Metropoller, büyük ihracat ülkeleri, daha doğrusu devletleri ve bunlara egemen büyük sermaye, elbette “finans endüstrisi”, içeride ırkçılık benzeri ayrımcılıklara sevimli bakamaz. Özellikle 1945 sonrasında sömürgeciliğin ve zaman içinde ırkçı versiyonlarıyla etkili olmuş milliyetçiliklerin metropollerden tasfiyesi, sadece faşizmin ezilmesinden değil, ihracatçı devlerin ihtiyaçlarından da doğmuştur. Neden mi?
Irkçılık yaparsanız dış pazarlara, dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmış hammadde pazarlarına giremezsiniz de, ondan. Mallarınızı, aşağıladığınız ve ikinci sınıf veya hayvan gibi gördüğünüz toplumların yaşadığı bölgelere satamazsınız. Başka halkları aşağılamak, sermayenin sınırsız büyümesine engel olur. Sizi meşrulaştıracak ideolojileri de (“temsili demokrasi”) satamazsınız. O nedenle, büyük sermayenin, belli koşullar altında açık ırkçı maceralara sıcak bakmayacağını söyleyebiliriz. İçeriden söz ediyoruz. Büyük sermayenin ve emperyal devletlerin kilit noktalarına beyaz ve zengin azınlığın “konuşlandırılması” bir biçimde yürür belki, fakat bunun saldırgan propagandası yapılamaz.
Demek ki, klasik ırkçılık üzerinde yükselen bir otoriter rejimin, isteyen “klasik faşizm” de diyebilir, raf ömrü dolalı çok oluyor. Örneğin, AfD’den nefretin böyle bir arka planı da var.
Sermayenin en gerici kesimlerinin ya başka ve daha geri ideolojiler bulması ya da eskiden kullanıma sokulmuş geri ideolojileri cilalayıp, geçmişteki tepkileri düşünerek sistemik bir rektifiyeden geçirmesi gerekiyor. Acaba şu olabilir mi? Neoliberal dönemde, 19’uncu yüzyılın sözde “bütünleştirici milliyetçiliğini” ıskartaya çıkaran yeni mikro (neoliberal) milliyetçilikler, kimlikçilikler, büyük sermayenin karşı çıkamayacağı icatlar arasında sayılabilir mi? Metropollerin büyük sermayesi kendi içindeki mikro milliyetçiliğe karşı çıkar, ama gireceği bölgelerdeki kimlikçiliği, mikro milliyetçilikleri mutlaka kışkırtmak zorundadır. Yoksa o pazarlara layıkıyla giremez, parçalayıp yönetemez, yönlendiremez.
Metropollere bakıyoruz: Berlin’e, Londra’ya, Paris’e, hatta Roma’ya… Buraya sığınmış olan dışarlıklılar veya kökleri doğup büyüdükleri metropollerin dışında bulunanlar, “ağızlarıyla kuş tutanlar” hariç, nihai karar verici konumuna yerleşme şansına pek sahip değiller. Ama özellikle bu dışarlıklıların “okumuş yazmışları”, metropollerdeki toplumsal sistemi tüm kurumlarıyla desteklemeyi görev sayıyorlar. İçlerinden en yetenekliler, en kilit noktalara getirilmeseler de, çok önemli makamlara ulaşabiliyor, görevler üstlenebiliyor. Denetim altında kalmaları şartıyla…
Ancak “dışarlıklı toplum”un ezici çoğunluğu, göç arka planına sahip topluluklar, savaş ilan edecek karar mercilerinde değiller, milyonlarca insanı işsiz bırakacak şirket tasfiyelerini de bizzat gerçekleştirmiyorlar. Böyle bir güçleri yok.
Peki, bu nedenle hiçbir suçları yok mu? Bir ortaklıkları yok mu? Sistemik ve tam eşitliğe dayalı bir toplumsal karşı güç odağına katılmadıkça, evet, ortaklar, ortağız, etkimizin olmadığı haksızlıkların sorumluluğunu paylaşmış oluyoruz. Suçumuz yok, denebilir, ama işlenen suçlara bir biçimde ortak edildiğimizi,bir meşruiyet kanıtı gibi kullanıldığımızı görebiliyoruz.
“Göçmen” olmanın “dayanılır ağırlığı” bu; öyle diyelim.