“Sınıflar arasında bir savaş var, bu doğru, ancak benim sınıfım, zenginlerin sınıfı
savaşı yürütüyor ve kazanan biziz”.
(Warren Buffett, Ben Stein ile söyleşi,
New York Times, 26 Kasım 2006)
Prof. Dr. Michael Klundt | Magdeburg-Stendal Yüksekokulu
Artık belirli büyük burjuva elitler, yaptıklarının gölgesinde ortaya çıkan yan olguları kendileri de itiraf ediyor. ABD’li multi-milyarder Warren Buffet, henüz 2004’te, ABD’ndeki sosyo-ekonomik gerilim durumlarını şöyle betimlemiştir: “Amerika’da bir sınıflar arası savaş patlak verecek ve çok açık ki benim sınıfım kazanıyor” (7.3.2004 tarihli Manager Magazin dergisi). Büyük burjuva bir gazete olan Frankfurter Allgemeine Zeitung’un kültür sayfaları şefi ve ortak yayıncılarından Frank Schirrmacher, 2008 ve akabindeki yıllarda başgösteren mali kriz karşısında adeta neo-muhafazakâr inancından kopmaya başlayarak şunları saptamıştır: “Bir on yıl süren dizginsiz mali piyasa ekonomisinin, solcu toplum eleştirisini topluma yeniden kazandırmak açısından en başarılı program olduğu görüldü. O her ne kadar iflas etmiş görünse de, geri dönmüştür ve kendisine ihtiyaç da duyulmaktadır”. Ve Schirrmacher bunları yazmakla kalmamış, ayrıca koyu muhafazakâr Daily Mail redaktörü ve Thatcher biyografisini kaleme almış olan Charles Moore’u şu onaylayan söylerle alıntılamıştır: “Solcuların (…) yaptığı analizin gücü, egemenlerin ayrıcalıklar sağlamak için liberal-muhafazakâr dil kullanımından bir kamuflaj olarak yararlandıklarını kavramış olmalarında yatmaktadır. Örneğin ‘Küreselleşme’ aslında dünya genelinde serbest ticaretten başka bir anlam taşımayacaktı. Şimdi ise bankaların uluslararası başarının kârlarını gasp ettiği ve kayıpları her ulusun tüm vergi mükelleflerine dağıttığı söyleniyor. Bankalar artık yalnızca paraları kalmadığında ‘eve dönüyor’. Sonra hükümetlerimiz onlara yeniden para veriyor”. Schirrmacher için “burjuva düşünüşünün kendini hayal kırıklığına uğratan dramının tümü (…) şu anda İngiltere’de sahneleniyor. En çok tartışılan yorumlardan birisinde (…) Charles Moore şu sözleri yazıyor: ‘Gazeteci olarak şu soruyu kendime sormak için otuz yılı aşkın bir süre geçti, ama bu hafta bu soruyu sormak zorunda olduğumu hissediyorum: Sonuç itibariyle sol haklı değil mi?’. Moore bu sözleri karışıklıklardan önce ve hiçbir önseziye dayanmadan yazdı. Gerçeği söyleyecek olursak: Kim ona itiraz edebilir ki?” diye yorumluyor Schirrmacher (16.8.2011 tarihli FAZ).
Sol liberal siyaset bilimci Claus Leggewie de artık çeşitli düşünce ekollerinin “sınıf yapıları, sınıf bilinci ve sınıf kavgaları hakkında daha fazla fikir yürütmelerinden” memnun (6.12.2016 tarihli FR). Bu memnuniyeti belirli bir darlıktan kaynaklanmaktadır. Leggewie ve başka sosyal bilimciler 2007’de ölen ABD’li filozof Richard Rorty’nin 20 yılı aşkın bir süre önce “Achieving our country” (1997) adlı kitabında bulunduğu tahminleri dikkate aldı. “Bir gün Amerika’da bir çatlak ortaya çıkacak. Seçmen kitlesinin kayda değer bir bölümü ‘sistemin’ başarısızlığa uğradığı sonucuna varacak ve seçebilecekleri güçlü bir adam arayışına girecek. O, seçildikten sonra, kendilerine, pis bürokratların, hileci avukatların, yüksek maaşla çalışan fon menajerlerinin ve postmodern profesörlerin artık söz hakkı olmadığı vaadinde bulunacak. Böylesi bir ‘Strongman’ bir kez seçildi mi, artık hiç kimse neler olabileceğini kestiremez. 1932’de Hindenburg’un Hitler’i şansölye ataması durumunda neler olabileceğine dair tüm tahminler, kendilerini “olağanüstü iyimser tahminler” olarak göstermiştir (alıntı: 7.11.2016 tarihli WELT Gazetesi).
