Giriş,
Uluslararası hak kavramının içeriğinin belirlenebilmesi için önce uluslararası sözcüğüyle neyin kastedildiğinin etraflıca anlatılması gerekir. Bu sözcük hukuk ve siyaset bilimi dallarından kaynaklanan bir kavramı ifade etmekte kullanılmaktadır. Daha ayrıntılı biçimde anlatmak gerekirse, hukuk biliminin konusu olarak Devletler Hukuku ve Siyaset Biliminin konusu olarak da Uluslararası Politika kavramlarını içermektedir.
Bu kısa çalışmanın başlığında yer alan “uluslararası hak” kavramı, bir kamu hukuku dalı olan Devletler Genel Hukuku[1] çerçevesi içersinde ele alınması gereken bir kavramdır. Günümüzde “Uluslararası Hukuk” olarak anılan bu hukuk dalının tarihi erken orta çağa kadar uzanmaktadır. Batı Avrupa’da Uluslararası Hukukun toplumsal ve siyasal temelleri ancak yeni çağın başlarında oluşmuştur. 19. yüzyıla gelindiğinde demokratik ulusal devlet düşüncesinin ortaya çıkarak güç kazanması, geçici de olsa bir siyasal dengenin oluşmasına yardımcı olmuştur. Bununla beraber 20. yüzyılda ortaya çıkan yayılmacı politikaların devletlerin birbirine karşı güç kullanımına yol açması nedeniyle ortaya çıkan savaşlar, toplumların yıkıma uğraması ve uluslararası hakların ağır biçimde ihlaliyle sonuçlanmıştır. Bunun neden olduğu büyük acılar karşısında, uluslararası uyuşmazlıkların barış yoluyla çözümünü sağlayacak hukuk kuralları koymak ve bu kuralları hayata geçirecek uluslararası örgütleri kurmak zorunluğu doğmuştur. Bu örgütlerden en büyüğü Milletler Cemiyeti’ dir. Birinci dünya savaşından sonra 10 Ocak 1920’de Cenevre’de bu savaşta yenen ve yenilen büyük devletler arasında kurulan ve uyuşmazlıkların barış yoluyla çözümlenmesi suretiyle savaşın önlenmesini amaçlayan bu uluslararası örgüte, “yurtta barış, cihanda barış” ilkesini benimseyen Türkiye, Musul sorununun İngiltere lehine çözümlenmesi nedeniyle uzun yıllar girmek istememiş ve sonunda 18 Temmuz 1932’de bu örgütün uluslararası uyuşmazlıkların çözümünde beklendiği gibi etkili olacağına inanmamakla birlikte, dünya barışına ve uluslararası hakların korunmasına katkıda bulunmak amacıyla girmiştir. Fakat bu örgüt ikinci dünya savaşını önleyememiş ve insanlık Birinci Dünya Savaşı’ndan çok daha büyük bir yıkımla karşı karşıya kalmıştır. Toplam 72 milyon insan ölmüş, savaşa sürüklenen bütün ülkelerde yıllarca giderilemeyen fiziki ve ekonomik çöküntü yaşanmıştır. Bu savaş olayı, uluslararası sözleşmelerin ve bu sözleşmelerle güvence altına alınmış olan uluslararası insan hakları’nın çok ciddi biçimde ihlal edilmesine yol açmıştır. Özellikle Almanya, Japonya ve Sovyetler Birliği, savaş yıllarında savaş esirlerine ve sivillere yönelik kötü muamele, yargısız infaz, talan gibi hak ihlalleri kendisini göstermiştir. Nazi Almanyası Yahudilere, Çingenelere ve Slav ırkı mensuplarına soykırımı uygulamak suretiyle yaşam haklarını ellerinden almıştır. Savaş sonrasında Nürnberg Uluslararası Mahkemesi’nde yargılanan Nazi rejiminin sorumluları çeşitli cezalara çarptırılmıştır. 1946’da Tokyo’da kurulan bir uluslararası mahkemede Japon devlet yöneticileri de işledikleri savaş suçlarından dolayı yargılanarak hapis, ömür boyu hapis ve ölüm cezalarına mahkûm edilmiştir.
Bu acı verici olaylardan edinilen deneyimden dolayı, ağır“insan hakları ihlalleri”ne yol açan bir dünya savaşının tekrarlanmaması için ciddi önlemler alınması zorunluğunu kavrayan devlet temsilcileri, çeşitli uluslararası sözleşmeler yaparak insan haklarının korunmasını sağlamakla görevli uluslararası kuruluşlar yaratmışlardır. Bunlardan en önemlisi 24 Ekim 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler Örgütü’dür (UNO). Örgütün amaçları sözleşmede (Charta) şöyle gösterilmiştir : Dünya barışının ve sosyal ilerlemenin garanti edilmesi, uluslararası işbirliğine dayalı bir sistem çerçevesinde “insan hakları”nın korunması.
