Prof. Dr. Mirko Uhlig | Mainz Üniversitesi
Thomas de Maizière’in “Almanya için bir öncü kültürün” doğası üzerine düşüncelerini özellikle Luther Yılı’nda tezler halinde önermesi oldukça ekşi bir tat veriyor. Çünkü Lutherci Reformasyon ancak idealleştirilerek entegrasyon başarımı olarak değerlendirilebilir. Her neyse. Kuşkusuz gürleyen şovenistlerin gerek yurtiçinde gerek yurtdışında insan haklarını ve temel demokratik değerleri salt sorgulamakla kalmadıkları türbülanslı zamanlardan geçiyoruz. En geç 2015 sonbaharından bu yana sözümona sığınmacı krizinin bizi günlük yaşamda karşı karşıya bıraktığı görevler, nüfus içerisinde katı bir kamplaşmaya yol açtı. Öyle ki, görevdeki içişleri bakanının, Almanya’da başarıyla bir arada yaşamanın temelini neyin oluşturduğunu açığa kavuşturmak için bir kamuoyu tartışması başlatması elbette başta meşru görünmektedir.
Ancak burada, on yıl önce entegrasyon tartışmasının ayrıntılı ele alınması yerine, polemiğe dönüştürülmesine neden olan bir sözcükten yararlanılması, ilk bakışta bir talihsizlik olarak yansımaktadır. Buna rağmen – belki de tam da bu yüzden – de Maizière’in, yaptığı açıklamalarının eleştirel ve kamuoyu önünde yorumlanmasını arzu etmesi, siyasetçiler, biliminsanları ve entelektüeller tarafından yerine getirilmiştir. Akabindeki tartışmada de Maizière’e göre bizi “en içten” bir arada tutan şeyin ideoloji yüklü bir ulusal klişe olarak çözümlenmiş olması büyük ihtimalle çok az kişiyi şaşırtmıştır. Örneğin birinci tezde kuşku götürmez bir üslupla Almanya’da “selamlama esnasında el sıkışılması” alışılmış bir şeydir iddiası, tezleri demonte etmeyi kolaylaştırıyor[1]. İster şehirde ya da kırsal bölgelerde olsun günlük yaşamda kendi yaptığım deneyimler dahi, el sıkışma dışında Almanya’da toplumda kabul görebilecek alternatifler olduğunu gözler önüne seriyor.
Selamlamalar çokanlamlı sembol eylemlerdir, bir taraftan sıcaklığı ve açık olmayı ifade edebilir, ancak bazı insanlar içinse tabii ki hoş olmayan bir çağrışım içerebilir, örneğin el çok sert sıkıldığında üstünlük taslamak olarak da görülür. Ancak tezlerin gerçek sorunsalı kanımca verilen örneklerin bayağı olmasıyla ilgili değil, aksine söz seçiminin biçim ve tarzıdır. Burada öncü kültür kavramının kabul etmeye zorladığı o an, “öncü” olmanın “kural koymak ya da sorumluluk yüklemekten” çok daha farkı birşey ifade ettiği açıkça vurgulanarak etkisiz kılınmaya çalışılıyor. Konu, de Maizière’e göre, daha çok “bizi neyin yönlendirdiği, bizim için neyin önemli olduğu, kılavuzun ne olduğudur”. Ancak “bizi” ve “biz” kişi adıllarının bir nevi dolaylı emir kipi olarak yoğun kullanımı nedeniyle Thomas de Maizière’in tezleri belli ki ilk gözlemler ya da etik öneriler değildir. Özgün bir Alman özdeşliğinin neleri içerip içermediğine ilişkin geniş ve mutlak bir uzlaşma olduğu okurlara sürekli aşılanmaktadır. Sonuç itibariyle: Almanlık – bu tam olarak nedir? Bilimsel açıdan zayıf veri tabanına dayanarak insan düşüncesinin içeriklerini homojenleştirme çabası genel olarak bir kısaltma eğilimi ifade eder ve bu kısaltma hoşgörüsüzlüğe ve siyasi kışkırtmalara zemin hazırlar. Bu elbette abartılı, ama içişleri bakanına göre “dilin, anayasanın ve temel haklara saygının” dışında bir kaçış noktası bulunmaktadır, adeta farklı olan tüm yaşam stillerimizin yöneldiği, değişmez bir özdeşlik çekirdeği. Genelde varlıkların insan eylemini top-down (yukarıdan aşağıya) determine ettiği böylesi doğaüstü tasarılar beni kuşkuya düşürüyor. Geçmişe salt bir bakış, günümüzde hâlâ sıkça hedeflenen “Alman erdemleri” olarak güvenilirliğin, çalışkanlık, düzenlilik ve de kesinliğin, Alman İmparatorluğu döneminden kalma popüler özalgılamalar olduğunu hemen göstermektedir – dolayısıyla da onlar varlığa dair birincil kayıtlar değil, “yakın dönem” yapılardır. Karşılaştırmalı perspektiften bakıldığında, sık sık ulusal devletlerin oluştuğu çağ olarak görülen 19. yüzyıl, birçok şeye işaret eden, ama asla somut tözlerin ipucunu vermeyen karışık örneklerle doludur. Biraz daha geriye gidildiğinde ve örneğin 18. yüzyıldan kalma ünlü Halklar Tablosu ele alındığında – tabloda sözde etnik özellikler çizelge halinde sıralanıyor –, Almanın (yazar Deutsche yerine, eskiden Almanların kendileri için kullandıkları Teutsche sözcüğüne yer veriyor, redaksiyonunu notu) yabancılar tarafından “komik”, ama ayrıca boş zamanını “içmekle” (yazar içmek anlamına gelen Trinken yerine eski bir kullanım olan Trincken sözcüğünü kullanıyor, redaksiyonunu notu) geçiren ölçüsüz biri olduğunu betimleyen muğlak bulguyla karşı karşıya kalıyor.
