Kaynak (Resim): https://de.wikipedia.org/wiki/Heimatrecht#/media/File:Verleihungsurkunde_Münchner_Heimatrecht_1910.JPG
Anayurt hakkının tanınmasına dair bir belge örneği. Belgede, Nürnberg’de yaşayan Georg Dörr adlı kişiye, Bavyera Anayurt, Evlilik ve İkamet Yasası’na dayanarak Münih’i kendine yurt edinme hakkı tanınıyor.
Prof. Dr. Werner Nell
Martin Luther Üniversitesi Halle-Wittenberg | Queen’s University Kingston ON, Kanada
Almanya’da anayurt tartışması yeniden başladı. Alman koşulları ve bunları yorumlayanlar, bir diğer ifadeyle gözlemleyenler için burada anayurt konusu ve onun gibi diğer başka hayaletlerin sürekli belirmesi ve anayurdun birçok hayaleti huzursuz eden başka yerlere sürülüşünün, anayurtları ve onların hayranlarını da etkilemesi tamamen karakteristiktir. Başta yerler, mekânlar ve topraklar ve de bunların kimin olduğu ve buralarda yaşayanlar “Almanya’ya ait mi?” sorusu gündemdedir. Dolayısıyla buradaki sorun, hakkı olanların toprak sahipliği ile hakkı olmayanların toprak gaspıdır. Bu insanların tekil kişi ölçeğinde kimler olabileceğini, kim olma hakkı olduğunu ve/ya da olmadığını belirlemek, farklı kural ve dışlama sistemlerine tabidir. Hak sahipliğinin (pasaport sahibi ve vatandaşlık), biyoloji (“ırk”, insan olmanın diğer “doğal” olguları), din (“Hristiyan Batı Dünyası”), köken (doğum yeri, aile geçmişi) ya da kültürün (dil, gelenek, folklor) beraberinde getirdiği taleplere göre, kimin, kimlerin anayurdunda, kendini nasıl “evinde” hissedeceği ve orada nasıl davranabileceği, teşhis edilebilir ve belirlenebilir olmalıdır.
Bu çerçevede toprak talebi hak talebi ile birleşir. Ama ayrıca özdeşlik konuları, aidiyet ve kabul görmek de anayurt söyleminde mekânsal, herşeyden önce de biyografik deneyimler ya da bu deneyimlerin nasıl türetildiğiyle ilişkilendirilmektedir. Anayurt imgelerini hem sosyal hem bireysel açıdan çekici kılan şey, dışsal bir düzlemde zaman ve mekânın, içsel, kişisel bir tat alışın boyutlarıyla birleştirilmesidir. Bu bileşimde, o, dünyadaki tüm insanlar için, yani sadece Almanya’da değil, bir yönelim noktası oluşturan, ama aynı zamanda – burada Ernst Bloch’un (1885-1977) “anayurt” saptamasını alıntılamış olalım – herkesin çocukluğunda gün yüzüne çıkan, ne var ki “henüz kimsenin bulunmadığı o yeri: anayurdu” başka sözcüklerle betimleyebiliyor olsa gerek. Dolayısıyla, belli ki anayurt bir yandan insanların aradığı, belki de gereksinim dahi duyduğu ve bu anlamda bireyler için temel bir ihtiyaca hitap eden ve onlara anayasa ve hukuk düzeni çerçevesinde olanaklı kılınması gereken birşeydir. Ama diğer yandan anayurda sahip olma talepleri, özellikle de belirli gruplar ve somut topraklarla ilişkili olduklarında, her iki yönde aşırı yük teşkil etme olasılığını da gözler önüne serer: Bir insana ne “tümüyle” anayurduna ait olması gibi aşırı bir beklenti yöneltilebilir, ne de bir grup belirli bir toprağın sadece ya da “doğal” olarak kendisine ait olmasını ya da ona hazır bulundurulmasını isteyebilir. Immanuel Kant (1724-1804) bu bağlamda herkes için “dünyanın ortak bir mülk” olduğuna işaret etmiştir. Buna göre dünya, “küre şeklindeki yüzeyi ile üzerinde insanların sınırsız yayılabilecekleri değil, aksine, nihayet yan yana birbirlerini hoş görmek zorunda oldukları, ama esasen dünyanın herhangi bir yerinde kimsenin başkalarından daha fazla bulunma hakkına sahip olmadığı bir yerdir” (Zum ewigen Frieden, 1795).
