afrika’nın Sanatı için Savaşımı adlı kitabını okumalı.
Kısaca: Bu soru üzerine tartışmamız gerekmiyor. Şayet konu güzel bir biçimde, insanların salt geleneksel olmayan sanatlarıyla tarihsel, sosyal olarak ve elbette günlük yaşamlarında neleri bağdaştırdıklarını tartışmaksa, bu neden olmasın.
4. Ama bu beni kültürel kimlik ve onun temellüküne dair güncel tartışmanın sakıncalı tarafına götürüyor. O oldukça hararetli yürütülüyor, tarafların tamamınca, cynical theories ya da Alıngan Kuşak gibi kitap başlıkları bunu gösteriyor. Bir durumda oldukça pozitivist bir bilim idealinin kutlandığı, diğerinde ise bir eğlence toplumunun günlük yaşamında neredeyse normal hale gelen gücendirmelerin göz ardı edildiği gerçeği olmasaydı, bunların hepsi çok komik olurdu – ki antisemitist hakaretlerin, deyim yerindeyse, tolere edilmesi dikkatimi çekiyor.
Restitüsyon dışta bırakıldığında, öyle ki beni bu tartışmada düşündüren birkaç sorun var ve bu karmaşıklığın indirgenmesidir: Bir insanın kültürel kimliğine dair sorularda emin olma şansımız var mı? Belli ölçülerde evet, örneğin kişisel bilgi içeren resmi kimlik söz konusu olduğunda, bu da giderek tam teşhis olanağı sağlayan biyometrik özellikler içeriyor. Onların da birgün sahtesi düzenlenecek, ama bu bizi şimdi ilgilendirmek zorunda değil – yine de her insanın bireyselliği gerçeği bir tarafa bırakılamaz. Ve dolayısıyla özellikleri nedeniyle bir insanın saldırgan atıfların hedefi haline gelme tehlikesinden sıyrılması da olanaksız. Ama sözde konu bu değil. Devam eden tartışma dışlamalarla el ele yürüyen daha çok sistematik kategorilendirmelere yöneliyor. Dolayısıyla güç süreçleriyle ele ele ilerliyor. Bu da, böylesi kategori oluşumuna normallik varsayımlarının eşlik ettiği, nitekim bu varsayımların da seçme ve dışlamalara yol açtığı ve saldırıcılıkla, kötülemeyle birleştiği anlamına gelmektedir.
Böyle süreçlere yönelik mevcut eleştirilerin çelişkisi, başka bir kimliğe saygı duyma ve onu ele geçirmeme talebinin tam da bu süreçleri şiddetlendirme, onları adeta nesneleştirme ve insanları kimliklerine sabitleyen bir şeyleştirmeye yol açma eğiliminde olmasıdır. Zaman zaman, saldırıcılığa ve hakarete karşılık verilen ve şimdi çok övülen bu radikal tepkinin sorunu daha da kötüleştirme eğiliminde olduğu hissine kapılıyoruz.
Belki de – bir yandan – önceleri bir çocuğa söylenecek sözü şimdi söylemek işe daha çok yarar: Bu tür bir ima olmaz ya da böyle işaret edilmez. Demode bir ifadeyle burada nezaketten söz edilebilir; başkalarına karşı nasıl görgülü davranılacağına dair bir duygu ile karakterize olan bir nezaket. Tamam, itiraf ediyorum, bu tür pedagojik düşünme günümüzde eskimiş gözüküyor, yaşlı insanların bakış açısını yansıtıyor – aslında dünyanın her yerinde onlara rastlamak mümkün.