Buna göre Almanın ve Alman kültürünün özünün ne olduğu sorusuyla gerçek anlamda ilgilenmek bir işe yarar mı? Bir kültürbilimci olarak vereceğim yanıtım pek de şaşırtıcı olmayacaktır, hem evet hem de hayır. Eğer Alman özgünlüklerin tüm zamanları kapsayan sabit bir kataloğunun çıkartılabileceği, ampirik açıdan somut saptaması yapılabilen bir boyut keşfedilmek isteniyorsa, öyleyse verilecek yanıt hayırdır – ki böylesi bir kataloğu hazırlamak, etnoloji ve halkbilimlerinin 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında ciddi anlamda yürüttüğü bir programdı. Günlük yaşantıda yabancıların bulunduğu bir atıf ya da özatıf olan “Almanlığın”, oldukça somut toplumsal ruh halleri ve bileşimlere dair, kullanıldığı bağlama göre aydınlatıcı çıkarsamalarda bulunmaya olanak sağlayan bir kurmaca, farklı bir ifadeyle anlatı olduğu kavrandığı ölçüde verilecek yanıt evettir. Öte yandan bu perspektif başka kavrayış alanları da açar, örneğin yukarıda belirtilen biçime sahip atıflar, karmaşık bir dünyada yönünü ve konumunu belirlemeye ve kendini başkaları için görünür kılmaya yarayan bilişsel baş etme teknikleri olarak yorumlanabilir. De Maizière’in de doğru söylediği gibi, bu, demokratik uygulama için conditio sine qua non niteliğindedir (zorunlu önkoşul). Steryotip yabancı imgesi ya da özimge ve de önyargı sahibi olmak, hoşgörülü, aydınlanmış bir insan olunabilmesini otomatikman dışlamaz. Immanuel Kant, önyargıların ya da daha yerinde bir ifadeyle ilk yargıların günlük yaşamda, insanlar arası ilişkide salt yön belirlemeye katkı sunmak açısından ne kadar vazgeçilmez olduğuna değil, ayrıca bilimsel çalışmaları ne denli etkilediğine de dikkat çekmiştir. Yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için, insanın – aydınlanmacı etiğe göre – doğal olarak kaba tahminlerle yetinmemesi, aksine durumu eleştirel değerlendirmesi ve gerekçelendirilmiş görüşler geliştirmeye çaba göstermesi gerektiğini bu noktada hemen eklemek gerekir.
“Alman” etiketinde olduğu gibi yukarıda belirtilmiş olan “kültür” kavramı da aynı biçimde çokanlamlıdır ve dolayısıyla ilkece yanlış anlaşılmaya ve kötüye kullanılmaya müsaittir. Görev alanım olan kültür antropolojisi/halkbilimleri disiplinleri içerisinde dar ve geniş bir kültür kavramı arasında ayrım yapılmaktadır. İkincisinden genel olarak eğitimli burjuva kurumları ve kanonlarıyla bağdaştırılan herşeyi kapsamaktadır – örneğin opera, tiyatro gösterileri, “klasik” müzik, düz yazı ve de şiir, güzel sanatlar ve müzeler. Estetik bir elitizmin yanında dar perspektif aynı zamanda etnik özcülüğü de (Essentialismus) geliştirir. Kültürün açıkça teşhis edilebilen, üyeleri kuşaktan kuşağa hep aynı norm ve gereksinimlerde birleşen bir insan grubuyla eşanlamlı olduğu düşüncesi, büyük bir inatla varlığını sürdürüyor. Günümüzün takdire değer, keskin akıllı yazarlarının metinlerinde, bugünün etnolojik kuram geliştiriminde artık hiç bir rol oynamayan bir sözcüğe takıldığımda bazen şaşırıyorum: Kültür çemberi. Bilindiği üzere çemberler bir merkez noktanın etrafında çizilir, onlar bir iç ve dış, sınır çekme ve ayırma boyutları tarafından tanımlanırlar ve bu en az iki soruyu beraberinde getirir: 1. Hangi bireyin bir kültüre dahil olduğuna kim karar veriyor? 2. Bütünlük retoriği, ampirik açıdan heterojen ve tarihsel açıdan mümkün olanın ölçüsüz bir şekilde birleştirilmesi ve doğallaştırılması tehlikesi ile karşı karşıya kalmaz mı?