Nasyonal Sosyalizmin
Güçlenmesine Dair bir Arasöz
Güncelliği nedeniyle Nazilerin 1933’te aslında nasıl güçlendiği burada anımsatılmış olsun: 1 Ağustos 1932’de dönemin Katolik “Zentrum” Partisi üyesi Konrad Adenauer, Köln’lü Bankacı Kurt von Schröder’e bir mektup yazmıştır, nitekim bu mektup kimlerin Alman Faşizmi’ne önayak olduğunu bilmek açısından karakteristik ve öğreticidir: “Zentrum Partisi Hitler’in şansölye olacağı, Nasyonal Sosyalistler ve Alman milliyetçilerinden oluşan bir hükümetin kurulmasına tolerans gösterecektir.”1 Sözü edilen Bankacı Schröder Nazi hareketinin en gayretli hizmetkârlarından biriydi ve dönemin devlet başkanı von Hindenburg’a, Adolf Hitler’i şansölye olarak ataması için baskı yapan farklı toplumsal elitlerden – büyük sanayici, toprak sahibi ve bankacılardan, önde gelen merkez burjuva siyasetçilerden ve sağcılardan, etkili bürokrat ve askerlerden oluGüncelliği nedeniyle Nazilerin 1933’te aslında nasıl güçlendiği burada anımsatılmış olsun: 1 Ağustos 1932’de dönemin Katolik “Zentrum” Partisi üyesi Konrad Adenauer, Köln’lü Bankacı Kurt von Schröder’e bir mektup yazmıştır, nitekim bu mektup kimlerin Alman Faşizmi’ne önayak olduğunu bilmek açısından karakteristik ve öğreticidir: “Zentrum Partisi Hitler’in şansölye olacağı, Nasyonal Sosyalistler ve Alman milliyetçilerinden oluşan bir hükümetin kurulmasına tolerans gösterecektir.”1 Sözü edilen Bankacı Schröder Nazi hareketinin en gayretli hizmetkârlarından biriydi ve dönemin devlet başkanı von Hindenburg’a, Adolf Hitler’i şansölye olarak ataması için baskı yapan farklı toplumsal elitlerden – büyük sanayici, toprak sahibi ve bankacılardan, önde gelen merkez burjuva siyasetçilerden ve sağcılardan, etkili bürokrat ve askerlerden oluşan bir ittifak kurulmasını sağlamıştı2. 4 Ocak 1933’te, Schröder’in Köln’de bulunan özel villasında, Alman Şansölyesi Franz von Papen (Zentrum Partisi, 1932’ye kadar) ve Adolf Hitler (NSDAP), Hitler’in atanması için gerekli koşulları yaratmak üzere biraraya gelmiştir ve üç hafta sonra da bu atama gerçekleşmiştir. 1945’ten sonra Nürnberg Askeri Mahkemesi’nin ABD soruşturma kurulu önünde yeminli ifade veren Freiherr Kurt von Schröder, evinde Hitler ile yapılan pazarlık hakkında şunları söylemiştir: Ekonominin adamlarının verdiği çabaların tümü, Almanya’da hükümeti kuracak ve uzun süre iktidarda kalacak güçlü bir liderin başa gelmesini sağlamayı amaçlıyordu.
NSDAP 6 Kasım 1932’de ilk başarısızlığına uğradığında ve böylece zirveden inmeye başladığında, Alman ekonomisinin ivedi desteği gerekli olmuştur.”3 Burada özellikle son tümce karakteristiktir. Okul kitaplarında ve tarih efsanelerinde geçen tüm iddialara rağmen, Hitler ve faşist harekete siyasi iktidar, sürekli güçlendiği için değil, aksine zayıflamaya başladığı için devredilmiştir (Kasım 1932’de yapılan son demokratik seçimlerde NSDAP iki milyon oy kaybetmiştir).
