Prof. Dr. Armin Bernhard
Sempozyuma “Alman Eğitim Sistemine Antidemokratik Müdahaleler” başlıklı sunumuyla katılan Prof. Dr. Armin Bernhard, Karl Marx’tan bir alıntı yaparak sözlerine şu şekilde başladı: “‘İşgücünün eşit sömürülmesi sermayenin ilk insan hakkıdır’. Toplantı konusuna analojisi itibariyle Marx’ın bu tümcesi şöyle değiştirilebilir: ‘İşgücünün genel olarak yeniden üretimi (yani eğitim-öğretim) sermayenin ikinci insan hakkıdır’. Prof. Bernard, eğitim ve öğretimin toplumsal üretim ve yeniden üretimin zorunluklarına ve onlara dayanan egemenlik ilişkilerine bağlı olduğunu ve iktidar ve hükümetin de hegemoniyal eğitim ve öğretim anlayışını belirlediğini belirtti. Özellikle teknolojik gelişim için artan önemi nedeniyle, eğitimin, egemen çıkarların kabul ettirilmesi bakımından güçlü bir araç olduğuna işaret eden Armin Bernhard, bu sözleriyle, olumlu çağrışımları olan eğitim ve öğretime ve de bir insan hakkı olarak eğitim hakkına daha kuşkulu yaklaşılması gerektiğini vurgulamak istediğini belirtti.
Konuşmasında neo-liberal eğitim planlamasının toplumsal temeline değinen Prof. Bernhard, burada, demokratik meşruiyeti bulunmayan uluslarüstü ve ulusal örgütler tarafından, düşünce kuruluşları üzerinden, bağımsız bir toplumun kendini düzenleme görevlerine el atıldığını ve onun özel kapitalist çıkarlar yönünde yoğun biçimde etkilenmeye çalışıldığını vurguladı.
Artık pazarın kendini düzenleyecek ve şirketlerin kârını güvence altına alacak mekanizmalara sahip olmaması nedeniyle devlet müdahalelerinin zorunlu hale geldiğine işaret eden Prof. Bernhard, bu müdahalelerle kâr sağlanmasını elverişli kılan koşulların yaratılmaya çalışıldığını, dolayısıyla devletin sosyal hizmetleri özelleştirmeye yönlendirildiğini, bunun sonucu olarak da son yıllarda Batılı ülkelerde zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun genişlediğini dile getirdi. Buna göre, eğitim açısından bakıldığında, Bologna Süreci ve PISA araştırmaları söz konusu neo-liberal proje için bir dönüm noktasıydı. Eğitime gayrimeşru müdahale, ideolojik kılıfını, okul ve üniversitelerin otonomisini arttırma paravanası altında gerçekleştirilmek isteniyordu, bir diğer ifadeyle onlar devletin bürokratik, verimsiz vesayetinden kurtarılmalı ve büyük şirketlere bağımlı kılınmalıydı. Kamu okullarının finansmanı azalırken, özel okullar da artış gösteriyor ve bu, ayırmayı yasaklayan yasayı ihlal ederek yapılıyordu. Sermaye artık sadece insanın emek gücü sömürüsünden kâr etmiyordu, onun eğitilmesi de kârlı bir işti.
Armin Bernhard, bu koşullarda üniversitelerin birbiriyle rekabete sokulduğunu, demokratik meşruiyeti bulunmayan özel yetkilendirme ajanslarının, verdikleri sertifikalarla, toplumun yararına olması gereken branşlara erişimi, bu branşların ağırlığı ve kalitesini belirlediğini
aktararak, serbest ticaret anlaşmalarıyla kamu hizmetleri arasında yer alan eğitimin kuralsızlaştırılmış uluslararası bir eğitim piyasası çerçevesinde özelleştirilmesine hız verilmek istendiğini sözlerine ekleyip, konuşmasının akışında, OECD çevrelerinden yapılan bir açıklamayı da çarpıcı bir örnek olarak verdi: “Bütçe açığını azaltmak için kamu yatırımlarında köklü kesintilere gidilmesi ya da mevcut harcamaların kısılması siyasi bir risk taşımaz. Eğer mevcut harcamalarda kısıtlama yapmak isteniyorsa, o zaman, her ne kadar kalite kaybı yaşansa da, verilen hizmetin niceliğine dokunulmamalıdır. Örneğin okul ve üniversitelerin bütçesi kısılabilir, ama öğrencilerin sayısını azaltmak tehlikelidir. Aileler çocuklarının okullara erişiminin engellenmesine şiddetle karşılık verir, ama (onlar) verilen eğitimin kalitesinin aşamalı olarak düşürülmesine tepki göstermezler, ve böylece okullar adım adım belirli amaçlarla ailelerden ödemeler yapmalarını isteme yöntemine başvurabilir ya da belirli etkinlikleri tümüyle durdurabilir. Buna göre söz konusu yöntem yavaş yavaş uygulanmalıdır, örneğin bir okulda, ama toplumu genel olarak huzursuz etmemek için komşu okulda bu yönteme başvurulmamalıdır”.
