Prof. Dr. Franz Hamburger
Konu: İletişim
Televizyon’da yayınlanan talkshowlar Pegida ve AfD’nin ardından Ocak 2016’nın başından itibaren yeni bir yem buldu: Fas’tan gelen tehlikeli genç erkekler. Aslında olay akışı hakkında, polis şimdi titizlikle çalıştığından, bilinen pek birşey yok. Ve nitekim bu ayrıntıları bilmeme durumu, ampirik temelini sınamak zorunda olmayan ve istemeyen söylemler için idealdir. Burada medyadan konu ile ilgili bilgi edinen milyonların beynindeki tasarımlar ve fanteziler söz konusudur.
Kamuoyu tartışmasında, kutuplaştırma ve sisteme duyulan güvenin sarsılması nedeniyle yaşanan toplumsal belirsizlik karşısında kullanılan görüşler oluşturulmakta ve yönelim modelleri aktarılmaktadır. 2015’te talkshowlar aylar boyunca PEGIDA’yla dolup taşmıştı; ardından AfD aynı biçimde kendini tanıtma fırsatı buldu. Bu şovlar en saldırgan ve göze çarpan görüşlerin en fazla ödüllendirildiği bir mantık izliyor. Dolayısıyla şiddet ve kriminalite, ahlak dışı ve aykırı davranışlar ödüllendirilmektedir. Aynı zamanda “hukuka sadık yurttaşların” betimlenmekte olan her uymacılığı (Konformität) “normallik” olarak oluşturulmaktadır. Medya, ajitasyon yaptığı suçlamasıyla karşılaşmadan, kendini saygın olarak tanıtan her aşırılıkçı tutuma bir platform sunuyor. Gazeteciler çoğulculuk yaratmak için verdikleri kararlarla aynı zamanda kendi görüşlerini gizleyebilmektedir. Yakından incelendiğinde bu açığa çıkmaktadır.
Sığınma, kriminalite ve tehdit algılamasının daha başka biçimlerinin sunuluş şekli ikinci bir öğeyi içeriyor. Özellikle Köln’deki yılbaşı gecesini gösteren ve çoğu kez içeriği hiçbir şey ifade etmeyen resimlerle tehlike “vurgulanmış oldu”, belki de özellikle resim bulanık olduğu için bu yapılabildi. Resimler aracılığıyla yapılan dramatikleştirme, algılama anında bilincine varıldığından daha fazla dehşet yaratmaktadır. Her an harekete geçirilebilir, sağlam, kolektif bir bilinçsizlik oluşmaktadır. Bu bilinçsizliğin içeriği belirli tasarımlar ve atıflarla bağlantılı korku ve dehşettir.
Dikkat çekmek ve reklam gelirleri için girişilen kontrolsüz rekabette medyanın yaptığı haberler giderek daha telaşlı ve kızgın bir hal alıyor ve böylece korkuların artmasına neden oluyor. Ve örneğin “Almanya’da yaşayan birçok Müslüman’ın barışsever” olduğu tespih çeker gibi tekrarlansa da – resimler farklı bir dil konuşuyor. Kişilere ve gruplara ya da durumlara ilişkin resimlerle taşınan tasarımlar, korkuların kimlere dayanabileceğini belirlemektedir. Özellikle şu izlenim sağlamlaşıyor, ki bu eski bir milliyetçi motiftir: Tüm felaketler “dışarıdan”, yurtdışından gelir. Şu model güçlendirilmektedir: Tehlikeler, krimineller ve teröristler dışarıdan “bizim” topluma girmektedir. “Biz” insan haklarının sığınacağı barışçıl bir yeriz ve özgürlük ve eşitliğin mirasçılarıyız. Tehdit oluşturan “diğerleridir”. Oysa özellikle terör çoktan buradadır, “kendi elimizle” yarattığımız terör: Gerek Fransız banliyölerinde ve Belçika kentlerinde, gerekse de Almanya’nın milliyetçi muhitlerinde – salt Doğu Almanya’da değil. Sığınmacılara ve yaşadıkları geçici konutlara karşı 2015’te işlenen bini aşkın suç ile kendi ülkemizde terörü yarattığımız, ancak buna terör denmediği, IŞİD’in Orta Avrupa’dan giden binlerce genç insandan beslendiği, Paris ve Brüksel’deki teröristlerin Avrupa’da yetiştiği – tüm bunlar bir kenara itiliyor.