- Uluslararası hakları düzenleyen bildirge ve sözleşmeler:
Uluslararası haklar 18. yüzyılın sonundan başlayarak önce İnsan Hakları Bildirgeleri, daha sonra da uluslararası sözleşmelerle düzenlenmiş olup uzun ve sürekli bir geleneğe dayanmaktadır. Bu konuda Fransız ve Anglo-Sakson geleneğine Amerikan uygulaması da eklenebilir[2]. Şunun da işaretlenmesi gerekir ki uluslararası hukukun koruma sisteminden yararlanan hakların çevresi zaman içersinde hızla genişlemiştir. Bu suretle klasik haklara (özgürlüklere) sosyal haklar ve çevrenin korunmasına ilişkin dayanışma hakları eklenmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu hakları öngören uluslararası belgelerden en eskisi BM Genel Kurulu’nca 9 Aralık 1948’ de kabul edilen ve 31 Temmuz 1950’de yürürlüğe giren “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme”dir[3]. Şunun işaretlenmesi de gerekir ki, uluslararası düzeyde kabul edilen belgelerin bir kısmı “bildirge =Deklaration” bir kısmı da “sözleşme = Vertrag” niteliğindedir. Bildirgeler uluslararası hakları sadece tanıyan belgelerdir. Sözleşme ya da antlaşma niteliği taşıyan belgeler ise, onaylayan devletler açısından gereklerinin yerine getirilmesi zorunluğunu içeren belgelerdir. Bu sonuncular öngördükleri hak ve özgürlüklerin korunması mekanizmalarını da içerirler. Burada her iki kategorinin örneklerine değinilecektir. İlk örnek, BM Genel Kurulu’nca 10 Aralık 1948’de kabul edilen ve uluslararası hakları öngören “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”dir. 30 maddelik bu bildirgede ulusal anayasalarda düzenlenen klasik temel haklar, medeni, siyasi, ekonomik ve kültürel haklar güvence altına alınmıştır. Şu da var ki bu bildirge başlangıçta hukuken bağlayıcı olmaktan ziyade devlet yönetimleri üzerinde moral (manevi) bir etkiye sahip olmakla birlikte devletler ve insan haklarını korumakla görevli uluslararası organlar yönünden giderek bağlayıcı bir güç kazanan başvuru kuralları olarak kabul edilmektedir[4]. İkinci örnek Avrupa Konseyi nezdinde hazırlanan “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi”dir (3 Eylül 1950). Bu sözleşmeyle kurulan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, üye ülkelerin en yüksek yargı organlarının kararlarına karşı yapılan bireysel başvuruları inceleyerek bunların sözleşmede öngörülen hakları çiğnediğini saptadığı takdirde bireyin yurttaşı olduğu devleti tazminata mahkûm etmektedir. Üçüncü örnek, çocukların sırf çocuk olmaları nedeniyle sahip oldukları çocuk haklarının korunmasına yönelik sözleşmedir. BM Genel Kurulu 47 maddeden oluşan “Çocuk Haklarına İlişkin Sözleşme”yi 20 Kasım 1989 tarihinde kabul etmiştir. 193 ülke tarafından onaylanan bu sözleşme, konusunu oluşturan ve dünyadaki tüm çocukların doğuştan sahip olduğu sağlıklı yaşam, eğitim, barınma ve her türlü sömürüye karşı korunmadan oluşan çocuk haklarına ilişkin konularda alınacak önlemler hususunda bağlayıcı nitelikte direktifler içermekle birlikte bunlara uyulmasını denetlemek üzere bir de Komitenin kurulmasını öngörmüştür[5]. Korunmaya lȃyık görülen dördüncü kategori uluslararası haklar, kadın haklarıdır. Bunlar, çocukların sırf çocuk olmaları nedeniyle sahip oldukları çocuk haklarına benzer şekilde, kadınların sırf kadın olmaları nedeniyle sahip oldukları ve korunmaları gerekli olan haklardır. Bu nedenledir ki çocuklarda olduğu gibi, kadınlarda da korumanın özel hükümlere bağlanması amacıyla 1979’da BM Genel Kurulu’nda “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi” başlığı altında bir uluslararası sözleşme kabul edilmiştir. Bu sözleşme 1981’de yürürlüğe girmiş ve 1985 yılında da Türkiye tarafından imzalanmıştır [6].
