Eski bir Britanya-Rus çifte ajanının zehirlenmesinin ardından Rusya’ya karşı yürütülen emsali görülmemiş bir kışkırtma kampanyasında, Büyük Britanya Başbakanı, Alman Hükümeti’nden kayıtsız şartsız destek talebinde bulunmuştur – ve Almanya bu talebe riâyet etmiştir. ABD ve onun hükmettiği NATO, Yugoslavya’ya karşı savaş yürüttü, Afganistan’ı işgal etti, Yakın ve Ortadoğu’yu ateşe verdi, kendi hazırladıkları bir darbenin ardından Ukrayna’yı ele geçirdi – ve Almanya buna katıldı. NATO 1990’da yapılan anlaşmaların aksine doğuda ilerliyor, Rusya sınırına binlerce asker, füze, zırhlı birlik ve savaş uçağı konuşlandırıyor – Almanya en ön saflarda yerini alıyor. ABD Rusya’ya yaptırım uyguluyor – ekonomisine vereceği ağır zararlara rağmen Almanya yaptırımlara katılıyor. Tüm bunlara Federal Hükümet’in NSA (National Security Agency) tarafından yapılan casusluk ve de çok sayıda ABD üssünün ve atom bombalarının topraklarında konuşlandırılması ve Ramstein Üssü’nden düzenlenen İHA saldırıları karşısında kayıtsız kalması ekleniyor.
Geçmişe bakış
Bu itaat, ABD ve Büyük Britanya’nın uluslararası hukuka aykırı gerçekleştirdikleri herşeye sorgusuz sualsiz katılmaya bu hazır olma durumu nasıl açıklanabilir? Bu soruyu yanıtlamak için, geçmişe, özellikle savaş sonu ve onun hemen akabindeki döneme bir bakış atmak yararlı. Çünkü o zamanlarda, gelecek on yılların politikasını belirleyecek koşullar yaratılmıştır. Aslında Hitler’in intiharından sonra şansölye olan Joseph Goebbels, Rusya ile ayrı bir barış anlaşması yapmak istiyordu, Hitler’in devlet başkanlığındaki halefi Büyük Admiral Karl Dönitz de ayrı bir barış anlaşması için müttefik güçler ile pazarlığa oturmuştu, ancak ne Stalin ne de Müttefik Orduları Başkomutanı General Dwight D. Eisenhower bunu benimsememiş ve Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasını kabul ettirmişlerdir. Savaş sonrası yıllarda Alman İmparatorluğu’nun (Deutsches Reich) bölünmesi ve Batı Almanya’nın ABD egemenliğinin etki alanına eklemlenmesi için gerekli önkoşullar yaratıldı.
Batıdaki üç işgal bölgesinde işgal yasaları geçerliydi. Nüfusun büyük bir bölümünün sevinç gösterileri eşliğinde 1938’de Almanya’ya katılan ve aynı biçimde işgal altında olan Avusturya’yı da, Almanya’dan derhal ayırdılar. Amerika, Britanya ve Fransa’nın işgali altındaki bölgelerde, galip güçler, Almanya’nın batısında demokratik bir anayasa oluşturmak ve 1949’da kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’ni Sovyetler Birliği’ne karşı tesis etmek için çabalamışlardır. Ancak tarihi kazananalar yazdığı için, Almanya’nın, “Sovyet saldırgan politikaları” nedeniyle bölündüğü şeklinde resmî bir versiyon oluşturulmuştur.
Gerçekten de Sovyetler 24 Haziran 1948’de Sovyet işgal bölgesi ve Berlin’e geçişleri durdurdu. Ancak bu adım, batıdaki üç işgal bölgesinde 20 Haziran’da tek taraflı yürürlüğe giren ve Alman Markı’nı yeni para birimi olarak saptayan para reformu nedeniyle atılmıştır. Sınırların kapatılması, batı bölgelerinde artık değerini yitirmiş Reichsmark’ın büyük miktarlar halinde Sovyet işgal bölgesine taşınmasını engellemeyi amaçlıyordu, zira değerini yitirmiş paralar orada enflasyona neden olurdu. Böylece Almanya’nın Doğu ve Batı Almanya olarak bölünmesi kesinleşti ve dolayısıyla bazı siyasetçilerin tarafsız kalınması talebi tümüyle imkânsızlaşmış oldu. Ve belli ki bunun böyle olması isteniyordu.
Önkoşullar nasıl yaratıldı
23 Mayıs 1949’da anayasa kabul edildi, 14 Ağustos 1949’da ilk federal meclis seçimleri yapıldı, işgal güçlerinin denetiminde yeni kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti, 20 Eylül 1949’da Dr. Konrad Adenauer’in başkanlığında artık bir hükümete sahipti, o, 15 Eylül’de bir oy farkla şansölye seçilmişti. Adenauer seçimlerde SPD’li rakibi Kurt Schumacher’i yenmeyi başarmıştı. Katılım oranının %78,5 olduğu seçimde, CDU, Bavyera Partisi CSU ile birlikte oyların yüzde 31’ini almıştı, SPD %29,2’lik oy oranı ve az bir fark ile kaybetmişti. Sırayla FDP oyların %11,9’unu, KPD %5,7’sini ve aşırı sağcı Alman Partisi (Deutsche Partei) %4’ünü almıştı. Partisi “devletleştirme ve kolektifleştirmeye” karşı olan FDP başkanı ve gazeteci Theodor Heuss cumhurbaşkanı oldu.
