Prof. Dr. M. Murat Erdoğan | Türk Alman Üniversitesi Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi Müdürü
Sınırlamanın En Kibar Çerçevesi: “Misafirlik”
“Almanya’da Türk ‘Göçmenler’ ve Türkiye’de Suriyeli ‘Sığınmacılar’ – Statü Kaybının Sonuçları”
En geniş şekliyle “insani haraketlilik” olarak tanımlanan göç, medeniyetin gelişmesinin en önemli motivasyonudur. Yerinden, konumundan, kariyerinden, yaşam standartlarından memnun olmayan insanların büyük mücadelesinin adı olan göç, aynı zamanda mikro düzeyde kahramanlıklar alanıdır. Çünkü hayata karşı bir meydan okumadır göç. Yaşadığı yeri ve imkanlarını değiştiremeyenler, bulundukları yeri değiştirmek için göç ederler. Onun için hırslıdırlar, kararlıdırlar, cesurdurlar. Anadolu’nun en ücra köşesinden çıkıp, dilini, insanlarını, yaşam şeklini,k ültürünü, suyunu, havasını hiç bilmediği bir yere gitme kararlığındaki insanlar dünyayı değiştiren, geliştiren insanlardır. Bunu bazen bizzat kendileri yapar, bazen çocukları, torunları. Ama enzor olan var olunan alışılageldik yerden kopmaktır. Bunu başardıktan sonra Münihde aynıdır, Malmö de, Strazburg da, Sydney de San Francisco da… Göç, daha iyi bir hayat arayışının adıdır aslında. Hayatlarının riskini alarak, “dünya için küçük ama kendileri için büyük” adım atan göçmenler, S. Castles ve M. J.Miller’in Göçler Çağı kitabında yazdıkları gibi sadece sınırları değil, zihinsel duvarları da yıkarlar. Aradan yıllar geçer, ya azınlıkta olanlar genele zorla yada kendi istekleri ile tabi olur, ya da (çoğunlukla) “hibrid” kültürler gelişir, bu kültürler önceden yabancı olan alanlarda yeni kimlik inşaları yaratır, yani bu sefer onlar “yerli” olurlar ve yeni gelenleri “göçmen” olarak görürler… Hatta hızlıca kendi geçmiş tecrübelerinden koparak, bir kısmı gelenleri tehdit olarak bile görür. Öyle ya da böyle, göç hayatın vazgeçilmezi ve insanın dünyaya meydan okumasının bir yansımasıdır. Dünyada 250 milyonu aşkın uluslararası göçmen olduğu tahmin ediliyor. İnsani hareketlilik çoğunlukla hem göçmene hem geldiği ülkeye hem de yeni yerleştiği ülkeye katkı sunuyor.
Ama keşke göçün sadece bu türü olsaydı. Ne yazık ki göç her zaman kişilerin ya da toplulukların kendi isteği ile gerçekleşmez. Bir gün kapınıza gelirler ya da etrafta silahlı insanlar dolaşır, çevrenize bombalar düşer, hayatınızı kurtarma kaygısı ile evinizden ve hatta gerekirse ülkenizden kaçarsınız. Bu sefer “daha iyi bir hayat arayışınınadı” olan göç, en dramatik, en travmatik şekliyle sadece bir kaygı ile şekillenir: kendinizin ve yakınlarınızın hayatlarını kurtarmak. Statünüzü, işinizi, evinizi, yakınlarınızı, her şeyinizi bir anda başkalarının kararları ile kaybedersiniz, “mülteci” olursunuz. Bu yetmezmiş gibi, bir de gittiğiniz yerde sizitehdit olarak görürler; “yük” olan, istenmeyen, korkulan olursunuz. Bir gün içinde bir ekmeğe, başınızı sokacak bir çadıra, bir yudum suya mahkum kalırsınız. Çoğunlukla da gittiğiniz yeni yaşamalanı, geldiğinizden çok iyi değildir, hatta kötüdür.