Ancak yakından bakıldığında bunlar bile yalnızca zayıf bir rol oynuyor. Dış dünyanın olguları, gerçekleri ve bağlantıları, bir kişinin iç dünyasındaki koşullardan ve iç dünya koşulları tarafından belirlenen iletişim süreçlerindeki algılamalarından daha önemli değildir. Kendi yaşamından memnun olmayan biri, düş kırıklığını ahlaki olarak değersizleştirebileceği kişi ve gruplara aktarmaktadır. Panu Poutvaara ve Max Steinhardt (birbirine benzeyen birçok sosyal-psikolojik bulgunun ardından bir kez daha) kişisel düş kırıklığı, acı ve diğerlerinin başarısını çekememe duygusunun, yabancılara karşı nefret duyulmasını körüklediğini göstermişlerdir („Bitterness in Life and Attitudes Towards Immigration“, CESifo Working Paper No. 5611, November 2015). Ve böylesi duygular sosyal-yapısal statü, yaş, cinsiyet ve eğitim derecesinden daha önemli görünmektedir.
Fas’tan Almanya’ya
Sığınmacı hareketlerini ortaya çıkaran koşulların ne denli sıradan olduğunu, 2015’in yılbaşı gecesi Köln’de hırsızlık yaptıkları, tacizde bulundukları ve cinsel şiddet uyguladıkları için dikkatleri üzerine çektiği belirtilen Faslı genç erkekler örneğinde görmek olanaklı. Almanya 1963’te Fas’tan konuk işçi alımına başlamıştır. Bu konuk işçilerin küçük bir bölümü Almanya’da yaşıyor ve Fas’ta yaşayan akrabalarıyla ilişkideler. 33 Milyon nüfuslu bu ülkeye şu an yılda sekiz ila on milyon turist geliyor, Almanya’dan tahminen 500.000. Ekonomik ilişkiler de “mükemmel”: Fas’taki Alman Ticaret ve Sanayi Odası 2016’da “Fas’ın otomobil sektöründeki ihracatı büyüyor”, diye bildiriyor. Avrupa’nın otomobil üretimindeki küresel oyuncuları ara malları tedarikçilerinin ucuz olmasına seviniyor. 2004 tarihli yatırım güvenliği anlaşması Alman aktörleri Fas’ta yaşayabilecekleri olumsuzluklardan koruyor. Aynı biçimde bir veri anlaşması kârın Fas’tan çıkarılmasını sağlıyor. AB ile serbest ticaret ve hizmet anlaşması üzerinde henüz pazarlık yapılıyor. O zaman Fas ekonomik fethinin bir sonraki aşamasına hazır olacak. Küresel göç hareketleri temel çizgileriyle paranın geçtiği yolları izler. Bu, yoksul ve varlıklı ülkeler arasındaki ilişkide kendini gösterir.
Konu çok az kalkınma yardımı veriliyor olması değil. Konu ülkelerden çok fazla alınmasıdır. Çünkü “Uluslararası Vergi Adaleti Ağı’nın” hesaplamalarına göre gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırılan ülkelerden dünyanın vergi cennetlerine ve zengin ülkelerine büyük bir para akımı gerçekleşiyor. “Gelişmekte olan ülkeler yasadışı mali akımlar nedeniyle her yıl kamusal kalkınma yardımı aracılığıyla aldıkları yardımlardan kat kat fazlası bir sermayeyi kaybediyor. Yalnızca şirketlerin fiyat manipülasyonları nedeniyle yoksul ülkeler yılda 160 milyar dolar vergi kaybı yaşıyor; bu, aldıkları kalkınma yardımlarının çok üstünde bir rakamdır” (Markus Meinzer: Der neue Kolonialismus, SZ 12.4.2013, S.2). Almanya’nın Fas ile arasındaki ticarette dış ticaret fazlası 2012’de “yalnızca” 820 milyon Euro olmuştur; çünkü ne Almanya Fas için ne de Fas Almanya için çok önemli bir ticaret ortağı değildir. Ancak burada söz konusu olan şey, göründüğü kadarıyla Fas’tan Almanya’ya gelen ve yasal ve yasadışı yollarla para kazanmaya çalışan ve kazandıkları parayı Fas’ta yaşayan ailelerine (de) gönderen Faslı genç göçmenlerin içinde bulunduğu bağlamdır.