Öte yandan kimliğe dair bu tartışma insanlara olan ilginin yitirilmesine yol açıyor. Birlikte konuşmaya, beraber olmaya dair – kabul: bazen usandırıcı olan – umut kayboluyor. Her kim bir başkasının dışsal özelliği nedeniyle ona duygularını ya da kökenini sorarsa – evet, tekrar itiraf ediyorum – bazen dikizci ve ayrımcı davranmış olur. İsviçreli filozof ve psikanalist Aron Bodenheimer’in bakışın utanmazlığı olarak adlandırdığı şey burada geçerli. Dışsal özellikler karşısında gözlerimizi belki de hiç kapatamayacak olsak da – flört amaçlı, birinin güzel göründüğüne dair saptamadan başlayarak. O hakaret içerebilir, ama belki de iyi gelir, mutluluğu bir başkasıyla paylaşmanın vesilesi olur. Şemacılık bir soruna dönüşüyor – bir de o öyle aşırıya kaçıyor ki, bazıları kimlik tartışmalarının çarklarına kapılmaktan korktukları için artık kökenlerine değinmeye dahi cüret edemiyor. Kişi belki de bu konuya ilgi gösteriyor olsa da, çünkü bir ihtimal Bourdieu’nün sosyal ya da kültürel sermaye olarak nitelendirdiği şeyi az da olsa bu konuda gördüğü için ilgi duyuyor olabilir.
Ancak kimlik konusunda üzerinde daha çok durulması gereken şey, kişilerin kendi anlatımlarına dayanan ya da atfedilen biyografilerdir. Kişilerin kendi anlatımına dayanan biyografilerde, kimliğin sözde kesinlik ve sağlamlığına karşın, onun daha çok değişken olduğu belirtilmelidir. Kişinin kime, hangi durumda kendinden söz edeceğinden başlayarak. Ve kişinin kendi anlattığı biyografide, yaşam öyküsü düğümlerinin ağırlığını tekrar tekrar değiştirip devam ederek. Görünüşte çok sağlam olan kimlik, bazen kişinin önemli görünen olayları ve hatta yaşam evrelerini unutması veya bastırması gerçeğiyle birleşerek değişir. Zaman zaman bunlar tekrar canlanır, bazen çok acılı bir şekilde ya da şanslı olunduğu duygusuyla anımsanır – ve zamanında kişi bunları yeterince kavrayamamıştır bile. Başka bir kişiyle karşılaşma şansı, tamamen tesadüf, ancak yine de kişinin kendi gelişiminde bir rotayı değiştirmeyi sağlayacak şekilde. İnsan bazen, özellikle yaşlandığında, geçmişinden, hatta aile öyküsünden bazı şeylerin “bir şekilde” kendi bilincine ve hatta tutum ve davranışlarına adeta epigenetik olarak kazındığını öğrenir. Bazen böyle olduğunda mutsuzluk duygusu oluşur, örneğin insan ailesinde bir nazi canisi olduğunu öğrendiğinde. Ya da daima hissedilen ve şimdi gün yüzüne çıkan bir çizgi keşfedilir. Ve göç öyküleri de öyle kolayca istendiği gibi kırpılmaz, saygıyla benimsemek için bile bu yapılamaz: Bazıları geçmişini hatırlamak istemiyor, çoğuları bazen gerilim dolu, kesinlikle çoğul kimlikle yaşıyor, örneğin iki anayurtlarından, yaşamlarıyla birleştirdikleri kültürel etkilerin çeşitliliğinden söz ediyor. Bu arada benim biraz muzipçe kimlik yeterliği olarak adlandıracağım bir yetenekle, neredeyse oyunsu bir beceri ile çeşitliliğe eğiliyorlar (Şayet bir eğitim sisteminin iz bırakan etkileri çok güçlü olup, elit yetiştiren akademik bir kuruluştaki toplumsallaşma kibirliliğinin ana hatlarını oluşturmadıysa.). Bütün bunlar neyi açığa çıkarıyor? Sosyal ve kültürel kimlik olarak duyumsanan şeyin ne olduğu sorusu, basit bir şemacılık, basit bir norm ile açıklanamaz. O daha çok neye izin verildiği ve başka insanlarla temasa geçmek, alışveriş yapmak, birlikteliğe başlamak üzere neyin içinde olanak barındırdığına dair bir denge kurma, bir önsezi yeteneğine işaret eder. Kuşkusuz: Normalliğin modellerinden birine – hangi nedenle olursa olsun – uygun olmadığı düşünülen insanlara bazılarının aşağılayıcı bakışlar ve iddialarla tepki gösterdikleri hesaba katıldığında, bu kulağa biraz safça geliyor. Ayrımcılık, aşağılama ve küçük düşürme geçerli değil – her yönüyle ve her durumda. Böyle bakıldığında amaç bir taraftan yalnızca farklılığa karşı saygı ve kabuldür (buna kesişimsellik denip denmeyeceği ise tartışılır ya da buna eleştirel gözle bakılmalı, çünkü teknik bir kavram sosyal alana aktarılmış oluyor); demek ki olumsallıkla, farklı ve çok anlamlılıkla başa çıkmak, çoğulluğu herkes için bir yaşam koşulu olarak anlamak söz konusu. Bu nedenle, diğer taraftan, genel hümanizm olarak adlandırılabilecek, düşünmeyi engelleyen her şeyden kaçınılmalıdır. Tümüyle çeşitlilik ve farklılık – insan yaşamı, tekil ve bütünün birbirine ait olduğu diyalektik bir düşünüş ve eylem gerektirir.