Uluslararası hukukta “çevrenin korunmasına ilişkin haklar” da önemli bir yer kaplamaktadır[7].
Bu alanda yapılmış bir çok uluslararası antlaşma ve sözleşme vardır. Bunlardan en temel olanı “BM Küresel Isınma ve İklim Değişikliği Sözleşmesi” çerçevesinde 11 Aralık 1997’de imzalanan ve 16 Şubat 2005’te yürürlüğe giren ”Kyoto Protokolü”dür. Türkiye’nin 5 Şubat 2009’da imzaladığı bu protokol, üye ülkelerin sera etkisi yaratan CO2 ve öteki beş tane gazın salınımının 10 yıl içersinde % 5 azaltılmasını öngörmektedir. Bu sözleşme evrende insanın sağlıklı bir çevrede yaşam hakkının korunmasına ilişkin önlemleri öngören uluslararası bir belge niteliği taşımaktadır.
Uluslararası hak ihlallerinin sosyal ortamda yarattığı olumsuz yansımalar:
Uluslararası hakların maruz kaldığı ihlȃllerin yaygınlaşması karşısında, bu ihlȃllerin önlenmesi amacına yönelik bir takım mekanizmaların yaratılması kaçınılmaz olmuştur. Yukarıda sözü edilen sözleşmelerin yapılmasıyla amaçlanan da budur. Otoriter yönetimlerin bireyler üzerindeki baskıcı uygulamaları bağlamında kendisini gösteren insan hakları ihlȃlleri, bu yönetimlerce hafifletici bir dille “münferit vak’a” olarak ifade edilmektedir. Bu suretle muhalif olana, düzene ve istikrara düşman sayılanlara yöneltilen şiddet sadece meşrulaştırılmakla kalmamakta, insan hakları ihlȃlleri karşısında sinik bir tutumu da yerleştirmektedir[8] İnsan haklarının ciddi biçimde zedelenmesi karşısında giderek yaygınlaşan duyarsızlığın nedenlerinden biri de budur. Öte yandan, ulusalcı, ırkçı ve dinci kimlik politikalarının yol açtığı tahribat, insanın ortak paydasını ya da kimliğini geçersiz kılmaktadır. Şu da var ki, Çocuk Hakları Sözleşmesinin çok ayrıntılı koruyucu hükümlerine karşın imzacı ülkelerde bile çocuk işçiliği çok yaygındır. Bunun uzantısı olarak, çocukların sağlıklı yaşama hakkı da büyük ölçüde ihlȃl edilmektedir. Okul çağındaki çocukların çalışma zorunda bırakılmaları, onların eğitim haklarını da ciddi biçimde sınırlamaktadır. Oysa çocuğun yaşama hakkının yanı sıra zihinsel, duygusal ve ahlȃki gelişimi bakımlarından eğitime gereksinimi vardır. İnsanların çocukluk çağında (özellikle kız çocuklarının) eğitimden yoksun bırakılmaları, sosyal ortamda üretken çalışamamaları, sağlıklarına özen göstermemeleri ve kültürel açıdan geri kalmaları gibi bir çok sakıncayı beraberinde getirmektedir [9].
Uluslararası haklar bağlamında önemli bir kategoriyi de kadının insan hakları oluşturmaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi, BM Genel Kurulunda “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi” (CEDAW) adı altında bir sözleşmeyi kadınların karşılaştığı şiddet ve ayırımcılığa karşı bir koruyucu hukuk normu olarak 1981 yılında yürürlüğe koymuştur. Buna karşın BM’ce yayımlanan “The World’s Woman Reports”un sonuncusu, kadınların erkeklerden daha az eğitim alabildiğini, ucuz iş gücü olarak görüldüğünü (eşit işe eşit ücret ilkesinin zedelenmesi), istihdam ve mülk sahipliği konularında cinsiyet eşitsizliği ile karşı karşıya bulunduğunu sayısal veri tabanında açıklamıştır. Bununla birlikte, Uluslararası İnsan Hakları Hukukuna yönelik feminist eleştiriler, uluslararası kadın haklarının yeterince koruma altına alınmamasının ve hak ihlȃllerinin sürüp gitmesinin, ataerkil toplumsal yapıların ve uluslararası ilişkilerin erkek egemen yapısınının bir sonucu olduğunun altını çizmektedir [10].