Almanya’dan Fas’a
Ülkenin birçok adımda gerçekleşecek modernizasyonu, “bizim” de özgürlüklerimizi, olanaklarımızı ve zenginliklerimizi beraberinde getirecek olan, ama meyvelerinin ise yalnızca Avrupalı ülkelerce toplanması istenen, Avrupa tarafından tetiklenen bir dönüşümdür. Elbette turistler ülkede para da bırakmaktadır – ama orantısız kârı Avrupalı turizm organizatörleri yapmaktadır. Ve turistler paralarıyla Fas’ta neler alabildiklerini bayılarak anlatıyor. Fas’taki genç insanlar paranın yolunu izleyebileceklerini düşündüğünde, o zaman yasadışı, istenmeyen kişiler olmakta ve onlara sığınma hakkı verilmemektedir.
Bu örnek özellikle şu an Avrupa için önem taşıyan sığınma nedenlerini betimlemek için uygun değil. Çünkü Fas her ne kadar “İltica Paketi 2’de” güvenli ülke statüsüne alınsa da ve göçü önemli ölçüde engelleyecek önemli bir karar alındığı görüntüsü verilse de, sadece göçmenleri geri püskürtmek için yapılmış kısa vadeli bir önleme stratejisidir. Bu siyasetin karakteri Faslı gençlerin yurtdışı edilmesi durumunda yaşanacak olanlar düşünüldüğünde daha da açıklık kazanmaktadır. Onlar o eski zamanların feodal Avrupası’nda olduğu gibi Fas Krallığı’nda da hâlâ geçerliliğini koruyan izinsiz yurtdışı seyahati nedeniyle suçlu konumuna düşmekteler. Hapse atılmaları durumunda sonraki yaşam ve göç yollarının nasıl olacağını tasarlamak mümkün. Ancak yarıdan fazlası işsiz olan Faslı gençlerin durumunu değiştirebilecek olan şey, ProAsyl’ün yıllardır talep ettiği, az sayıda insan için gerçek bir fırsat, ama büyük bir bölüm için bir dereceye kadar gerçek bir umut ifade edecek olan, Afrika için yasal göç yolunun açılmasıdır.
Almanya ve Fas Arasında
Ama bu örnek, Mağrip ile Avrupa arasında, Akdeniz’i çevreleyen devletler arasında uzun vadede etkili olacak yapısal ilişkiler için iyi bir örnektir. Federal İçişleri Bakanı de Maizière Şubat 2016’nın sonunda Mağrip devletlerine gerçekleştirdiği bir ziyarette, Tunus, Cezayir ve Fas’ın “güvenli ülkeler” olarak tanımlanıp tanımlanamayacağını açığa kavuşturdu. Bu sayede herşeyden önce yurtdışı etme işlemleri kolaylaştırılmak istenmektedir; aynı zamanda sığınma başvuru işlemlerinin hızlandırılması gündemdedir. Kişisel evrakın olmaması durumunda parmak izi karşılaştırılarak, yurtdışı etme işlemleri gerçekleştirilebilecektir. “Durumun aydınlatılmasının parmak izi aracılığıyla gerçekleşmesi planlanıyor, Fas’ın bu yönde ‘fevkalade bir veri bankası’ bulunuyor”, de Maizière bunu söylemiştir (SZ, 1.3.2016, S.1). Dikkatli okur en geç bu söz nedeniyle şüpheye düşebilir. İstihbaratı ve halkın polis tarafından kontrolüyle tanınan bir devletin böylesi bir veri bankası bulunması neyi ifade eder? Amnesty International yıllık raporunda şunu yazıyor: “The authorities restricted rights to freedom of expression, association and assembly, arresting and prosecuting critics, harassing human rights groups and forcibly dispersing was required.” (Amnesty International Report 2015/2016; 23.2.2016). İçişleri bakanının seyahatine medyanın eşlik etmesi, bu bağlamda, içişleri bakanlığının, göç istatistiklerinde hiç yer almayan ya da yalnızca çok az belirtilmiş göç verilerine işaret etmektedir. Öyle ki göç veren ülke olarak Fas 2015 sığınma başvurusu istatistiğinde yalnızca bir kez belirtilmiştir: Göçmenlerin ilk ayak bastıkları Avrupa ülkelerine göçmenlerin geri alımı için yapılan ricalar, 2014’te bu ricaların %2,3’ünü oluşturması. Bu 824 vakanın 147’si geri alımla sonuçlanmıştır; 2015’te 112 kişi geri gönderilmiştir. Reşit olmayan ve refakatsız göç ederek 2014’te sınırlarda yakalanan 66 Faslı genç kaydedilmiştir, 2015’te Fas göç veren en önemli ülkeler arasında yer almamıştır (Bundestagsdrucksache 18/7625 vom 22.2.2016).