Bu zeminde “kültür taşıyıcılığı” söz edilmesine ya da bu imgeye eleştirel bakılmalıdır. Metinde şimdiye kadar yapılan açıklamaların ardından, burada söz konusu olan şeyin, bir taraftan bulgusallar, yani bilimsel kavrayış arayışının araçları, diğer taraftan günlük yaşamın üstesinden gelmeye katkı sunan, eyleme kılavuzluk eden oto ve hetero steryotipler olduğuna değinilmemesi durumunda, bir Alman, Türk, Arap, Bavyera ya da Ren Bölgesi kültüründen söz edilmesini alansal özkavrayışımdan hareketle son derece sorunlu bulmam şaşırtmamalıdır. Bir kültürün taşıyıcısı olabilme talebinin beyanı, belki az önce yukarıda eleştirilen, kültürün düşünce ve eylemimize etkide bulunan insandan çözülmüş bir güç olduğuna ilişkin imgeye ivme kazandıracaktır. Bu düşünce 20. yüzyılda şaşılacak derecede büyük bir popülerliğe erişmiştir ve bir süre için çağdaş Amerikan etnolojisinin öğretiminde egemen görüşe dönüşmüştür. Alfred L. Kroeber (1876 – 1960), babasının Köln doğumlu olduğunu yanı sıra belirtmiş olalım, döneminin biyolojik tasarılarından alıntı yapmış ve onlara dayanarak oldukça etkili “superorganic” olarak kültür teorisini geliştirmiştir (1917).
Bu işaretler altında bu makaleye adını veren soru, kültürbilimleri açısından bir çıkmaz sokağa sapıyor görünüyor. Ancak taşıyıcı olmanın aynı zamanda birlikte taşıyıcı olmayı ve/ya da şekillendirmeyi de ifade edebildiği noktasında diretildiğinde, yazımı herşeye rağmen yapıcı bir düşünce akışıyla bitirmem mümkün olmaktadır. Öncü kültür tasarısına yöneltilen tüm haklı eleştirilere rağmen, özellikle de ona milli(yetçi) bir astar vurulmuşsa, kanımca kendince o yapıyı otomatikman öylece geri çevirmemek gerekir. Çünkü, filozof Julian Nida-Rimelin’in de uzun süredir önermekte olduğu gibi, eğer öncü kültür Kantçı mantığa göre, Thomas de Maizière’in de ifade ettiği gibi, bireye yön belirleme olanağı tanıyabilen, daha çok düzenleyici bir düşünce olarak tartışılıyorsa – ve tartışılabilir, yani değiştirilebilir olmaya devam ediyorsa –, o zaman bir demokrasinin reşit yurttaşı olarak benim bu rimle uzlaşmam elbette daha kolaydır. Nida-Rümelin demişken: Onun düşüncelerini dayanak alan (2006; 2016) “hümanist bir öncü kültür”, demokratik bir anayasal düzenin – bunun anlamı herşeyden önce insan onuruna saygı, düşünce özgürlüğünün kabul edilmesi, tüm cinsiyetlere eşitlik ve müzakere uygulaması – günlük yaşamda göz kararıyla iyi öğrenilmesi, yaşanması ve yaşam tarzıyla örnek oluşturması gerektiği düşüncesine duyarlı kılma olanağı sunabilir. Bunun sorunsuz gerçekleşebildiği bir ütopyada, “öncü kültür” ve “hümanizm” gibi destekleyici araçlara elbette ihtiyaç olmayacaktır. Ancak bazı devlet çevrelerinin düşünmeye yasak koyduğu ve her bir şahsın onurunun daha sık tehdit altına girdiği bir zamanda, onlarla yürüteceğimiz uğraş üzerinden, çevremizdeki insanların zararına olmadan istediğimiz şekilde yaşayabilmemiz için belki de böylesi parolalara hâlâ gereksinim vardır. z
Kaynak:
Alfred L. Kroeber: The Superorganic. In: American Anthropologist 19 (1917). S. 163-213. Julian Nida-Rümelin: Humanismus als Leitkultur. Ein Perspektivenwechsel. München 2006. Julian Nida-Rümelin: Humanistische Reflexionen. Berlin 2016.
[1] De Maizière’in açıklamaları önce “Bild am Sonntag” gazetesinde yayınlanmıştır, şimdi ise İçişleri Bakanlığı’nın internet sayfasında onları okumak mümkün:
www.bmi.bund.de/SharedDocs/Interviews/DE/2017/05/namensartikel-bild.html nachgelesen werden.