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra müttefik güçler arasında varılan Potsdam Anlaşması ve savaş suçları davaları ile, Alman faşizminin yükselişinin ve işlediği suçlarının zorunlu bir sonucu olan bu duruma karşı – muhafazakâr görüşe göre de – önlem alınmalıydı. Günümüzde egemen tarih yorumuna karşı, Alman tarihinde sosyalist sosyal devlet düşüncesi, yalnızca işçi hareketinin sol partilerinde ve örgütlerinde ve sendikalarda savunulmuyordu4. CDU’nun 1947 tarihli Ahlen Programı’nda görüldüğü gibi, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde, CDU çevrelerinde dahi sosyalist toplum politikasının ve antikapitalizmin propagandası yapılmıştır. Bilindiği üzere Ahlen Programı’nda şu yazılıydı: “Kapitalist ekonomi sistemi devletsel ve sosyal yaşam çıkarlarını karşılayamamıştır. Canice bir iktidar politikasının bir sonucu olan acı bir siyasi, ekonomik ve sosyal çöküşün ardından, ancak yeniden temelden başlamak mümkündür. Temelden gelen bu sosyal ve ekonomik yeni başlangıcın içeriği ve hedefi artık kapitalist kâr ve güç odaklılık değil, aksine yalnızca halkımızın refahı olabilir. Toplum yararına bir ekonomik düzen sayesinde, Alman halkı, insanların hak ve onurlarına yaraşır, halkımızın bilişsel ve maddi yeniden oluşumuna hizmet edecek ve içeride ve dışarıda barışı güvence altına alacak bir ekonomi ve sosyal anayasaya kavuşması gerekir5”. Burada, kapitalizmin krize yatkın ve dolayısıyla da demokrasiyi tehdit eden bir eğilim taşıdığı düşüncesinin, o dönem Hristiyanmuhafazakâr çevrelerde de ne kadar yaygın olduğu görülmektedir. CDU’nun Kuzey Ren Vestfalya örgütü boşuna şu talepte bulunmuyordu: “Büyük sermayenin, özel tekellerin ve şirketlerin egemenliği tasfiye edilecektir”6.
Ancak muhafazakâr tarih politikası, bu bakış açılarının kamuoyu belleğinden tümüyle silinmesine belirleyici bir katkı sundu. Onun yerine Soğuk Savaş ikliminde çarpıtmaya elverişli tarih efsaneleri yeşermiştir. Federal Almanya’da egemen bir dogma olan, ekonominin, askeriyenin, yargının vs. önde gelen toplumsal liderlerinin değil,7 – Nazilerle birlikte – soldan ve sağdan saldırılarla merkezi ezen komünistlerin Nazi hareketini iktidara taşıdığını öğreten totalitarizm dogması nedeniyle, toplumsal elitlerin, tarihsel açıdan bakıldığında, Nazilerin güçlenmesine verdiği destek, Batı Almanya’nın resmi belleğinde geniş ölçüde gizlenmiştir. Bu nedenle Federal Almanya’da asıl sorumlu olan toplumsal güçler neredeyse tamamen rahat bırakılmıştır.8 Günümüzde de dünya genelinde (aşırı) sağ hareketlerin yükselmesine, ekonomik, politik çevrenin, bilim ve medya çevrelerinin ve diğer toplumsal elitlerin sunduğu katkıyı mercek altına almak yerine, bu gelişmenin daha ziyade sözde aptal, yabancı düşmanı alt sınıfların hanesine yazılmasını görmek ilginç.