5. Ancak: Kültür ve sosyal kimlik üzerine bu tartışmanın güncel olarak neden böylesine bilenmiş biçimiyle yürütüldüğünü sormak gerekir. Sakinlik de sağlayan ilk yanıt, aslında bir yandan göçle birlikte ve toplumun değişmesi nedeniyle daha fazla çeşitliliğin ortaya çıkması, bu yüzden de ayrımcılık artışının mümkün olmasıdır – siyasal sağcı akımların artmasından da söz etmiyorum bile. Diğer taraftan hakaret ve aşağılamanın tüm biçimlerine karşı duyarlılık artmış olabilir. Bu durum, literatürde – örneğin Baumann ve Donski tarafından, genellikle sosyal ağlara yönelik eleştirilerle bağlantılı olarak – öne sürülen moral blindness görüşünü az da olsa çürütmüş oluyor. Bu iyimser bir bakış açısı olurdu – bilindiği üzere en son umutlar tükenir.
Ben ne yazık ki ikinci yanıta meyilliyim. O en başta günümüz modern toplumlarında, propagandistçe abartılmak üzere, kategorilendirme kalıplarının ve normal ve normatif ayrımın yaygınlaştığını ifade eder. Böylece acı bir gelişmeden bir kült yaratılmış oluyor. Kapsayıcılık idealinde ima edildiği gibi özgürlük, eşitlik ve hususiyet yerine, ayrıştırıcı bir farklılık adeta sinsi bir diyalektik içinde kendini kabul ettiriyor. Bunun acı bir örneğini farklı cinsel yönelimler karşısında saygı ve kabulü savunmak için yola çıkan o hareket gözler önüne seriyor. Şimdilerde daha LGBTQ+ başlığıyla sahne alıyor, ama o artık çoktandır ince ayarlı bir kategoriler sistemi sunuyor. Spivak’ın formüle ettiği, – güya – kategorize edilmemişlerin mümkünse susmasını isteyen şiarla birleştiğinde, bu tartışma artık şeytanca bir tartışmaya dönüşüyor. Atık yalnızca mağdurlar konuşabilir, ancak kimin mağdur sayılabileceği tuhaf bir şekilde belirsiz kalıyor. Burada birisi gerçekten dosdoğru kendisi için mi konuşuyor, yoksa gey ya da lezbiyen olmayı dışlayamama olasılığını hile ile elde mi ediyor. Ya da sömürgeci süreçlerin kurbanı olarak. Ya da yabancı olarak.
Çoğulcu bir dünya imgesi çöküyor, şu ana kadar kategorize edilmemiş olanlara konuşma hakkı tanınmaması ise durumu ek olarak tırmandırıyor. Bu tarihi adalet olarak görülebilir, çünkü sözde normalliğin geçerlilik iddiası artık sarsılıyor – ancak bu şekilde aslında tam da yeniden geçerlilik kazanıyor. Bazıları şimdi kendini sansasyonel bir şekilde sahnelemenin gündemde olduğunu belirterek buna itiraz edebilir. Ne var ki diğerlerini savunmak, dayanışma sergilemek ya da en basitiyle yardım etmek isteyenlerin karşı karşıya kaldığı bu kategorilendirme ve Spivakçı susma düsturuna ağır bir ikilem eşlik ediyor – aslında bu herkesin, ama özellikle de sosyal çalışmalar alanında etkin olanların görevidir (Altını çizerek: Yardımın kendisinin de ayrımcı bir etkisi olup olmadığını ve ne ölçüde olduğunu düşünmek, diğerlerinin özne statüsünü inkâr etmek, onlara tavsiyeler savurmak, profesyonel habitusun bir parçasıdır; ya da en azından onlardan biri olmalı).