Konuşmasında ekonomi örgütlerinin eğitime gayrimeşru müdahalelerini hangi stratejilerle yürüttüklerine de değinen Prof. Armin Bernhard, bu bağlamda eğitim sorunlarının özel düşünce kuruluşlarının gündemlerine taşınarak, burada devletin eğitimde kemer sıkma politikasına, ikiyüzlü bir şekilde, karşı çıkılmış gibi yapılıp, özel aktörlerin politik danışmanlığa ihtiyacı olduğu telkin ediliyor.
Begoña López Cuesta
“Eğitim Haklarının Genişletilmesi” Proje partnerliğini İspanya için üstlenen İspanya Eğitim Sendikası FECCOO ve onu temsilen sempozyuma katılan Begoña López Cuesta, bu bağlamda Miguel López Melero (Malaga Üniversitesi), Miguel Recio (İspanya Eğitim, Spor ve Kültür Bakanlığı) ve Kooperatif Eylem Araştırma Grubu (Malaga Üniversitesi ve Roma Projesi) ile birlikte hazırladığı sunumuna şu sözlerle giriş yaptı: “Kanımca İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni tanımlayan birşey varsa, o da bildirgenin tutarsızlığıdır. Ne yapması gerektiği ile söz konusu yönergelere uymaması arasındaki tutarsızlık. Bir hakkın ihlali, aralarındaki karşılıklı bağımlılık nedeniyle diğer tüm hakları etkiler. Bu nedenle, İnsan Hakları Bildirgesi, tüm kültürleri ve dinleri dikkate alarak evrensellik ve kültürlerarasılık temelinde formüle edilmelidir”.
Günümüzde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde (İHEB) yazılanların artık kâğıt üzerinde kaldığını ve bugün hiç olmadığı kadar çok gözden geçirilmesi gerektiğini belirten Begoña López, bu bildirgenin İkinci Dünya Savaşı sonrası gerekli olduğunu, şimdi ise bir evrensel demokrasi bildirgesine ihtiyaç duyulduğunu söyledi.
“Eğitimden ne anlıyoruz?” sorusuna yanıt arayan López, kamusal eğitimin temel amacının, tüm çocukların düşünmeyi ve bir arada yaşamayı öğrenmesini sağlamak olduğunu vurgulayan Begoña López, kamusal eğitimin, destek ve kapsayıcılık bakımından en uygun kurum olduğu inancını taşıdıklarını söyleyerek, ondan bahsetmenin kapsayıcılıktan söz etmek olduğunu vurguladı. Buna göre demokratik okulların sağlamlaştırılması, özgün programlar oluşturmaya değil, dışlamanın ortadan kaldırılmasına dayanıyor. IHEB’nde geçen ve ebeveynlere, çocuklarına nasıl bir eğitim verileceğini belirleme hakkını tanıyan paragraf ele alındığında, bu hak usulsüzlüklere de yol açabiliyor, çünkü ebeveynler çocuklarının değil, kendi istedikleri eğitimi seçebilir, bu da örneğin onların özgür düşünen, diyaloğa açık, başkalarına saygılı, adil, demokratik, kültürlü vb. kişiler olarak eğitilmesine ters düşebilir. Öte yandan ebeveynlere tanınan bu hak, kamusal ve özel eğitim arasında seçim yapma olanağını da içinde barındırıyor.
Begoña López’in yaptığı bu ortak sunum, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 26. maddesinde değişikliğe gitmek amacı güden ve uluslararası bir kampanya niteliği taşıyan “Eğitim Haklarının Genişletilmesi” Projesi’nden hareketle, söz konusu maddeye ilişkin şu değişiklik önerilerini içermiştir:
“1. Herkes kamusal eğitim hakkına sahiptir. Herkesin kendi doğasına saygılı olan ve direktiflere dayanmayan, adil ve kaliteli eğitim, her biçimiyle ücretsiz olmalıdır. Temel eğitim zorunlu ve ücretsiz verilmek zorundadır. Sosyal gereksinimlerine ve insani yeteneklerine bağlı olarak tüm yetişkinlerin, her kadın ve erkeğin, ister orta ya da yüksekokul olsun, kalite düzeyi yüksek bir eğitim ve öğretime erişim hakkı saklıdır. Devlet tüm yurttaşların eğitim ve öğretim hakkını yerine getirmek için gerekli gereçleri ve kaynakları hazır bulundurmak zorundadır.