Alman mahkemelerinin, örneğin farklı federal eyaletlerde düzenlenen ve açıkça Neo-Nazi içeriğe sahip festivaller söz konusu olduğunda, anayasanın 139. maddesine ne denli az atıfta bulunduğunu görmek şaşılacak birşeydir. Nitekim bu madde, müttefiklerin yürürlükte olan “Alman halkını Nasyonal Sosyalizm’den ve militarizmden kurtarma yasaları” kapsamında elbette her çeşit Nazi ve faşist derneği, etkinliği vs. yasaklamıştır. Nazi döneminde bir hukukçu ve DVU Partisi/Gerhard Frey’in danışmanı olan anayasa yorumcusu Theodor Maunz, öğrencisi Roman Herzog ile birlikte 139 GG maddesini gelişigüzel “eskimiş” ilan ettiği günden beri, anayasanın 139. maddesi hukukçular arasında adeta unutulmuştur (bkz. Otto Köhler: Stumpf gegen rechts. Roman Herzog und der Artikel 139 des Grundgesetzes: 4.2.2005 tarihli Freitag Gazetesi).
Rorty’e Devam
ABD’li filozof Richard Rorty, henüz 1997’de, ‘güçlü bir adamın’ seçilmesinden sonra siyahi, Latin Amerikalı ve eşcinsel hakları noktasında kaydedilen ilerlemelerin tekrar kaybedileceğini tahmin etmiştir: “Kadınların şakayla karışık aşağılanması yeniden moda olacak, işyerinde yeniden ‘Nigger’ sözcüğü duyulacak. Akademik solun öğrenciler arasında silmeye çalıştığı sadizm geri dönecek (7.11.2016 tarihli WELT’ten alıntı)”.
Bu bağlamda – salt kabataslak – ABD’ndeki sosyal durumun şu görünümleri de dikkate alınmalı: Yıllık gelirleri 50.000 Dolar’ın altında olan ABD yurttaşlarının çoğunluğu Clinton’u seçti (bkz. 9.11.2016 tarihli FAZ); yıllık gelirleri 50.000, 100.000, 200.000 ve üzeri olanlarda ise Trump’ın yüzdelik oranları Clinton’dan fazlaydı. ABD’nde açlık ve yoksulluk üzerine yapılan araştırmalar, milyonlarca ABD yurttaşı için açlıktan kurtuluş olmadığını ve ABD’nin sözümona Batı Dünyası’nda en yüksek bebek ölüm oranlarına sahip olduğunu kanıtlıyor (bkz. Michaela Haas: Der vermeidbare Tod von Shepard und Karl: 8.3.2017 tarihli Süddeutsche Zeitung Magazin); 40 milyonu aşkın ABD yurttaşı yoksulluk sınırı altında yaşıyor; neredeyse yurttaşların yarısı doktor veya araba tamiri için 400 Dolar’a sahip değil (ZEIT 5/2016); maaşlar on yıllardan beri artmıyor ve bir süredir yoksullar arasında yaşam süresi kısalıyor (bkz. ZEIT 11/2015).
Rorty henüz 1990’lı yıllarda solu ana görevlerinden birini unutmaması için uyardı, yoksulluk ve eşitsizlikle mücadele görevi. Çünkü postmodern sol, aynı derecede önemli olan salt azınlıkların kabul edilmesi sorunuyla ilgilenirken, güçlü sağcı bir adam yoksulluk ve eşitsizliği ele alıyor, bu ise azınlıklar için ağır sonuçlar doğurmaktadır. Leggewie’nin saptamasına göre, sosyal ve çalışma koşulları öylesine dengeyi kaybetmiştir ki, sosyoloji tarafından on yıllardır retorik olarak toprağa verilmiş proletaryanın (ücretli çalışmaya bağımlı nüfus) önemli bir bölümü sağın güdümüne girmiştir. “Ulrich Beck ve diğerlerinin sözünü ettiği, bir süreliğine alt tabakaları da beraberinde götüren asansör, zayıf büyüme verileri, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, normal işlerin yok olması, sosyal devlet niteliğinin sınırlı hale gelmesi ve artık eşitliğe hizmet etmeyen teknik ilerleme nedeniyle bozuldu” (6.12.2016 tarihli FR).
