Prof. Dr. Gudrun Hentges
Fulda Yüksekokulu
Ekim 2014’ten bu yana, arkasında karmakarışık bir sözcük yığını gizli duran bir kısaltma kendinden söz ettiriyor: PEGIDA’nın açılımı “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar”. Ancak “Yurtsever Avrupalılar” neyi ifade ediyor ve sözde “Batı’nın İslamlaştırılması” tehlikesinin arkasında ne yatıyor?
Panorama’nın Araştırmaları
ARD televizyonunda yayınlanan siyasi içerikli Panorama programının muhabirleri 18 Aralık 2014’te düzenlenen PEGIDA gösterisi sırasında, yürüyüşün dışında bulunan göstericilerle söyleşi yaptı. Amaç PEGIDA tarafından medyaya yöneltilen ve basında salt bu hareketi karalamaya yarayan açıklamaların yayınlandığı suçlamasını çürütmekti. Panorama programı söyleşilerin tamamını internette yayınladı[1]. Görseller yaklaşık 90 dakikayı kapsıyor. Söyleşilerin ilk 45 dakikası başka yayınlar için metinleştirildi ve içeriksel analizden geçirildi[2].
“Yurtsever Avrupalılar…”
Muhabirlerin söyleşiye giriş sorusu şuydu: PEGIDA’nın açılımı “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar”dır. Bu sizin için ne ifade ediyor? Verilen yanıtların analizi, söyleşiye katılanların “Yurtsever Avrupalılar” kavramına çoğu durumda açıkça değinmediğini gösteriyor.
Aşağıda kendi kendini “Yurtsever Avrupalılar” olarak nitelendirmenin ne demen olduğunu açıklamaya çalışan söyleşi katılımcılarından birkaç alıntı yer alıyor:
“Bu benim için aslında gururlı bir Avrupalı demektir. Evet, burada çalışan ve yaşayan, ama buradaki mevcut şeylere tabi olan yabancılarla birlikte”.
Başka bir gösterici yurtseverliğin Brüksel’den yönlendirildiğini düşünüyor: “Yurtseverlik, bunu çokyönlü açıklamak mümkün. Yurtseverlik – kanımca bu Brüksel’den yönetiliyor, böyle düşünüyorum…”.
“…Batı’nın İsamlaşmasına Karşı”
PEGIDA’nın kendileri için ne ifade ettiği sorulduğunda, katılımcılar daha çok “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı” formülüyle bağlantı kuruyor. Sözde İslamlaşma tehlikesi aşağıdaki paragraflarda vurgulanıyor:
“Ben burada İslamın devletin dini yapılmasına karşıyım. Herkesin dini olsun ve dinini yaşayabilsin, ama devlet dinine dönüşmesi…”
“Tabi, eğer şimdi ülkeye alınmak istenen ya da alınmak zorunda olan bütün Müslümanlar buraya gelirse, o zaman farklı bir kültür yayılır. Almanya’da bizim kültür çevremiz tamamen farklı bir çevre. Onlar kendilerini burada zaten rahat hissetmiyor ve bir de bunun böyle buraya taşacak olması, bu Müslümanlar buna ön ayak olacak”.
Söyleşi yapılan bu iki kişi göründüğü kadarıyla en çok İslamlaşma tehlikesine önem veriyor. Bunlardan biri İslam’ın Almanya’da devlet dini yapılabilmesinden korkuyor ve buna karşı olduğunu belirtiyor. Bir başkası Müslümanların ülkeye alınmasıyla Almanya’da farklı bir kültürün oluşmasından korkuyor. Ve Müslümanların kendilerini zaten Almanya’da iyi hissetmedikleri argümanını kullanıyor.
Söyleşi yapılan başka katılımcılar ise Batı kavramına odaklanıyor:
“Bu kavramı ben bulmadım. Yani Batı kavramını, benim ülkemin adı Almanya, ve ben bu adı böyle olduğu gibi seviyorum…”.
“Batı sadece Almanya değil, aynı zamanda Hollanda’yı, tüm ülkeleri, ilkece tüm Avrupa’yı ifade ediyor, evet…”.
“Batı, bu kavrama ilişkin bir açıklama var. Batı güneşin battığı yerdir. Batı Hristiyan’lığın etkisindedir, ve Doğu İslam’ın etkili olduğu yerdir. Bu, kültür tarihi bağlamında bu şekilde gelişmiştir”.
PEGIDA göstericileriyle yapılan söyleşilerin analizine bir bakış tuhaflıkları ortaya çıkarıyor ve Hristiyan Batı kavramının herşeyin yansıtılabildiği bir perde olmaya uygun olduğunu açığa çıkarıyor.
Pekiyi Hristiyan Batı kavramı ne anlama geliyor? Bu kavramın geçmişi ve işlevi hakkında neler biliyoruz? Bu kavram hangi konjonktürden geçti?
“Hristiyan Batı’nın” kavramı bir kurgudur. Batı ne çevremi kesin olarak saptanmış topraklarla bağlantılıdır, ne de Doğu’yla arasına keskin sınırlar koyulabilir. Batı kavramıyla genelde günümüz Avrupa’sının batı kesimi, yani Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve İber Yarımadası vurgulanmaktadır. Bu bölge Roma İmparatorluğu’nun Latince konuşan batı eyaletleriyle büyük ölçüde örtüşmektedir.
