Torsten Bultmann | Demokratik Biliminsanları Birliği Politikalar Müdürü – BdWi
19. yüzyılın sonlarına doğru, eski Hessen Eyaleti Bilim Bakanı Ludig von Friedeburg tarafından »Lise Fraksiyonu« olarak adlandırılan özel bir lobi, Alman eğitim politikası üzerinde belirleyici bir nüfuzda bulunuyor. Bu lobi, eğitim fırsatlarının eleme ve lise son sınıflara erişimin katı kısıtlaması üzerinden sınıf ayrıcalıklarının sınırlandırılması ilkelerine göre dağılımını yönetiyor, öte yandan bu lise son sınıflar, ›genel lise mezuniyeti‹ sunmak bakımından geleneksel tekeli – ve dolayısıyla en önemli toplumsal (yönetici) pozisyonlara erişimi – elinde bulundurmaktadır. Bu, kamusal eğitimin bütünleştirici ve kapsayıcı olmasını destekleyen tüm nesnel argümanlara ve olumlu uluslararası deneyimlere karşı olarak, ›bölümlenmiş‹ bir okul sisteminden vazgeçmemenin belirleyici siyasi itkisini oluşturmaktadır. Dolayısıyla özünde bu durumun sosyal bir ayrışımı sağlamlaştırdığını izah etmeye gerek yok.
Soru bunun daha ne kadar böyle süreceğidir? Tüm kapitalist ülkelerde eğitim-öğretim sistemleri, sosyal eşitsizliği, bu eşitsizliği eğitim farklarıyla ve bu farkları da bireylerin resmiyette belgelenen ›yetenek‹ ve ›yeterliliğine‹ dayandırarak meşrulaştırıyor. Eşitsizlik yaratan güç ve mülkiyet ilişkileri bu şekilde siyasi bağlamından koparılıyor. Ancak bu konulardan yalnızca bir tanesi. Kamusal eğitim-öğretim aynı zamanda toplumsal üretim potansiyelinin sürdürülebilmesi için gereken işgücünün vasıflandırılmasına hizmet ediyor. Kapitalizmin geride kalan son 150 yılı için bunun anlamı kesintisiz, rekabete dayalı modernleştirme dinamizmidir, nitekim bu dinamizm, eğitim süresinin uzatılmasında ve yoğunlaştırılmasında ve de ortalama toplumsal vasıflandırma düzeyinin yükseltilmesinde ifadesini bulmuştur. Seçici ve yüksek eğitime erişimi sınırlandıran böylesine baskın bir ideolojinin toplumsal gerekliliklerle çelişebilir olması nedeniyle, eğitim-öğretimin idari sınırlandırması siyasi açıdan farklı zamanlarda farklı tarzda sürekli tartışmalı olmuştur.
19. yüzyılın büyük bir bölümünde örneğin, verdikleri Yunanca ve Latince temel dersleriyle hümanist (yani antik dil ağırlıklı) liseler, ›lise mezuniyetini‹ ve dolayısıyla yükseköğrenim hakkını tekelinde bulunduruyordu. Modernleştirilmiş burjuva iş hayatının gerektirdiği ölçüde – kısaca: Endüstriyel gelişme dinamiği – doğa bilimlerini ve herşeyden önce yeni yabancı dilleri daha iyi öğrenmeyi gerektirdiğinde, bu gereksinime uygun, başta ikinci sınıf, Real-gymnasien ya da Oberschule olarak adlandırılan okullar açılmıştır, ki bunlara önceleri ›genel lise mezuniyeti‹ sunma izni verilmemiş, ancak uzun fikir çatışmalarının ardından ilkin alana dayalı, bir diğer ifadeyle belirli bölümlerle sınırlı lise mezuniyeti sunmaları kabul edilmiştir. Bu okulların diğerleriyle eşitlenmesi ilk olarak yeni yüzyıla girerken gerçekleşmiştir. ›Lise Fraksiyonu‹, en azından kurum olarak lisenin kendisini sorgulamadan, tartışmayı lise eğitiminin kapsamı konusuna indirgemeyi başarmıştı. Nihayet 1950’li yıllarda Batı Almanya’da aynı yaş grubundan öğrencilerin yalnızca yüzde 5’i (bugün: yaklaşık yüzde 50) yükseköğrenime geçiş hakkı elde ettiğinde, akademik, nitelikli işgücü açığı nedeniyle uluslararası rekabet gücünü kaybetme korkusu yaşayan ekonomi lobisi de, ›eğitim-öğretim faciası‹ yakınmalarına katıldı ve yüksekokulların yaygınlaştırılmasını talep etti. Yüksekokulların sosyal açılımı lise mezunu sayısındaki kısa süreli yüksek artışla sağlanmıştır – 70’lı yılların ortalarına kadar başta yaklaşık yüzde 20’lik bir artıştı bu.