Claus Leggewie şimdilerde Didier Eribons’un Fransız komünist işçi çevrelerinin nasıl aşırı sağcı Front National Partisi’nin seçimlerde birer kalesi haline geldiği sorusunu konu alan raporuna (“Reims’a Dönüş”) atıfta bunuluyor: Ancak o biraz aceleci davranarak çok çabuk “Fransız komünizminde hangi ksenofobik enerjinin yattığına” odaklanıyor (6.1.2017 tarihli FR). Eribon tarafından özellikle belirtilen, sol liberallerin, burjuva entelektüellerinin, hükümet politikacılarının ve gazetecilerin, standart-milliyetçi yılgınlığı ve kinciliği elverişli kılan toplumsal koşulların oluşmasındaki sorumluluğuna, Leggewie, şaşırtıcı bir şekilde değinmemektedir. Bu nedenle Michel Pinçon ve Monique Pinçon-Charlot tarafından yıllardır araştırılmakta olan zengin ve yoksul arasındaki sosyo-ekonomik güç ilişkileri de dikkate alınmalıdır. Eski CNRS araştırma direktörleri, “Olağanüstü bir Sosyal Yıkımın Zaman Çizelgesi” adlı sosyolojik çalışmalarında “zenginlerin şiddetinden” söz etmekte (“La violence des riches. Chronique d’une immense casse sociale”, Paris 2013). Onlar son on yılların neo-liberal yeniden yapılandırmalarının, sözcüğün gerçek anlamıyla insanı çöpe attığını, onları mahvettiğini, değersizleştirme ve aşağılamayı vücutlarına ve kafalarına kazıdığını belirtiyor. Bu esnada yılgınlığın ve kinciliğin arttığına değiniliyor. Belirsiz bir yüze sahip bir hasmın eseri olmaktan uzak, bu sınıf şiddetinin aktörleri, stratejileri ve mekanları – ve hükümette siyasi sorumluları – olduğu belirtiliyor. Bu nedenle onlar “de faire la critique du ‘bourgeoisisme’”yi acilen gerekli görüyor (Pinçon/Pinçon-Charlot 2013, S. 239 ve akabindeki). Ancak sözümona burjuvazizme yöneltilen bu eleştiri, birçok sol liberal ve/ya da eski solcu entelektüeller için kuşkusuz işçi sınıfı, bir diğer ifadeyle proletaryanın bir kesiminde varolan milliyetçilik ve ırkçılık eleştirisi kadar kolay olmuyor. Günümüzde bu durumu Fransa’daki “Sarı Yelekliler” (Gilets jaunes) hareketi üzerine yapılan hegemonyal, bilimsel, siyasi ve medyatik röportajlarda görmek olanaklı.
Kavramlar için Girilen Çekimeler
Entelektüellerin, gazetecilerin, siyasetçilerin ve biliminsanlarının önemli bir bölümü tarafından ücretli çalışmak zorunda olanlara, işçi düşmanı politikaların »ilerici« olduğu propagandası yapıldıktan ve bu düşünce onların kafasına fiilen sokulduktan sonra (örneğin konutların özelleştirilmesi sözümona ilerici bir özelleştirmeydi); genç ve yaşlılara emekliliğin kısıtlanması ve özelleştirilmesinin “kuşaklar için eşitlikçi”, “sürdürülebilir” ve “sosyal-ekolojik” açıdan uygun olduğu (demagojik demografileştirme)9 anlatıldıktan; halka, uluslararası hukuku ihlal eden saldırı savaşlarının “ilerici” ve “antifaşist” olduğu söylendikten; işsizlere işsizlik sigortasını parçalamanın “modern” olduğu açıklandıktan; Avrupalılara, ancak yapısal pazar radikalizmini ve demokratik olmayan bir AB’ni savunanların “dünyaya açık-Avrupai”, “ilerici” ve “sol” olduğu anlatıldıktan sonra, ki aynı zamanda ulusal devlet parlamentolarının gerçek anlamda yasa koyucu tek demokratik kurumları, harika, dünyaya açık “küreselleşme” karşısında adeta “çağdışı” kurumlar olarak sunulmuştur, kendilerine hitap edilenlerin bir kısmı, görünüşte karışık olan bu durum karşısında belki de şöyle düşünmüştür: “Demokrasiyi, hukuk devletini ve uluslararası hukuku ya da salt günlük maddi yaşam koşullarını, AB, Nato, Avro ve kutsal pazar adına yıkıma uğratan tüm bunlar eğer ‘sol’ ve ‘dünyaya açık’ olmaksa, o zaman ‘sağ’ ve ‘milliyetçi’ olmak o kadar da sorun olmasa gerek!”