Türkiye, göçün bütün türlerini yakından yaşayan ülke olarak önemli bir “insani hareketlilik” tecrübesine sahiptir. “İç göç” olarak adlandırılan göç hareketliliğinin dünyada en yoğun yaşandığı ülkelerden birisi olan Türkiye’de yılda 2,4 milyondan fazla insan bulunduğu şehri terk ederek başka kentlere göç ediyor. Türkiye nüfusunun ülke içindeki hareketliliği, Türk toplumunu, ekonomisini, kültürünü en fazla dönüştüren husustur. Türkiye yurtdışına göçveren bir ülkedir aynı zamanda. 1960’lıyıllarda Almanya ile başlayan Avrupa’ya işçi gücü göçü, beklentilerin aksine kısa zamanda öyle bir boyuta ulaştı ki, “işçi istemiştik, insanlar geldi” denilen yeni bir sosyal fenomen hem Türklerin hemde Almanların gerçeği oldu. Halen 6,5 milyonu aşkın Türkiye kökenli başta Almanya olmak üzere Türkiye dışında yaşıyor. Artık yeni bir Türk göçmen kimliğinden söz ediyoruz. “Gurbetçi”, “Alamancı” ve hatta “göçmen” Türklerden değil, artık “Türk diyasporası”ndan sözediliyor. Türkiye, kendi toprakları dışında en fazla insanı bulunan ilk on ülke arasında sayılıyor. Zorunlu göç de Türkiye’nin göç tarihinin ayrılmaz bir parçası. Balkan Savaşlarından bu yana, Osmanlı bakiyesinin sığındığı yer olan Türkiye topraklarının yeni insanları, çoğunlukla zorunlu göç mağdurları. Kemal Karpat üstadın dediği gibi Türkiye Cumhuriyeti göçlerle kurulan bir ülke…Ama bu süreç de acılı bir süreçti. Bunun n çarpıcı örneği “Mübadele”de yaşanır. Türkiye’ye Yunanistan’dan gönderilenler ve Türkiye’de Yunanistan’a gidenlerin özlemi, hasreti, travması hala yaşanır. Türk toplumu sadece kendi içinde göçler yaşamadı, bir de “dışarıdan”gelenler oldu. Türkiye’nin 1923’te kurulan yeni Cumhuriyeti bir ulus devlet yaratmak istiyordu. Onun için Osmanlı bakiyesi sayılan topraklardan herkese kapısını açtı. Bunlara “Türk” dedi. Kısa zamanda vatandaşlık verdi, hatta 1934’te çıkardığı İskan Kanunu ile bu kişilerin hukuki ve yerleştirme biçimlerinide belirledi. Oldukça geniş tanımlanan ve ırksal bağlılığı aşan bir tanımlabelirlenen “Türk soylular” dışındakilerise “yabancı” kabul edildi.
Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin bölgesinde yaşanan karmaşa dahada yoğunlaştı. İran, Irak ve en son da Suriye’de yaşananlar, komşu Türkiye’yi doğrudan etkiledi. Ama 2011 sonrasında yaşananlar kadar hiçbir insani akımkalıcı olmadı. Mart 2011’de Suriye’de başlayan rejim karşıtı hareketler, “Arap Baharı” rüzgarının bir parçası olarak algılandı. Halkın sokaklara taşan taleplerinin karşılanacağı, bu olmazsa yönetimin değişeceği beklendi. Ama Suriye’de durum hiç de beklendiği gibi olmadı. Önce rejim güçleri acımasızca barışçıl eylemleri ve hak taleplerini silahlarla bombalarla susturmaya çalıştı. Aradan geçen kısa zamanda katliamlar yaşanmaya başlandı. Ardından bölgesel ve küresel güçler devreye girdi. Suriye Orta Doğu’nun Akdeniz’e açılan önemli ülkesi bir anda vekaletler savaşının ortasında kaldı. Yönetimin acımasızlığı yetmezmiş gibi, güçler savaşının vahşi ortamı Suriyelileri ülke dışına kaçmaya zorladı. Türkiye, Ürdün ve Lübnan Suriye’den kaçanların doğal olarak ilk geldikleri yerler oldu. Rejimin özellikle Türkiye sınırında yaşayan Sünni Araplara yönelik saldırıları nedeniyle büyük çoğunluk, 911 km’lik sınırı olan Türkiye’ye geldi. Türkiye’ye ilk olarak 29 Nisan 2011’de girişler başladı, 2012 başında sayı 15 bine çıktı. 2012’de ise bu sayı 225 bin olmuştu. Ama asıl sıçrama Suriye’de IŞİD’nin devreye girmesi ile yaşandı. Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı 2014’te 1,5 milyonu, 2015’te 2,5 milyonu, 2016’da 2.8 milyonu, 2017’de ise 3.4 milyonu aştı. Eylül 2018 itibari ile Türkiye’deki kayıtlı ve kendilerine “geçici koruma” statüsü verilen Suriyeli sayısı 3.559.262’ye ulaştı. Bu arada kayıtlama sürecinin devam ettiğini, günde ortalama 600 civarında yeni kayıt alındığını da unutmamak gerekiyor. Sadece Türkiye’nin değil, dünya tarihinin bile gördüğü en büyük insanlık krizlerinden birisinde Türkiye sadece hedef değil, aynı zamanda transit ülke olarak kullanıldı. Özellikle 2014-2016 arasında en az 1,5 milyon Suriyeli ve Suriyeli olmayan mülteci Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçti. Suriyeliler için uygulanan “açık kapı politikası” diğer mültecilerin de kolayca Türkiye’ye gelmesine neden oldu. Oysa Türkiye’de 2008 yılında sadece 14 bin, 2011 yılında ise toplam 58 bin mülteci vardı. Halen Türkiye’de 3,5 milyonu Suriyeli olmak üzere en az 4.1 milyon mülteci bulunuyor.
