Almanlar tutkulu plancılardır, ama sıkça aşırı planlamanın kurbanı olurlar. Ingltere’de olduğu gibi, tembellikten ya da tren yolu güvenilk görevlisinin uyuması gibi yanlışlıklar olmaz. Almanya’da Almanlar kendi yaptıkları planların yanlış olabileceğine inanmadıklarından işler yanlış gider.
“Ahh, Sayın Boyes…”. Çoğu zaman bir Alman diplomatla ya da Federal Basın Bürosu’ndan bir memurla yaptığım konuşma bu uzun iç çekişle başlar. Bu iç çekiş, Alman toplumunun ayrıntılarını anlamak konusunda İngiliz basınının başarısızlığı üzerine ya da II. Dünya Savaşı konusunda kısa bir konuşmanın başlangıcıdır. Gelecek yıl I. Dünya Savaşı’nın 100. yıl dönümü. Büyük olasılıkla İngilizler, bu yıldönümünü Almanlar hakkında kaba ya da alaycı biçimde kullanacaklar.
Ama bugün için II. Dünya Savaşı’na takılıp kalmış durumdayız. Almanya ile İngiltere arasındaki her futbol maçında, İngiliz bulvar gazetelerinde, “Yıldırım Savaşı! (Blitzkrieg) İngilizlere karşı Alman fırtınası” başlıkları atılır. Hiçbirimizin anımsamadığı bir savaşa yapılan bu göndermelerin hiç de komik olmadığı konusunda Federal Basın Bürosu’ndaki memurlarla aynı görüşteyim. Yine de savaş, hala İngilizlerin tutumunu belirleyebilmektedir. Pek çok kuşak – sadece onlar değil, savaş anıları hala taze olan benim gibi 50’li kişiler de – en azından şu iki savaş fi lmini izlemişlerdir: Navaro’nun Topları ve Zafere Kaçış. İlk fi lm, Gregory Peck’in liderliğinden bir grup askerin bir Yunan adasındaki Alman istihkamını ele geçirme girişimini anlatan bir macera öyküsüdür. İkinci fi lm, savaş esirlerinin Alman esir kampından bir futbol maçı kisvesi altında kaçma girişimleriyle ilgilidir. Filmin özelliği, sarışın katillerin ve Nazilerin yer aldığı ahlaksız III. Reich futbol takımına karşı Sylvester Stallone ile eski İngiliz futbol takımı kaptanı Bobby Moore’un oynamasıdır. Her iki fi lm de palavradan ibarettir, ama İngiliz televizyonlarında her Noel‘de tekrar tekrar gösterilir.
Yine de her iki fi lm de, bir biçimde Almanları tanımladığı için önemlidir. Elbette, öngörülebileceği gibi, bu fi lmlerde, kötü Naziler vardır; içlerinde nazik bir Alman olsa da, çoğu kolayca aldatılan aptal kişilerdir. Bu durum, her zaman beni şaşırtmıştır. Nasıl oluyor da, pek çok Nobel ödülü kazanan kişileri çıkarmış, pek çok ünlü kimyacıya, mühendise ve matematikçiye sahip olan bir ulus böylesine aptal tipler olarak sunulabilmektedir?
Bunun yanıtı şudur: 1945’ten sonra savaşı kazanan İngiltere imparatorluğunu kaybetti, ama savaşı kaybeden Almanlar büyük bir ekonomik mucize (Wirtschaftswunder) yarattılar. Savaşın anıları, soykırım korkusu, bu durumun adaletsizliğiyle birleşerek zihinlerimizi sarıp sarmalamıştır. Nasıl olup da, kaybeden kazanan haline gelebildi? Bombaladığımız fabrikaları, kısmen Marshall Yardımı’yla satın alınan çağdaş teknolojilerle yeniden inşa edildi. İngiliz yöneticiler, Wolfsburg’da Volkswagen’in yeniden inşa edilmesine ve Hamburg’da yeni özgür basının oluşturulmasına yardım ettiler. Rusların ele geçireceği korkusuyla, birkaç yıl önce yıktığımız bir ülkenin yeniden inşa edilmesine yardım ettik.
Sonuçta, İngilizler, savaştan on yıl sonra bile karneyle yiyecek alarak yaşarken, Batı Almanların ceplerinde yabancı ülkelerde tatil yapacak kadar paraları vardı. 60’larda paket turizmi başladı. İngiliz ve Alman işçileri, aynı İspanyol otellerinde ve yüzme havuzundaki şezlonglarda tatil yapmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Almanların İngilizlerden daha fazla paraları vardı; İspanyol garsonlar onlara daha iyi bakıyorlardı ve Almanların sabahın erken saatlerinde havlularını koyarak tüm gün şezlongları kendilerine ayırma alışkanlıkları vardı. Akşamdan kalma İngiliz turist uyanıp kahvaltı yapmaya gittiğinde, yüzme havuzunun Alman işgali altında olduğunu gördü.