. Ve, Bertold Brecht’e atıfta bulunarak, koyunlar – (haklı olarak!) çobanlarından hoşnutsuz oldukları için – değişiklik olsun diye başka bir alternatife oy vermişler: Kasaba (riskleri ve yan etkiler için günümüzde tarih kitapları mevcuttur – sadece ahmakların değil, kibirlilerin de özeleştirel bir yaklaşımla bu kitapları karıştırması iyi olurdu). ABD seçimlerinin sonucu olarak ve akabinde Almanya’nın izlediği politika gereği “daha fazla Avrupa” talep edilmesi ve bu talebin neredeyse Almanya’daki tüm partiler ve de medya tarafından (kamuoyunun büyük bir itirazıyla karşılaşmadan), daha fazla silahlanmaya gidilmesi gerektiği (ve CDU, FAZ, Panorama ve BILD’den, 22.1.2017 tarihli Berliner Tagesspiegel Gazetesi’ne kadar dile getirilen, “Almanya’nın atom bombalarına ihtiyacı var” sloganıyla hatta Alman atom bombalarına sahip olunması) çıkarsamasıyla tek bir nefeste dile getirilmesi, sosyal eşitsizliğe karşı gerçek bir enternasyonalist, dayanışmacı ve antimilitarist alternatifler için çabalamanın ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
1 Alıntı: Martin Stankowski, Köln. Der andere Stadtführer, Köln 2003, S. 322
2 Bkz. Eberhard Czichon, Wer verhalf Hitler zur Macht? Zum Anteil der deutschen Industrie an der Zerstörung der Weimarer Republik, 4. Aufl. Köln 1976, S. 69f.; Ulrike Hörster-Philipps, Wer war Hitler wirklich? Großkapital und Faschismus 1918-1945. Dokumente, Köln 1978, S. 60ff.
3 Alıntı: Reinhard Kühnl, Der deutsche Faschismus in Quellen und Dokumenten, Köln 2000, S. 159
4 Bkz. gl. Helga Grebing (Hg.), Geschichte der sozialen Ideen in Deutschland. Sozialismus – Katholische Soziallehre – Protestantische Sozialethik, Essen 2000
5 CDU’nun Kuzey Ren Vestfalya için 3 Şubat 1947 tarihli ekonomi programı: Ernst-Ulrich Huster u.a., Determinanten der westdeutschen Restauration 1945-1949, 7. Aufl. Frankfurt/M. 1980, S. 424
6 Die Christlich-Demokratische Union im Rheinland und Westfalen, Kölner Leitsätze, Köln September 1945, in: Bundesministerium für Arbeit und Sozialordnung/Bundesarchiv (Hg.), Geschichte der Sozialpolitik in Deutschland seit 1945, Bd. 2/2: Die Zeit der Besatzungszonen 1945-1949. Sozialpolitik zwischen Kriegsende und der Gründung zweier deutscher Staaten. Dokumente, Baden-Baden 2001, S. 82f.
7 Bkz. Reinhard Kühnl, Faschismustheorien. Ein Leitfaden, Heilbronn 1990, S. 183ff.
8 Nazi suçlularının ve suçlarının affına ve de yoğun bir antikomünizme dayanan, Federal Almanya’nın kuruluş uzlaşması olarak antitotalitarizm yönelimi için bkz. Michael Klundt, Geschichtspolitik. Die Kontroversen um Goldhagen, die Wehrmachtsausstellung und das „Schwarzbuch des Kommunismus“, Köln 2000, S. 70f. sowie Klaus Körner, „Die rote Gefahr“. Antikommunistische Propaganda in der Bundesrepublik 1950-2000, Hamburg 2003
9 Vgl. Michael Klundt: Kinderpolitik. Eine Einführung in Praxisfelder und Probleme, Weinheim/Basel 2017, S. 133ff.