2. Öğ retim insan şahsiyetinin tam gelişmesini ve insan haklarıyla ana hürriyetlerine saygının kuvvetlenmesini hedef almalıdır. Öğretim bütün milletler, ırk ve din grupları arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu teşvik etmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışın idamesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.
3. Ebeveynler, kamusal eğitimin, diyaloğa, işbirliğine açık, kültürlü, demokratik, adil, kendine yeten ve barışsever insanları nasıl şekillendirdiğine dair bilgi edinme hakkına sahiptir. Devlet, kamusal eğitim modelinin istisnasız tüm yurttaşlara ulaşacağını garanti etmelidir, ancak hakları için farkında olması ve savaşması ve ortak yararı savunması gereken yurttaşların kendisidir. Ortak yarar mevcuttur ve savunulmalıdır: Daha iyi ve daha mutlu bir dünyada yaşamak.”
Prof. Dr. Alexandre
Magno Tavares da Silva
“Eğitim Haklarının Genişletilmesi” Projesi’nin Brezilya partnerliğini yürüten Paraíba Federal Üniversitesi Pedagoji Bölümü’nü temsilen sempozyuma katılan öğretim üyesi Prof. Dr. Alexandre Magno Tavares da Silva, sunumunu, eğitim hakkının Latin Amerika bağlamına oturtulması, özgürlükçü eğitim ve Brezilyalı eğitimbilimci Paulo Freire’nin Kuzeydoğu Brezilya’da eğitim haklarının genişletilmesine katkısı olarak üç konu üzerinde şekillendireceğini belirterek konuşmasına başladı.
Yaptığı bir alıntıyla Amerika’da yerlilere uygulanan soykırımın, insan ticareti ve Afrikalıların köleleştirilmesi deneyimlerinin emperyal egemenlik uygulamaları yarattığına ve bunların da kurumların kültürel ve sosyal uygulamalarında devam eden ırkçı ve otoriter bir anlayışı ortaya çıkardığına işaret eden Prof. da Silva, Brezilya’nın 518 yıllık tarihinin büyük bir bölümünde bu dışlayıcı ve hoşgörü içermeyen anlayışın etkili olduğunu aktardı. Buna göre, belirtilen süre içerisinde, Brezilya, 322 yıl sömürgecilik, 67 yıl imparatorluk, 123 yıl cumhuriyet, 358 yıl kölelik ve 30 yıl askeri diktatörlük gördü. Kuzey Brezilya birtakım sosyo-ekonomik ilerlemelere rağmen, baskı ve sosyal haklar tanınmaması nedeniyle acı çekti.
Alexandre da Silva, Brezilya ve Latin Amerika’nın yakından tanıdığı pedagog Paulo Freire’nin uzlaşmaya ve insan haklarının radikal savunmasına dayalı teorisine istinaden, onun Kuzey Brezilya’da insan haklarının genişletilmesi için verdiği çabaları açımladı. Buna göre, 1996’da Paraíba Federal Üniversitesi’nde başlatılan ve eğitim ve sosyal hareketler konusunu işleyen bir seminer, eğitim hakkı için verilen savaşımı güçlendirmek için girilen arayışa ilk işaretlerden biriydi. Seminerde Brezilya’nın sosyal ve tarihsel temeliyle uygun bir yüzleşmenin ve sosyal hareketlerle işbirliğinin nasıl geliştirileceği tartışılıyordu. Toplumun farklı kesimlerine de seslenen bu seminerin sonucu olarak, Brezilya’da bir dizi sosyal aktör, toplumun dikkatini sosyal hakların ve eğitim haklarının savunulması için sokakları doldurdu. Bu deneyime istinaden, Prof. da Silva, eğitim hakkının genişletilmesi için herkesin kolektif çalışmaya katılmasının belirleyici bir önem taşıdığını belirterek, yapılan ardıl çalışmalara bir dizi örnek verdi ve bunların Paulo Freire ile bağlantısını
kurdu. Brezilya’da Paulo Freire’nin kurtuluş pedagojisi ışığında verilen tüm uğraşların ve kazanılan tüm deneyimlerin, ortak çabalarla yürüyen “Eğitim Haklarının Genişletilmesi” projesiyle pekiştirilmesinden memnuniyet duyacaklarını sözlerine ekleyen da Silva, Brezilya seçimleri öncesi kargaşaları da göz önünde bulundurarak, askeri diktatörlük zamanında gelişen “suskunluk kültürüne” işaret etti ve umudun daima geri döndüğünü, onun, insanları çalışmaya davet ettiğini dile getirdi. Brezilya’nın faşizme ve insan haklarının inkârına karşı eleştirel bir pedagojiye gereksinim duyduğunu belirten Prof. da Silva, düzenlenen bu sempozyumun, tüm katılımcıları, bir kolektif ve kültürlerarası girişim olarak, eğitim hakkı için mücadele etmek üzere güçlendirdiğini ifade etti.