Dr Derya Özkul, Sydney Üniversitesi, Sosyal ve Siyasi Bilimler Okulu[1]
Tarih boyunca insanlar yemek, barınma, iklim koşulları gibi nedenlerle yer değiştirmişler. Dolayısıyla göç tarihin belirleyici temel özelliklerinden biri olmuş. Bugün geçmişte göçebe halkların farklı yaşayış şekilleri hakkında bilgiye sahibiz. Türkiye sınırları içerisinde bazı evliyaların kırk günden fazla bir yerde kalmanın ahlaki açıdan doğru olmadığını düşündüklerini ve bunun için sürekli olarak yer değiştirdiklerini biliyoruz. Demek ki, göç her zaman bugünkü şekliyle sorunsallaştırılmamış. Yerleşik hayatın norm olduğu, ulus-devletlerin sınır koruyucusu olarak görev aldığı günümüzde ise, göç konusu oldukça problemli sayılıyor. Göçmenler gittikleri ülkelerde (sahip oldukları maddi ve sosyal sermayeye bağlı olarak) dışlanıyorlar. Doğdukları ülkelerde ise (hele ki Türkiye gibi milliyetçi duyguların yüksek olduğu ülkelerde) vatan haini olarak damgalanabiliyorlar.
Ayrıca günümüzde uluslararası göçmenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Bugün dünyada 230 milyonun üzerinde kişi ülkeler arası yer değiştiriyor. Sadece göçmen sayısı değil, göçmenlerin göç etme nedenleri ve içlerinde bulundakları sosyal koşullar da değişiyor. Giderek daha fazla sayıda insan, gittikleri ülkelerde kısa bir süre için kalabiliyor; orada yerleşim izni olmadığı gibi, eğitim, sağlık gibi sosyal haklarından da mahrum bırakılıyor.[2] Eskiden beri göç ülkesi olarak bilinen Kanada, Avustralya gibi ülkeler bile, 1980 sonrası dönemde göçmenlere süresiz kalma izni vermek yerine, giderek onların ancak kısa bir süreliğine kalmalarına izin vermeye başladı. Örneğin, yakın zamana kadar göçmenlerine nispeten kolaylıkla vatandaşlık veren Avustralya’da, geçici göçmenlerin sayısı, geçtiğimiz yıllarda yerleşmeye izin alan göçmenlerin sayısını geçti.
Diğer taraftan, sınırları korumak için inşa edilen duvarların sayısı her geçtiğimiz yıl arttı. Türkiye’nin komşusu Yunanistan, deniz yoluyla ülkesine (ve dolayısıyla aynı zamanda Avrupa Birliği’ne) ulaşan göçmenleri engellemek için – içinde bulunduğu ekonomik krize rağmen – duvar örmeye başladı. Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika arasındaki duvar da bilindiği üzere benzer nedenlerle örülmüştü. Ancak bu duvarlar gelen göçmenlerin azalmasını sağlamak yerine arttırdı. Aynı zamanda sınırda ve göç edilen yol boyunca öldürme vakaları büyük oranda arttı. Aşağıdaki sınır resminde, göçmenler arasında güvenlik güçleri tarafından vurularak öldürülenlerin sayısı gösteriliyor.
Ekonomik eşitsizlik dışında, dünya üzerinde artan etnik, dini ve siyasi kökenli iç savaşlar, milyonlarca insanın ülkelerinden kaçmalarına sebep oldu. Bugün günümüzde 16.7 milyon mülteci, 1.2 milyon sığınmacı, 33.3 milyon da ülkeleri içerisinde yerlerinden edilmiş insan var. Guardian gazetesinin bir haberine göre[3], savaş, siyasi baskı gibi nedenlerle yerlerinden edilmiş bu insanlar kendi ülkelerini kurabilselerdi, bu ülke dünyanın en kalabalık 24. ülkesi olurdu!
Yerlerinden edilen insanlar, elbette sadece iç savaşlardan dolayı değil, yaşadıkları toprakların değer kazanması nedeniyle de oldu. Dünyada ve Türkiye’de gerçekleştirilen kentsel dönüşüm projeleri nedeniyle, birçok insan oturdukları binalardan zorla çıkartıldı. Aşağıdaki fotoğraf, altı ay kadar kısa bir süre içerisinde boşaltılan İstanbul’daki Tarlabaşı semtini gösteriyor. Bu fotoğrafın çekilmesinden birkaç ay kadar önce Tarlabaşı, yoksulluk sınırında yaşayan, Türk, Kürt göçmenler ile uluslararası göçmenlerin ortak yerleşim alanıydı. Bugün ise, üst zengin yerli ve uluslararası yatırımcılara hitap ediyor. Benzer şekillerde, devlet eliyle desteklenen, hızlı kentsel dönüşüm projeleri, İspanya, Güney Kore gibi giderek inşaat sektörüne yönelen tüm ülkelerde gözlemlendi.