2014 yabancı istatistiğinde Almanya’da 65.000 Faslının yaşadığı belirtilmiştir; ikamet süresi açısından bakıldığında 30 ve üzeri yaş grubu en büyük kitleyi oluşturuyor. Fas kökenli insanların toplam sayısının 180.000 olduğu tahmin ediliyor. Başka tahminler 140.000’den hareket ediyor ve bunlar arasında 7.000 kişinin ikinci kuşak üniversite öğrencisi olduğuna işaret ediyor (de.quantara.de). Ve daha başka kaynaklar da Almanya’da 130.000 Faslının yaşadığını belirtiyor (SWR international, 21.5.2013). 2006 ila 2012 yılları arasında yılda 3.500 kişi Almanya’ya gelirken, 2.500 kişi de ülkeyi terketmiştir. Burada göç etmiş “konuk işçi nüfusunun” tipik bir dalgalanması söz konusudur (Federal Hükümetin Göç, Mülteci ve Entegrasyondan Sorumlu Devlet Bakanının Almanya’da Yaşayan Yabancıların Durumu Hakkındaki 10. Raporu, Ekim 2014).
Fas ve Almanya arasındaki ilişkiler şu an yürümekte olan sığınmacı tartışmasının ön planında durmasını gerektirecek kadar kapsamlı değil. Fas’ın Fransa, İspanya, Belçika ve Hollanda ile bağları daha sıkıdır. Ancak Alman-Fas ilişki yapıları göç süreçlerinin uzun vadeli dinamiği için tipiktir. Ve Fas diğer Kuzey Afrika devletleri gibi Afrika ve Asya’dan gelen göçe karşı aşılmaz bir kaleye dönüştürülse, hükümdarları bu nedenle bolca ödüllendirilse ve halklarından daha bağımsız hüküm sürebilse bile, bu yapılar, yalnızca sığınmacılarla mı yoksa sığınmacıların kaçış nedenleriyle de mi mücadele edilip edilmeyeceğinin belirlendiği nokta olacaktır.
Bir kez daha: Sorunun ne olduğu üzerine
Kendi toplumunun etnosantrik “arılığını” oluşturma denemesinde iki mekanizma önemi bir rol oynar: Mekanizmalardan biri – bir kötülük söz konusu olduğunda – kendisiyle ilgili olanın küçük, diğeriyle ilgili olanın büyük gösterilmesini hedefler. Dışarıdan gelenlerin olumsuz özellikleri abartılırken, kendine özgü sorunlar azımsanır. “Yılbaşı gecesinde Köln’de bulunan Faslı genç erkekler” sabit bir steryotipe dönüşürken, Cinsel İstismar Federal Hükümet Temsilcisi’nin 22.2.2016’da yayınladığı rapor basının yalnızca kenar sütunlarında yer almış ya da ona hiç değinilmemiştir. Görünen o ki Köln olayları tümüyle aydınlatılamayacak ve birkaç saat süren bu olay, gerçekten yaşanmış olandan çok polisin başarısızlığıyla ilgilidir. Gerçek belirsiz bir alacakaranlıkta kalıyor. Cinsel İstismar Federal Hükümet Temsilcisinin raporu ise bir grup saygın bilim adamı tarafından hazırlanan kapsamlı bir bilimsel bilirkişi incelemesini dayanak almaktadır. Onlar Almanya’da bir milyondan fazla çocuk ve gencin cinsel şiddet kurbanı olduğu sonucuna varıyor (Andreas Jud, Miriam Rassenhofer, Andreas Witt, Annika Münzer & Jörg M. Fegert: EXPERTISE Häufigkeitsangaben zum sexuellen Missbrauch Internationale Einordnung, Bewertung der Kenntnislage in Deutschland, Beschreibung des Entwicklungsbedarfs, hrg. vom Unabhängigen Beauftragten für Sexuellen Kindermissbrauch). Bu durum Almanya’daki birçok insanın özanlayışı için o denli utanç verici ki, neredeyse saldırganca bir kabullenmemeye yol açıyor. Diğerlerinin işlediği suçlar ise tehlikeli bir korku fantezisi düzeyine dek tırmandırılabilir. Burada, kendini feda edecek kadar toplumuna uyum sağlamış ve şimdi yabancı erkekte düşmanını bulan Schwarzervari (Alman feminist Alice Schwarzer kastediliyor, redaksiyonun notu) gecikmiş yerli feminizm de bir rol oynuyor.