Mültecilik ile göçmenlik arasında sadeces ürecin işleyişi ve statü bakımından değil, pek çok anlamda ciddi farklılıklar bulunuyor. Onun için göçmenler genelde gelişmiş ülkelerde, mülteciler ise genelde gariban, yoksul komşu ülkelerde yer alırlar. Nitelikli göçmenler ülke ister, ama mülteciyi her ülke potansiyel tehdit olarak görür. Ama neticede sözünü ettiklerimiz bir statü farklılaşmasına uğrarlar. Genelde de gayet sempatik gelen “misafir” sözcüğü ile ilişkilendirilirler. Oysa bir süre sonra “misafirlik” statüsünün sosyal bir sınırlamanın aracı olduğu anlaşılır. İster Almanya’da Türk, ister ABD’nde Meksikalı, ister Fransa’da Faslı, Cezayirli, Türkiye’de Suriyeli ya da İranlı, statünüzden bağımsız “öteki” olursunuz. İsminiz bile yoktur artık. Siz asıl topluma entegre olmanız beklenen ve hatta bazen bağır bağır talep edilen birer “eklenti” olarak etiketlenirsiniz. Hele işler kötüye giderse, başarısızlıklar, ekonomik çöküntüler, hayat pahalılığı, işsizlik, kriminalite artarsa, zaten hazırda bekleyen “günah keçileri” siz olursunuz. Önce size “misafir” olduğunuz hatırlatılır. Sonra da yük olduğunuz vurgulanır. Oysa sizler o ülkenin vatandaşlarından çok daha fazla katkı veriyor olabilirsiniz yaşadığınız ülkeye. Bu birşeyi değiştirmez çok. Mevcut olan, hakim olan ve orada yerleşik olan sizi ancak onlar gibi oldukça sever. Daha garibi, hem onlara katkı vermenizi ister hem de onlar kadar da iyi olmanızdan haz etmez. “Türkler iyidir, eğer sadece işçi olarak kalırsa!”
Her göç ve hele de mültecilik büyük bir insani dramdır, travmadır. Bu aynı zamanda bir statü kaybıdır. Yeni basit statüler için savaşmanız gerekir. Bu mücadele de genelde eşit koşullarda yaşanmaz. Bunları aşmaya da sadece sizin gücünüz yetmez. Bazen toplumların çeşitliliği, zenginliği ve vizyoner yöneticiler, bu konularda kapıları açarlar. O zaman kaybedilen statülerin yerine çok daha iyileri bile konulabilir. Ama artık siz ne geldiğiniz yerin insanısınız, ne de şu an bulunduğunuz yerin. Ya da her ikisinin birden. Buna imkan sağlayan o toplumun hoşgörüsü kadar yeni gelenlerin çabalarıdır. Kitlesel insani akınlarda bu tedirginlik illa düşmanlıkla da ırkçılık olarak da etiketlenemez. Almanya’da 1990 sonrası yaşanan “Ossi-Wessi” uyum sürecinde gördüğümüz gibi. Ama kitlesel akınlarda sayılar çok büyükse, yerleşik toplumun huzursuzluğunu anlamak durumundayız. Herkes iyiliksever, yardımsever, vicdanlı olmak, empati kurmak zorunda değil. Yabancılık ve duygusal ve kimliksel statü kayıpları hep yaşanacaktır. Önemli olan bir arada huzur içinde yaşama kültürünü nasıl geliştirebileceğiz ve bunu nasıl çeşitlendirebileceğiz, bunun arayışı içinde olmaktır. Bütün bunların anahtarı ise insanın etnisitesi, dini, kültürü ve yaşam tercihlerinden bağımsız insan olarak ele almak ve insan temelli bir politik alan yaratmaktır.