Bu beni üçüncü ve belki de daha acı olan yanıta götürüyor. Kültürel kimliğin temellükünü hiddetle reddederek artık modern, neoliberal toplumların çalışma prensibi nihai olarak gerçekleşmiş oluyor: Toplumu öyle bölün ki, bütün halinde politik-ekonomik olarak üretilen yaşam koşullarından ne şekilde ve nasıl etkilendiğini gözden kaçırsın. Bu şekilde sözde sol bir düşünce modeli siyasal sağın işini yapmakla kalmıyor. Burada her şeyden önce bu kapitalizmi neredeyse sistematik olarak karakterize eden, bireyselleştirmenin temel ilkesi ve kimliklerin parçalara ayrılan tahsisi dayatılıyor. Ve bununla birlikte girişte ele aldığımız örneğe dönüyoruz: Bella Ciao tüm dünyada söyleniyor, birçok müzisyen onu seslendirdi, rock versiyonları da var, – nasıl deniyordu – çılgınca eğlenilen versiyonlar. Ritim herkesi içine çekiyor, türkü dokunaklı. Çok başarılı müzisyenler şimdilerde kültürel temellük olarak isnat edilen şeyi işledi ve işlemeye de devam ediyor. Afrika müziği uyarlamalarıyla birkaç ticari başarı da elde eden Paul Simon’u anımsamış olalım. Müziğin buluşması aslında olayın doğal seyridir, eğer müzik gruplarında roller önceden yapay olarak paylaşılmadıysa. Ve Fransız ekspresyonistler Afrika kültürünü sömürdü mü – ben bu konuda oldukça dikkat ederdim. Çünkü sınır çizmek mümkün değil. Van Gogh Fransa’nın güneyindeki ışık ve renklere hayran kaldı diye Provence ve sanatçılarından birşey mi çaldı. Ya da bir şeyleri mi sömürdü. Peki ya coğrafi olarak sınırlı olan bir lehçeyi benimseyen şairlere ne demeli?
Ama bütün bunlar bella ciao ile yapılandan farklı. Burada siyasal ve sosyal direnişin bir türküsü suistimal edildi; Hayır: O para uğruna çalındı ve tahrip edildi, kendisi de doymak bilmez bir kapitalizmi yansıtan bir eğlence toplumu uğruna. Kısa ve kötü: Kültürel temellük üzerine konuşulmalı. Kuşkusuz. Ancak bağlamlar dikkate alınmalı. Bir kere sömürgecilik ve günümüzdeki devamı. Ama diğer yandan – ve bu çok önemli – her şeyi, ama her şeyi salt parasal değere dönüştürmeyi ve böylece kalitesini yok etmeyi anlatan kapitalizmin ilkesi mi bunun arkasındaki neden. Söz konusu kültürel varlığın, kültürel uygulamanın insanlar için ne ifade ettiği ve etmekte olduğundan tümüyle bağımsız olarak. Açık olan şu ki, kapitalizm en güçlü karşıtlarını ele geçirdi. Ancak bu başarı, muhtemelen, karşıtları onun ticari uygulamalarını acı bir diyalektikle kendi uygulamaları haline getirdiklerinde, ticari açıdan, ki bu şaşırtıcı değil, görünüşte solcu bir siyasetin parçası olarak, daha ince bir tarzda yapıldığında daha da kolay oluyor ve bu da insanı umutsuzluğa düşürüyor. Çünkü şimdi bu sol siyasetin kendisi sosyal birlikteliği yıkıyor, insanların birlikte bir proje için çalışma yeteneklerini yok ediyor – sadece not düşülmüş olsun, örneğin Eğitim Haklarının Genişletilmesi projesi için de bu geçerli.