Bu örnekler bize Alman eğitim-öğretim reformları için tipik bir şema gösteriyor: Düşünsel olarak iki adım ileri – pratikte korkarak hemen bir buçuk adım geri. Kanallar ›yukarıya doğru‹ biraz açılıyor, aynı zamanda azınlığın ayrıcalığı olan yükseköğrenim ve de bölümlenmiş okul sistemi ve ›yetenek odaklı‹ seçicilik ana fikrinin korunmasına devam ediliyor. Kısa bir süre önce hayatını kaybeden Siegenli kültürbilimci Georg Bollenbeck Alman eğitim-öğretim sisteminin izlediği bu farklı yolu savunmacı modernleştirme stratejisi olarak tanımlamıştır.
Şimdi ilginç olan soru, belki de 60’lı yıllarda yaşadığımız duruma benzer bir dönüm noktasında olup olmadığımızdır? Uluslararası karşılaştırmada olağanüstü seçici olan Alman eğitim-öğretim sistemi, kendisi tarafından garanti edilen şematik üç mezuniyet derecesinin üretimiyle, sosyal hiyerarşiler ve sanayi toplumuna özgü geleneksel işbölümünün on yıllar boyunca hüküm süren normal biyografileri aracılığıyla dengelenmektedir. Basit bir ifadeyle bu bölümlenmiş sistem, toplumsal çoğunluk (geleneksel olarak: İşçi sınıfı) için alt düzeyli uygulama faaliyetleri, biraz daha azı için orta dereceli büro, teknik ve idari meslekler ve daha da azı için bilim sistemi tarafından eğitilen yüksek dereceli yönetici fonksiyonları üretmiştir. Hiyerarşinin tüm basamakları için ideal olan şey, tamgün çalışan, aile geçindiren erkekti. Bu işbölümü çerçevesinde sadece tek bir sosyal, erkeğin baskın olduğu bir azınlığın yüksekokullarda eğitilmesi, üstünkörü bir işlevsellik gibi görünmüştür. Günümüzde yükseköğrenim görenlerin oranı, OECD ortalamasına göre aynı yaş grubundan öğrencilerin yaklaşık yüzde 60’ı düzeyindedir. Şu anda toplumsal iş organizasyonunun içinden geçtiği köklü değişim için kamuoyu tartışmalarında çoğunlukla ideolojik açıdan karartılmış kavramlar (›enformasyon toplumu‹, ›bilgi toplumu‹) mevcut. Ancak önemli toplumsal vasıflandırmaların gelecekte bilgi yoğun ve bilim temelli olacağı büyük ölçüde tartışma götürmez. Bu zeminde, Eğitim ve Bilim Sendikası bilim politikaları programının önsözünde (2009), haklı olarak, uluslararası bir gelişmeye göre »yükseköğrenimin artan sayıda genç insan için meslek eğitiminde ağır basacağı« belirtilmiştir. Böylece gerek yüksekokulların sosyal açılımı, gerekse farklı eğitim-öğretim düzeylerinin entegrasyonu, başka bir deyişle onların ›yukarıya doğru‹ geçişken olması, gündeme oturtulmuştur. »Uluslararası karşılaştırmada Almanya eğitim-öğretim bölümleri arasında en düşük geçişkenliği olan ülkeler arasında yer almaktadır«, bu durumu sanayi federasyonları ve Yüksekokul Rektörler Birliği (HRK) 2008’de ortak bir memorandumda yermektedir. Ekonomi federasyonları elbette uluslararası rekabet gücünü yitirme kaygısı yaşıyor. Bu perspektiften bakıldığında okul yapılarından kaynaklanan düşük vasıflandırmalar gerçek bir soruna dönüşebilir. Biz bunu tabi bağnaz çıkarlara dayanan bir duruş olarak görebiliriz. Bundan bağımsız geçerli olan şey şudur: Tamamen eskimiş bir eğitim-öğretim sistemi sorunsalının bitmesi için artık oturup beklenemez; onun işleyiş biçimi bütün olarak tartışmaya açıktır, – lise mezunu sayısının kısa süreli artışı gibi – eski bölümlenmiş okul biçimini koruyarak yapılan basit yama işleri ile sorunlar çözülemez.