Ancak birçok Alman “anayurt” sözcüğünün yalnızca Almancada özel, içten bir tınısı olduğuna ve bu noktada bireysel, ama herşeyden önce kolektif özdeşliğin oluşmasında belirleyici olan kendi işlevini taşıdığına hâlâ inanıyor. Başka yerlerde de insanların mekânsal çevrelerle ve biyografilerinde deneyimledikleri, içinde büyüdükleri ya da sosyal ve de ailesel ilk ve yakınlık deneyimlerini ilişkilendirdikleri yakın alanlarla kendilerini özdeşleştirebileceği olgusu ise hâlâ alışıldık değildir. Nitekim bu alışık olmama hali, 18. yüzyılda popüler olan, “uçarı Fransız’ın” karşısına (!) “derin düşünceli Alman’ın” (Ruth Florack) çıkarıldığı ve belli ki güncel olarak yeniden – ister komedi ya da propaganda eylemleri amacıyla olsun – yeni bir geçerlilik kazanabildiği imgelerin bir yankısıdır. Bu çerçevede, ve işte burada “Alman” özellikleri nasıl bir rol oynuyorsa, başka özellikleri de başka ulusal devlet yönelimli gelenek çizgilerinde, tarihsel ve sosyal koşullarda bulmak mümkün, “anayurda” dair imgeler ve pek tabii siyasi ya da kültürel taslaklar daima birer mizansendir. Bu mizansenlerde belki de insanların bir yerlerde bulunabilmesi (ve gerektiğinde oraya ait olabilmesi) şeklindeki “doğal” ihtiyacı ele alınmakta, ancak akabinde birçok defa farklı diğer programların (yetkilendirme ve dışlama söylemleri, iktidar stratejileri, şiddet ve imha hayalleri ve yanı sıra ekonomik çıkarlar ya da dini yönelimler) önüne koşulmaktadır. Mizansenin formatları ev yemekleri ve gelenek görenekler üzerinden folklor ve altyapı gelişimine ve de sınır bölgesi ihtilaflarına, dolayısıyla da neredeyse öfkenin seferber edilmesine kadar uzanmaktadır. Bu öfkelerin kendisi ise kapsamı daha geniş sosyal ve siyasi ve de kültürel ve tarihsel gelişmeler ve söylemler için hem motor hem de yakıttır.
Almanya’daki tarihsel ve güncel tartışmalar içerisinde anayurt kavramına eklenen, ayrım noktaları oluşturma gücü ve gerektiğinde dışlama dahil, gerçekten de gösterilen özel itinanın iki kökü var. Ancak düşündürücü ve ters yönlü bir dip akıntısını hesaba katmak gerekiyor. Başta teolojik-dinsel bir boyutu saptamak mümkün, örneğin 17. yüzyıl metinlerinde bir “cennet anayurt” sözü geçmektedir. Onun için çaba göstermek sofuluk, özellikle de insan sevgisi ve bireysel doğruluk ve sorumluluk gerektirecektir. Bunun ne derece kolektif, gerektiğinde de sosyal açıdan tasarlanabileceği ya da erişilebileceği, elbette Haçlı Seferi propagandasının bu tarafında çoğunlukla belirsizdir. Bununla ifade edilenin selamet tarihi açısından önem arz eden bir yer olarak takdir görmesinin yanında, burada sözü edilen ve tabi akabinde mizansen için hazırlık yapan şey, herşeyden önce düşsel ve tasarımsal bir boyuttur. Ama anayurt uğruna belirli yerlerde yapılan ardıl toprak ve sınır kavgalarından farklı olarak, burada değinilen alan ilkin “bu dünyadan değildir”, ki bu onun sembolleştirilme gereksinimini, ama ayrıca sahneleme olanaklarını arttırır.
İkinci kökü hukuksal rivayetlerde bulunuyor. Bu noktada da 17. yüzyıldan itibaren anayurt hakkından ve bir talep hakkı bulunması anlamında, bir insanın (belki de ailesinin de) belirli bir yerde bulunabilmesine (ve kalabilmesine) izin veren “bir” anayurttan söz ediliyor. Ancak bir yer ile ilgili bu mülkiyet hakkına, modernliğin ön döneminde (Orta ve Yeni Çağı kapsayan dönem; redaksiyonun Notu) kesinlikle herkes değil, aksine çoğu kez toprak ve diğer nesneler üzerinde mülk hakkı bulunan küçük köylü grupları, soylular ve yurttaşlar erişebiliyordu. Modernliğin ön dönemi Avrupa’sında ve aynı biçimde Alman toprakları, özellikle de kırsal alt katmanlar için karakteristik olan, kaçma, sürülme, iş göçü ve mutluluk arayışının harekete geçirdiği yersiz kalmış büyük toplumsal grupların mekânsal hareketliliği, modernliğin ön döneminde anayurt hakkı ve onun kullanım olanakları için, anayurt ideologlarının görmek istediğinden farklı olarak, birçoğu açısından başından beri erişilemeyen bir ayrıcalık oluşturmuştur. Ama onun konjonktürü ve çekiciliği, özellikle söz konusu maddi olanakları bulunmayanların paylaştığı bir hüsnükuruntu, hayal ve isteği betimler elbette.