Sonuç olarak şunun belirtilmesi gerekmektedir: Uluslararası haklar (ya da uluslararası insan hakları) dünyanın farklı yerlerinde, farklı yoğunlukta ihlȃle uğramaktadır. Bu ihlȃller sosyal ortamda sadece hakları çiğnenenler üzerinde değil, toplumun tümü üzerinde çok kez geleceği de kapsayacak şekilde maddi ve manevi konularda ağır olumsuzlukları içeren etkiler yaratmaktadır. Bunun en ciddi sakıncası söz konusu olumsuzlukların gelecek kuşakları da etki altına almasıdır.
[1] Uluslararası hak kavramı, aynı zamanda Anayasa Hukukunun konusu olan insan hakları kavramıyla eşanlamlı olarak görülmektedir. Şu kadar ki, insan hakları kavramı daha önceki dönemlerde (18. Yüzyıl) doğmuştur. İki kavram arasındaki başka bir fark da insan hakları kavramının doğuşu yıllarında, uluslararası karakter taşımamış olmasıdır.
[2] Bu konuyu kapsamlı biçimde açıklayan Prof. İbrahim Ö. KABOĞLU’nun eseri için bkz. Anayasa Hukuku Dersleri (Genel
Esaslar), Istanbul, 2006, sh. 222 vd.
[3] Bu sözleşme“yaşam hakkı”nın korunmasına ve bu hakkın ihlalinin önlenmesine yönelik düzenlemeleri içermektedir. Sözleşmeye taraf olan ülkelerin sayısı 140’tır. Türkiye de 31 Temmuz 1950 tahinde bu sözleşmeye taraf olmuştur. Almanyanın II Dünya Savaşı esnasında Yahudilere, özürlü kişilere, Sovyet savaş tutsaklarına ve Çingenelere uyguladığı soykırımı eylemlerinin insanlığa karşı işlenmiş suçlar niteliği taşıması karşısında bunların tekrarlanmasını önlemek ve insanların yaşam hakkının korunmasını sağlamak amacıyla kabul edilen bu sözleşmenin 2. maddesinde , ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir kısmını yok etmek niyetiyle işlenen eylemler soykırım eylemi olarak kabul edilmiştir. Ne var ki sözleşmenin kabul edilerek yürürlüğe girmesinden yıllar sonra Afrika’nın Ruanda devletinde 1994’te 100 gün içinde Tutsiler ve ılımlı Hutu’nun mensupları (800 bin kişi) Interahamwe adını alan saldırganlarca öldürüldü. Eski Yugoslavya’da 1995’in yaz aylarında Srebrenitsa kentinde 8373 Müslüman (Boşnak) Sırp askerleri ve sivil militanlarca öldürüldü. Sorumlular yargılanarak mahkûm edildi. 14 Aralık 1995’te Paris’te BM Genel Kurulunca imzalanan Dayton Anlaşması ile Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti adlarında iki devletin kurulması kararlaştırıldı.
[4] Bkz. İ.Ö.KABOĞLU, a.g.e. , sh. 247.
[5] Çocuk haklarının korunması konusunda çok ayrıntılı hükümler içeren bu sözleşme, uzun yıllar boyunca çocuk haklarının ağır biçimde ihlallerinin gözlemlenmesi sonucunda edinilen deneyimler göz önünde tutularak düzenlenmiştir.
[6] Bu bağlamda, eşitlik ilkesini ileri sürerek, kadınların da erkeklerde olduğu gibi “hakların genel koruma sistemi” içersinde korunmasını savunan görüşler güç kazanamamıştır. Bunun nedeni, cinsiyet ayırımını yasaklayan ve hemen hemen tüm anayasalarda yer alan eşitlik ilkesinin kadın haklarının korunması bakımından yetersiz kalmasıdır.
[7] TC. Anayasası‘nın 56. maddesi, herkesin “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı”na sahip olduğunu vurgulamaktadır.
[8] Bkz. Onuncu Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı – Nihaȋ Rapor ve Sonuç Bildirgesi, sh.14.
[9] Çocuk askerler fenomeni de gözden uzak tutulamaz. Çocuklara yardım Fonu’nun belirlemelerine göre, 2006 yılında yaklaşık 250 bin çocuk silahlı çatışmalara sokuldu. Uluslararası Ceza Mahkemesi bu eylemi bir savaş suçu olarak nitelemiştir.
[10] Bkz. Ayşegül Gökalp KUTLU , Uluslararası İnsan Hakları Hukuku ve Kadınların İnsan Hakları, www.bilgesam.org/images/Dokumanlar