Bunun basit bir açıklaması var: Almanlar İngilizlerden daha disiplinliydiler. Ama biz, böylesine basit bir sonucu kabul edemezdik. Bu yüzden Almanlar hakkında teoriler kurmaya başladık. Onların sabit fi kirli plancılar olduğuna karar verdik. Günlerini sıkı bir programa bağlı olarak düzenliyorlardı. Yaz tatili rezervasyonları, Noel hediyelerinin alındığı ve paketlendiği Kasım ayında yapılıyordu. Bu pek çok İngiliz için akılalmaz bir şeydi. Ve Almanya’da okul tatilleri başladığında, Alman baba, güneye yapılacak büyük göçten önceki gece arabasının bagajını hazırlar. Saatin zili sabah 4’te çaldığında, tüm aile, Bochum’dan Brenner Geçiti’ne gitmek için –evet, askeri bir disiplinle– hazırdır. Tatilin ilk günü otoban cehennem olur. Ama Alman aile, örneğin, tatile bir gün sonra başlamak ya da çocuklarını okuldan bir gün önce almak yerine, bu otoban cehenneminde ilerler. En son staunun nerede olduğunu öğrenmek için yerel trafi k radyosu açılır. Doğal olarak, radyo, tüm dinleyicilerin yöneleceği alternatif bir yol önerir ve bir başka stau oluşturulur.
Diğer bir ifadeyle, Almanlar tutkulu plancılardır, ama sıkça aşırı planlamanın kurbanı olurlar. İngiltere’de olduğu gibi, tembellikten ya da tren yolu güvenlik görevlisinin uyuması gibi yanlışlıklar olmaz. Almanya’da Almanlar kendi yaptıkları planların yanlış olabileceğine inanmadıklarından işler yanlış gider. Bütün dünya, Berlin-Brandenburg hava limanının sonsuz gecikmelerle kaotik bir projeye dönüşmesine şaşırdı. Ama biz İngiltere’de buna hiç şaşırmadık. Biliyoruz ki, bu, bir ölçüde Tipik Alman durumudur. Ve yine biliyoruz ki –Federal Basın Bürosu beni affetsin–, Almanlar savaşı bu nedenle kaybettiler. Askerleri bizimkilerden daha kötü değildi, ama generalleri (İngilizlerin çok beğendikleri Rommel) savaşın gidişatına göre planlarını değiştirmekte isteksiz davrandılar.
Bu, ve sadece bu, kendimizi daha iyi hissetmemizi sağladı. Kendimizi yetenekli bir amatör olarak, doğaçlamayı tercih eden insanlar olarak düşünmeyi seviyoruz. Almanlar –en azından bizim klişemizdeki Almanlar–, denenmemiş riskleri almakta ürkektirler, net komutları tercih ederler ve ertesi akşam ne yiyeceklerini bilmek isterler. Onlar, dünyanın en sigortalı toplumudur. İngilizler, sigortacıların hilekar olduklarını ve mümkün olduğunca onlardan uzak durulması gerektiğini düşünür.
Savaş sonrası filmlerin Almanları yavaş düşünen insanlar olarak göstermelerinin nedeni budur. Bu adil değildir, ama Almanlar bunu hakaret olarak kabul etmezler. Bizim alay ettiğimiz Alman düzeni (ordnung), bizim İngiltere’de reddettiğimiz bazı toplumsal değerleri korur. Örneğin, Almanlar hala iş zamanları ile boş zamanları çok ciddi biçimde ayrıştırırlar. Londra’da iş saatleri ile özel yaşam iç içe geçmiştir. Büroda geçen on saatin bir saati iş arkadaşlarıyla içki içmekle geçer ve ondan sonra eve gidilir. Ama Almanlar, çok etkin biçimde iş ile oyun arasında net bir ayrım yaparlar. Sonuçta, Almanlar da dostluğu çok ciddiye alırlar. Londra’da, insanlar da aynı kentte yaşadıkları halde en iyi arkadaşlarını aylarca görmeyebilirler. Ekonomik açıdan, Alman başarısına duyduğumuz kızgınlığımız giderek hayranlığa dönüşmüştür. Almanya, kalıplara bağlı kalarak fi nansal krizin bazı olumsuzluklarını önlemeyi başardı. İngilizlerin sorunlarından birisi, geleneksel şirketlere yönelen yatırım fonları yöneticileriydi ve kârlı bazı şirketler onlar tarafından soyuldu. Almanlar, her zaman önceden planlamış olsalar da, kısa vadeciliği reddetmişler ve uzun vadeli stratejik yatırım planları geliştirmişlerdir. Bu da, İngiltere’de artık bulunmayan otomobil sanayisinin Almanya’da varolmasının nedenidir. Ve hiçbir zaman çok hızlı kâr sağlayamayacağınız Çin’de iyi durumda olmasının nedeni de budur. Almanların yapısında, DNA’larında sabır vardır.
Margaret Thatcher, her zaman Helmut Kohl’un Avrupa için bir yerde kağıda dökülmüş gizli bir plana sahip olduğuna inanıyordu ve diplomatlarına onu bulma talimatı vermişti. İki liderin birbirine benzemediği elbette doğrudur. Ama Thatcher, Kohl’un inatçılığına hayrandı. Thatcher, Alman başbakanının Wolfgangsee’deki görüşmeleri aniden keserek toplantıyı terk etmesine şaşırmış ve kızmıştı. Ama daha sonra, bir pastanede onun iki tane Schlagsahneli Schwarzwaelderkirschtorten yerken gördü. Yardımcılarına şöyle dedi: “İşte bildiğiniz Alman!” Keki kastetmiyordu, kabalık da yapmamıştı. Onun yaptığı, Kohl’un alışılagelmişliğine, düzenliliğine saygı göstermekti. Kohl, her zaman saat 4’te pasta yerdi. Avrupa’nın geleceğine ilişkin olarak İngiliz lideriyle sert görüşmeler yaptığında bile bu düzenliliğini bırakmamıştı.
* Bu yazı ilk kez Die Gaste’nin 29. sayısında yayınlanmıştır: Die
Gaste, SAYI: 29 / Kasım-Aralık 2013; http://www.diegaste.de/
gaste/diegaste-sayi2903.html