19. yüzyılda ortaya çıkan ve o zamandan beri kendini geniş ölçüde kabul ettiren sanayi modernliğiyle iki farklı gelişme bağlantılı olmuştur. Şimdilerde birbirine ters yönleriyle bu iki gelişme modernlikle temelden ilintili bir çelişkiye işaret etmekte ve açıkça tüm yönelimleri, hareketleri ve sonuçları modernlikle bağlantılı olarak iç dünyanın kararsızlık alanına yerleşmektedir. Bu alanı Zygmunt Baumann (1925-2017) betimlemiş ve Max Weber (1864-1920) onu rasyonelleştirme ve sihirden arındırmanın etkileşimi olarak saptamıştır. Bu çerçevede anayurt, potansiyel olarak herkes için hazır bulunması olası ve hazır bulunabilir bir hedefe, hatta bir mülke dönüşür. Ve dolayısıyla, nitekim sanayi modernliği ile bağlantılı, devam eden yer değişimi ve yer kaybı deneyimleri ve dayatmaları ve buna bağlı olarak yeniden artan mekânsal ve sosyal hareketlilik – henüz yeni çizilmiş çok sayıda ulusal devlet sınırını da aşarak – bir o kadar daha değerli ve aynı zamanda daha fazla tehdit altında görünür. İngiliz sosyolog Anthony Giddens (*1938) Batılı modernleşmenin bu gelişim rotasını, “yerinden çıkarmanın” ardışık bir süreci olarak betimledi, ki bu ardışık süreç aynı zamanda “yeniden yerleştirme” olanakları aramaktadır. Yani bu olanaklar gerçekçi olarak kendini şayet ve nerede tanınmaz, yani oluşturulmaz gösterirse, o süreç, söz konusu olanakları o zaman ve mekânda özellikle talep eder.
“Anayurt” olarak bizatihi kendisinin (ve geleneksel olarak daima) imgeleme diline çok ihtiyaç duyduğu ve bu dildeki payı büyük olduğu ölçüde, ve hatta o bu dilin tasarımsal (ayrıca da kurmaca) yüklenebilirliğinden kendi güç ve çekiciliğini kazandığından, anayurt, modernliğin huzursuzluk ve dolayısıyla da dayatmalarını ele almak, hatta ona en azından tasarımsal imgeler ve kültürel söylemlerle karşı koymak gerektiğinde, güncel durumda giderek (yeniden) bilincine varılan, istenmeyen/umulan aidiyet ve de deneyimlenen ya da korkulan yersiz kalma arasındaki karşıtlığa, sürekli kullanılabilir ve birçok kez yeniden uyarlanabilir bir söylem alanı olarak kendini takdim eder. Anayurt kavramına dair yukarıda belirtilen ters yönlü “dip akıntısı”, şimdi burada üçüncü bir referans değeri olarak ele alınmalıdır. Sigmund Freud, sıkça alıntısı yapılan “Tekinsizlik” araştırmasında (1919), “gizli”, “korkutucu” ve “rahat ortam sunan/huzurlu” sözcüklerinin sözcük kökenine, ama ayrıca içsel akrabalığına işaret eden ve “tekinsizliği”, çarpıtılmış, itilmiş alışıklık olarak belirleyen kişi kendisi olmuştur. Bu ipucunu izlediğimizde, anayurdun sadece güven ve alışıklığın olduğu bir yerden bahsedilmediği, aksine itilmiş, hatta tehlike altındaki deneyimlerin ve anlam içerme isteğinin bulunduğu bir yer, hayaletlerin pusuya yattığı ve kendisi de bir hayalet olarak yansıyabilen bir yer. Anayurt bir yer olarak, özellikle de onun için girişilen kavga, böylece aynı zamanda alışıklığın ve aidiyetin geri alındığı mekânlara ve deneyimlere dönüşebilir; yurt katliam yapılan bir yer olabilir. “Anayurt” olarak işgal edildiği ölçüde topraklar ve yakın dünyalar tehlike altında, rekabete sokulmuş, nihayetinde de uğrunda savaşılan yerlere dönüştürülebilir; Anayurt derneklerinin bakımını yaptığı savaşçı anıtlarının buna şahitlik edebileceği gibi, kermesteki kapışma da yurdun gelenekleri arasında yer alabilir. Elbette “akışkan modernlik” (Z. Bauman) koşulları altında, hem bireysel hem de kolektif açıdan sadece bir şeref madalyası ve aidiyetin bir göstergesi olarak kanlı bir