İkinci bir mekanizma kendinden olduğu inkâr edilemeyenin aforozudur. Saksonya’nın Clausnitz ve Bautzen belediyelerinde yaşanan pogromların ardından Eyalet Başbakanı Stanislaw Tillich şunları söylemiştir: “Bunları yapanlar insan değil. Bunları yapanlar canidir”. Her bir olayın nasıl değerlendirileceğinden bağımsız, Götz Eisenberg’in de saptamış olduğu gibi (Nachdenkseiten 22.2.2016), kişiler canavarlaştırılarak kötüleniyor ve insanlığın toplumundan dışlanıyor. Ama tam da bu tutumun kendisi, aydınlanmış asaletin çizdiği sınırı aşmaktır. Sorumlulardan biri olan bir siyasetçi konuyu kendi ihmallerinden daha demagojik bir tarzda saptıramazdı. Ancak önemli olan aşırı sağ terörizmin, çocuk ve gençlerin milyonlarca kez gerçekleşen cinsel istismarının ait olunan toplumun dışına fırlatılmasıdır. Öyle ki 2015’te aşırı sağcılar tarafından gerçekleştirilen 13.800 suç ve şiddet olayına da (www.tagesschau.de/inland/rechtsextremismus-gewalt-101.html) en iyi ihtimalle bir kereliğine kıyıda köşede değinilmektedir. Ve sığınmacıların geçici olarak yaşadığı konutlara bir yılda yapılan 1.000 saldırı siyasetin yalnızca küçük bir kısmında ciddiye alınıyor. Bazı siyasi gruplar bu terörün kendilerini önüne katmasına seve seve izin veriyor. Ancak 15 Eylül 2015’e dek sağ eğilimli 372 suçlu hakkında çıkarılan 450 tutuklama kararının infaz edilmemiş olması son derece kaygı veren bir durumdur. Bunun anlamı: Polis nerede olduklarını bildiği halde ya bu kişiler tutuklanmıyor ya da suçlular gizlendiği için tutuklanmaktan kurtuluyor (SZ, 11.1.2016). Ve eğer Bavyera Başbakanı sığınmacıların engele takılmadan sınırları aşıp Almanya’ya gelmesini (orada kayıt altına alınmalarına rağmen) “hukuksuzluğun egemenliği” olarak adlandırıyor ve bunun için sözleri olsa olsa “şaşkınlıkla” karşılanıyorsa, o zaman bu düşüncenin milliyetçi öncülü son derece sapık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu ifade şu ana kadar Doğu Almanya ya da Nazi Almanyası için kullanıldı.
Bu konular ve olgular kesinlikle gizlenmiyor, ama medya tarafından görüş oluşturulmasında hiçbir rol oynamıyor. Kamuoyunun anaakımı, toplumu, kendi anayasasını önemseyip önemsemediğinden ve göçmenlerden “entegrasyon” beklentisinde olma gibi bir hakkının olup olmadığından kuşkulanmasından “korumaktadır”. Belki de Faslı genç erkekler ülkelerini modernize etmiş, işgücünü tüketmiş, anıtlarını sahiplenmiş ve zenginliklerini kuzeye taşımış olan Avrupa’da, kendilerinden alınanı – en azından kendi öznel bakış açılarından hareketle – yeniden elde etmek için daha büyük bir meşruiyet hissediyor.