Eğer araştırmacıların beklentilerine göre, önümüzdeki yıllarda savaş, iklim değişikliği, eşitsiz endüstrileşme nedeniyle yerlerinden edilen halkların sayısı giderek artacaksa, dünyanın hâlihazırdaki siyasi ve yasal düzeni, bu kişiler için uygun mudur? Eğer uygun değilse, bunun bedelleri nelerdir? Ben bu yazıda özellikle geldikleri yerlerde kısa bir süre kalmaya zorlanan bu göçmenler üzerinde durmak istiyorum.
Özellikle düşündüğüm, bu ‘geçici’ göçmenlerin işyerlerinde yaşadıkları yüksek riskli çalışma koşulları, topluma açık alanlarda maruz kaldıkları yine görünmez ayrımcılık vakaları, zaruri olarak pasaportlarına el konulması, yasal engeller nedeniyle eşlerinden ve çocuklarından ayrı kalmaya zorlanmaları; eğer çocukları ile birlikte olabiliyorlarsa onların temel eğitim hizmetlerinden mahrum bırakılması, eğer okula gidebiliyorlarsa fahiş fiyatlar ödemek zorunda bırakılmaları, kısa süre kaldıkları ve asgari şartlarda çalıştıkları yerlerde sağlık haklarından faydalanamamaları, aksine ihtiyaç duyduklarında yine fahiş ücretler ödemeleri ya da sınır dışı edilmekle tehdit edilmeleri gibi örnekler.
Bugünkü dünya düzeninde bu vakaları çözebilecek, doğru düzgün çalışan bir mekanizma yok. Elbette Birleşmiş Milletler’in yaratmış olduğu çeşitli insan hakları konvansiyonları ve bunları her ülke için denetleyen çalışma organları var. Ancak bunların hiçbiri etkili bir şekilde işlemiyor, çünkü ulus-devletlerin karşısında yaptırım güçleri yok. Bu durumu şahsen İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Ofisinde çalışırken yakından gözlemleyebildim. Aylarca gece gündüz üzerinde çalıştığımız Suriye, Azerbaycan gibi uluslararası arenada yaptırım gücü az olan ülke çalışanları, uyarılarımıza yarım ağızla cevap veriyor; yaptırım gücü yüksek ülke çalışanları ise, bazen toplantılarımıza gelmeye bile tenezzül etmiyordu. Tersine, yakın zamanda bu ülkeler, gelir düzeyi düşük göçmenleri olası ‘teröristler’, sorun çıkartıcı fazlalıklar olarak görmeye başladılar.
O halde, iki ülke arasında kalmış, sayısı giderek artan bir şekilde ‘geçici’ olmaya zorlanan bu ‘ulus-ötesi’ insanların başvurabilecekleri mekanizmalar nelerdir? Bu kişiler haklarını klasik bir ulus-devlet çerçevesi dışında nerelerde arayabilirler? Bu soruyu sorarken, aklımda Avrupa Birliği gibi sınırları duvarlarla örtülmeye çalışılan bölgesel bir kale hayal etmiyorum. İnsanların doğrudan başvuruda bulunabildikleri, ulus-devlet kavramını aşmış, yaptırım gücü olan, küresel ve yerel düzeylerde işleyen kurumlar ve kooperatifler hayal ediyorum. Bunun örnekleri nelerdir? Bu öneklerdeki güç mekanizmaları nasıl işlemektedir? Kim haklarını arayabilmekte, kimler dışarıda bırakılmaktadır?
Bu soruları sorarken, elbette ulus-devletlerin de hâlihazırda kendilerini giderek sosyal hak tedarikçiliğinden çektiğinin de farkındayım. Zannediyorum ki aramızda günümüzde dalgalar halinde ilerleyen neoliberalizmin etkilerini hissetmeyen yoktur. (Varsa, devletin elini çektiği temizlik, çocuk-yaşlı bakımı gibi alanlarda çalışan güvencesiz göçmen işçilere baksın.) Sorun, göçmenlerin kendileri değil. Göç insan tarihinin her zaman bir parçasıydı, her zaman da olacak. İşte tam da bu nedenle, bugün göç konusunun asla tek başına değil, ancak dünya düzenin neoliberal dayatmalarla değiştirildiği dönem içerisinde ele alınması gerektiğini savunuyorum.
[1] İletişim bilgileri: derya.ozkul@sydney.edu.au.
[2] Daha detaylı bilgi için bakınız: James F. Hollifield, Philip L. Martin and Pia M. Orrenius. 2104. Controlling Immigration: A Global Perspective, Third Edition. Stanford, CA: Stanford University Press.
[3] http://www.theguardian.com/world/2014/jun/20/global-refugee-figure-passes-50-million-unhcr-report.