Şu an gerçekleşen aceleci okul reformlarında, elbette taktik ve kararsızlıklar ağır basmakta. Ortaokulun (Hauptschule) bazı eyaletlerde, ›orta‹, bütünleştirilmiş hibrid oluşumlar aracılığıyla – semt okulu, orta öğretim okulu (Sekundarschule), meslek ortaokulu plus (Realschule plus) vb. – kısmen kaldırılması, genel olarak yukarıda belirtilen, o tipik Alman güvencesinin yeni okul formlarının yanında aynı anda geleneksel liselerin varolmasına olanak tanıdığı uzlaşmaya dayanmaktadır. Siyasi bir düşünce olarak entegre okul biçimlerinde uzun süreli birlikte öğrenim ise artık dünya yüzünden silinemez ve o, ilkece, – yeterli kamuoyu baskısı olması koşuluyla – yeni, çift cinsiyetli okul formlarının aşılmasında yardımcı olabilir. Özellikle de makro ekonomik açıdan gerekli vasıflandırma potansiyellerinin arttırılması, mevcut, hüküm sürmekte olan noksanlıklarla yeterince yerine getirilemediğinde yardımcı olabilir. Ne de olsa şu an özellikle de sanayi lobisinin daha güçlü bir entegrasyon doğrultusunda yapılacak baskıyı organize etmesi tesadüf değildir. Örneğin 2011 başlarında Bertelsmann Vakfı ve Roland Berger Strategy Consultants (kitlesel gazeteler olarak BILD und Hürriyet ile işbirliği halinde), yaklaşık 500.000 yurttaşın katıldığı bir online anket düzenlemiş, anket sonuçlarına göre katılımcıların artık sadece yüzde 32’sinin, okul türlerinin dördüncü sınıftan sonra dağılımını (yüzde 45’i altıncı ve yüzde 23’ü onuncu sınıftan sonra) desteklediklerini göstermiştir. Şubat 2010’da girişimci birlikleri (BDA ve BDI) kendi yeni yüksekokul politikaları açısından düşündükleri modeli yayınladı. Bu modelin ana fikrini yüksekokulların (mali açıdan da) genişletilmesi ve eşzamanlı olarak onların işletmelerdeki meslek eğitimlerine açılması oluşturuyor. Meslek eğitiminin gelecekte herhangi bir resmi engel olmadan yükseköğrenime başvurmak için yeterli olması isteniyor.
Eğitim hakkının sosyal açıdan genişletilmesi ve buna bağlı, yasal özneler olarak eğitime katılanların güçlendirilmesi, yukarıda betimlenen yaklaşımların doğrudan bir sonucu olmak zorunda değildir, çünkü örneğin öğrenci başvurularında gelecekte kararı tümüyle yüksekokulların vermesi isteniyor. Dolayısıyla ekonomiye yakın reform tasarılarında, ilk etapta eleme işlemlerinin yukarıdan aşağıya tanımladığı gereksinim kriterlerinin modernleştirilmesi söz konusudur. Ancak elemenin ›yukarıya doğru‹ olan sosyal temelinin geleneksel okul türü seçmeciliği karşısında oldukça genişletilmesi ve böylece ortalama toplumsal vasıflandırma düzeyinin arttırılması isteniyor. Bunların tamamının olumlu ve olumsuz yan etkileri olacaktır; olumlu: Daha iyi eğitim-öğretim fırsatlarının toplumsal artışı; olumsuz: Akademik vasıflandırmaya dayalı yüksek mesleki pozisyonlar için girilen rekabetin keskinleşmesi.
Tüm bunlar şu ana dek gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla Alman eğitim-öğretim sistemi toplumsal açıdan işlevi bozuk ve dengesiz, kamuoyunda ihtilaflı ve tartışmalı reform müzakerelerinin etkisinde olmaya devam edecektir. Ancak bu noktada hiçbir kapı tümüyle kapanmamıştır. Bu sayede, esas itibariyle, teknokratik-neoliberal bir anaakım siyasetin ötesinde özgürlükçü reform tasarılarının daha fazla ses getirmesi sağlanabilir.