burun söz konusu değildir, aksine daima bağımsız olmanın verdiği sancı, hiçbir büyüyeni teğet geçmeyen ve devam eden bireyselleşme çerçevesinde durdurulamaz göründüğü kadar, bu gidişatın telafiyi, duraksamayı ya da, isterse dönüşlü, yani tertip edilmiş tarzda olsun, düzenlemeyi talep ettiği bir bireyselleşme süreci gündemdedir. Burada anayurdu konu alan tartışmaların güncel konjonktürünün yerini belirlemek mümkün. Bunun, özellikle federal yapısı, mezhepsel tarihsel sınıflandırması ve nihayet coğrafi farklılıkları nedeniyle, kendisini daima daha çok birbirinden olabildiğince farklı özdeşlik ve toplum tasarılarının koleksiyonu olarak görmek zorunda olan bir Almanya’da yankı bulması şaşırtıcı olmamalıdır, her ne kadar 18. yüzyıldan beri bu çeşitlilik, özellikle de elitlerin gözünde, genelde kaynak ve fırsat yerine genellikle eksiklik olarak görülmüş olsa da. İmparatorluğun 1871 tarihli, gecikmiş, belki de toplamda hedefini tutturamamış ve yalnız kısa vadeli bir başarıya ulaşmış birliği, (milli açıdan) sahnelenmiş yurt edinmenin ek bir fazlalığını beraberinde getirmesi, hatta bu yurt edinmeye neden olması da üzerine eklenmektedir. Bu fazlalık, en geç Birinci Dünya Savaşı faciasının akabinde, nüfusun büyük bir bölümünü Nazilerin kan, toprak ve milliyetçilik ideolojisine yatkın hale getirdi ve birçok kişi için “anayurdun” kaybedilmesiyle, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımlarıyla ve de toplama ve imha kamplarının medeniyet kırılmasıyla son buldu.
Dolayısıyla “anayurt” Almanca konuşulan bölgelerde salt hayaletlerin dolaştığı bir yere dönüşmekle kalmamış, aynı zamanda anayurt sevgisi ve anayurt savaşı aracılığıyla aktarılan “ucuz edebiyat ve ölüm” karışımı (S.Friedländer), sonradan oluşan federal cumhuriyet toplumunun duvarında bir uyarı sinyali olmuştur, öyle ki bu toplum, yurt sağlamanın uzun, çoğu kez çelişkili ve de sıkıntılı öğrenim süreçlerinde, önce “sürülmüşlere”, sonraları göçmen ve sığınmacılara yönelmeye çalışmıştır. Belli ki bu temelde anayurt tartışmaları, onun ne olduğu, kimin kendisine erişeceği ve herşeyden önce onun kime tanınamayacağı gibi bu tartışmalarla bağlantılı soruların konjonktürde olduğu süre boyunca, bir çeşit duygu öyküsünü, hatta “korku hikâyesini” (Frank Biess) Alman toplum(lar)ının 20. ve yeni başlayan 21. yüzyılda gözleri önüne sermek söz konusu olduğunda, sürekli bir sismograf olarak kullanılmaya elverişlidir. Burada güncel olarak anayurdu olanaklı kılmaya dönük çıkış noktaları ile mizansen sergilemeye dair çıkış noktalarının yan yana durma nedeni, bir taraftan kısmen gerçek deneyim ve kırılmalardan, kısmen hayali arzular, talepler, ama ayrıca tutkulardan oluşan bir karışımın oranıdır ve bu karışım oranı anayurda ilişkin tasarımları ve söylemleri belirlemektedir. Belki de şu pratik bir kural olarak kullanılabilir: Ne kadar mizansene ihtiyaç varsa (ya da ne kadar gerekli olduğu düşünülüyorsa, örneğin bir anayurt bakanlığı kurarak), onu ele almak o kadar sıkıntılı ve de tehlikelidir – tüm katılımcı ve muhataplar için.
Anayurdu (yalnızca) sahnelememek, onu daha ziyade, sadece mevcut olanlara değil, aksine sığınmacı ve de göçmenlere, “birçok ülkeden” gelen insanlara, olanaklı kılmak için, Heinrich Böll (1917-1985), Frankfurt’ta verdiği dersler sırasında zıt yönlü bir proje için bir çıkış noktası tanımladı. “Anayurt ve hiçbiri” ders konusu için Böll’e göre söz konusu olan şey, “mesken edilebilir bir ülke için mesken edilebilir bir dil aranmasıdır”.