Almanya’nın siyasi tarafsızlığını olanaklı gören Kurt Schumacher, hammadde üreten tüm sanayinin devletleştirilmesini talep etmiş, ABD’ne çok sıkı bağlanılmaması gerektiğini savunmuş ve Federal Almanya Cumhuriyeti’nin silahlanmasını kararlılıkla reddetmiştir. Hukukçu ve eski bir milletvekili olan Kurt Schumacher, savaşın hemen ardından SPD’nin yeniden inşası için yoğun çaba göstermiştir. O, Birinci Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybetmiş ve Nazi Dönemi’nin büyük bir bölümünü toplama kampında geçirmişti.
Buna karşın, anayasaya aykırı bir biçimde Batı Alman girişimcileri tarafından bol miktarda bağışla desteklenen aşırı muhafazakâr Adenauer, müttefik güçlerin favorisi olarak Batı’ya bağlanmayı, yeniden silahlanmayı ve sosyal pazar ekonomisini savunuyordu. Militan bir antikomünist ve Sosyal Demokrasi karşıtı olarak kendisi Prusya Eyalet Meclisi’nde Birinci Kamara üyesiydi ve Alman İmparatoru’na danışmanlık yapan Danışma Meclisi’nin (Staatsrat) başkanıydı. En yakın arkadaşı, bankacı ve CDU kurucu üyesi Robert Pferdmenges, henüz 1946’da Hristiyan Demokrat Birlik Partisi’nin saymanı olarak Rheinland’da başarılı bir şekilde bağış toplamış ve 1950’de Alman Federal Meclis üyesi olmuştur.
Adenauer 1946’dan beri büyük limuzini ve şoförüyle batı işgal bölgelerini dolaşıyordu. Müttefik güçler ona her tür desteği vermiştir ve o, Fransız Başbakanı Georges Bidauld’a etkide bulunarak, Batı Berlin’in bir federal eyalet olmasını engellemiştir – bu ağır bir seçim manipülasyonuydu. Çünkü, Adenauer’in seçilmesini tehlikeye sokacağı için, Sosyal Demokratların kalesi olan Berlin’de federal seçimlerin yapılması engellenmiş oluyordu. Adenauer, FDP ve DP ile koalisyon kurdu.
Federal Almanya’nın savaş sonrası tarihinin en etkili öğelerinden biri komünistlerin şeytanlaştırılması ve takibat altına alınmasıydı. Bu noktada da ABD ona kol kanat germiştir. Eski Doğu Cephesi Keşif Birliği Müdürü Reinhard Gehlen’in, Federal İstihbarat Dairesi’nin (BND) başkanı olarak verdiği destek tipiktir, zira BND bir yurtdışı istihbarat örgütü olarak bu konunun muhatabı değildi. Gehlen’in birliği, Nazi büyüklerinin yuvalandığı, eski SS, Güvenlik İstihbarat Birimi (SD) ve Gestapo subaylarının üyesi olduğu bir birlik olarak Federal Cumhuriyet’in siyasi yönünü önemli ölçüde belirlemeye katkı sağlamıştır. Alman siyasetini etkileyen ağlar da buna dahildir, bu ağlar kısmen günümüzde bile ABD çıkarları için finanse edilmekte ve yönetilmektedir.
ABD’nin müdahalesi altında Rusya’ya karşı
Bu şekilde, seçim manipülasyonları, partilere yapılan yasadışı bağışlar, anayasa ihlali, müttefik güçlerin, özellikle ABD’nin beyin yıkaması ve artan etkisi ile, Federal Almanya Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından sistematik olarak ABD’nin nüfuzuna terkedilmiş ve Sovyetler Birliği’ne karşı konuşlandırılmıştır. Farklı hükümetler döneminde farklı boyutları olan ABD’nin Alman siyaseti ve kamuoyu oluşturan medya üzerindeki bu müdahalesi günümüze dek sürmektedir.
Özellikle Angela Merkel’in başbakanlığı ABD’nden gelecek direktifleri yerine getirmek için oldukça büyük bir isteklilik sergilemektedir. Dolayısıyla Almanya’nın bağımsızlığına ilişkin sürekli bir şüphe dile getirilmiştir ve getirilmeye devam ediyor. 1952 tarihli Almanya Antlaşması ve de 1990 tarihli İki Artı Dört Anlaşması ve Almanya’daki NATO Birlikleri Statüsüne Dair Ek Sözleşme bu yönde bilgi sunuyor.
Aslında Almanya Antlaşması’nın Alman bağımsızlığına dair sınırlamaları İki Artı Dört Anlaşması ile kaldırılmıştır, ama müttefik güçlerle 1993’te yapılan yeni pazarlıklar sonucunda, ABD’nin küresel rolü gözetilecek biçimde yeniden bağımsızlığı sınırlandıran hükümler, Almanya’daki NATO Birlikleri Statüsüne Dair Ek Sözleşme kapsamına alınmıştır. Bu, Federal Almanya’da konuşlu yabancı birliklerin yasal statülerini ve onların kendi güvenlikleri için gerekli önlemleri belirleme yetkisini konu almaktadır, zira iletişim ağlarına ve adli kovuşturma sistemlerine müdahale de bu önlemlere dahildir. Öte yandan ABD’nin gizli baskı ve şantaj yapmak için nüfuz etme olanaklarına da sahip olduğu hesaba katılmalıdır. Çünkü o an Almanya’nın aslında teorik olarak hukuken bağımsız, pratikte ise salt sınırlı bir bağımsızlığa sahip olduğunu saptamak mümkündür.