Bir diğer tarihsel referans, 768’den 814’e kadar Frank İmparatorluğu’nun kralı olan Büyük Karl’dır. Büyük Karl 800 yılında Aachen’de imparator ilan edilmiş ve böylece ilk Batı Avrupalı hükümdar olarak imparator ünvanını almıştır. Yaptığı seferlerle Frank İmparatorluğu’nun topraklarını genişletmiş ve içeride iktidarını sağlamlaştırmıştır. Böylece Frank İmparatorluğu – Bizans ve Halifeliğin (Emevi Kordoba Halifeliği, red. notu) yanında – bir büyük imparatorluğa dönüşmüştür. Frank İmparatarluğu Erken Ortaçağ Hristiyanlığının büyük bir bölümünü kapsamıştır. Büyük Kral alımlamasında Hristiyan Batı’nın oluşumunda onun önemine işaret edilmiştir.
Bu sözde Batı kesinlikle salt Hristiyan olmamıştır (ve hâlâ da değildir). Eğer Batı ile Roma İmparatoruğu’nun batı eyaletleri, Frank İmparatorluğu, Kutsal Roma İmparatorluğu ya da günümüz Batı Avrupa’sı kastediliyorsa, o zaman bu topraklarda yalnızca Hristiyanlar değil, Yahudiler ve Müslümanlar da yaşamıştır (ve yaşamaya devam etmektedir). Bu tek tanrılı dinlerin üyeleri birbirinden yalıtık yaşamıyordu, aksine çeşitli tarzlarda iç içe geçmişlerdi. Örneğin birbirleriyle ticaret yapıyor ve matematik, astronomi, tıp ve felsefe alanlarında birbirlerini karşılıklı olarak etkiliyorlardı.
Doğu’yu Batı’dan ayıran sınırlar nereden geçiyor? Batı kavramı önce Ortodox Bizans’ın oluşturduğu, ardından Müslüman olan Doğu’yla araya bir sınır koymak için kullanılmıştır. Akdeniz coğrafyasının tarihine baktığımızda Doğu ile Batı’nın birbirinden ayrılamayacağı, aksine daima sıkı bir karşılıklı ilişki içerisinde bulundukları açıkça görülecektir.
“Batı’yı kurtarmak” parolası hiçbir zaman varolan bir imparatorlukla ya da toprakla ilintili olmamıştır, konu varolan bir ülke değil, daha çok “kafalardaki imparatorluk”tur[3]. Yüzyılların ve binlerce yılın ardından diğeri olana karşı duyulan korku tekrar tekrar seferber edilebilmiştir, ne var ki düşmanlar değişip durmuştur. Bu düşmanlar kimi zaman Moğollardı, ardından Hunlar, Macarlar, Türkler ya da Müslümanlardı.
İkinci Dünya Savaşı döneminde “Batı’nın Korunması” parolası Sovyetler Birliği’ne yönelmiştir. Öyle ki Naziler Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttükleri saldırı ve imha savaşını, Batı Avrupa’nın Bolşevizm’e karşı meşru bir savaşı olarak göstermek için Batı düşüncesini kullanmışlardır. Axel Schildt Adolf Hitler’in Stalingrad muharebesinin ardından verdiği özel emri bir kanıt olarak gösteriyor: “Ordu son askerine ve son kurşununa kadar mevzisini terketmeyecek ve böylece kahramanca bir inatla savunma hattının inşasına ve Batı’nın kurtuluşuna unutulmaz bir katkı sunacak”.
Hitler, kendini gözü kararmış bir milliyetçi olarak değil, Doğu’dan gelen barbar güruhun saldırısına karşı aynı zamanda aşılmaz bir kale işlevi gören birleşik bir Avrupa’nın savaşçısı olarak sunmak istiyordu[4].
Gol Pozisyonu: Batı’nın Çöküşü
Oswald Spengler’in oldukça sorunlu olan “Batı’nın Çöküşü. Dünya Tarihi Morfolojisinin Ana Hatları” (1918, 1922) başlıklı toplu yapıtı, ana yapıtı haline gelmiştir – bu “muhafazâkar devrim” akımı, ideolojik olarak Alman faşizminin yolunu açmıştır [5]. Spenglerin Batı kavramı on yıllar boyunca salt kültür ve uygarlığın etnik tarza birbirinin karşısına koyulmasını değil, aynı zamanda üstünlük ve zayıflık, ast ve üst, biz ve diğerleri kategorierinde olduğu gibi karşıtlık düşüncesini de etkilemiştir [6].
Savaş sonrası dönemde (1949 civarı) Batı kültürü ve Batı kavramları duygusal içeriklerle yüklenmiştir. Örneğin CDU’nun 1949’ların sonunda yürüttüğü seçim kampanyası bu sloganı kullanmıştır (“Batı Kültürünü Kurtarın”). Afişin[7] üzerinde Gotik tarzda yapılmış ve Strasburg Manastırı’nın güney kapısında yer alan “Ecclesia” Heykeli (1230 civarı) yer alıyor. Heykel sağ elinde flamalı bir haç tutuyor, başında bir taç var ve saçları uzun, dalgalı. Ecclesia gurur ve zafer saçıyor ve muzaffer kiliseyi temsil ediyor. “Ecclesia”nın rakibi, Strasburg Manastırı’nın güney kapısında, Ecclesia’nın sağında duran “Sinagoga”dır. CDU afişinde Sinagoga Heykeli her ne kadar görünmüyor olsa da, söz konusu afiş – her iki kadın heykelinde tip ve anti tip anlamında kişileştirilen – eski ve yeni ahite, Yahudiliğe ve Hristiyanlığa atıfta bulunduğu için birkaç açıklama yapmamıza burada izin verilsin. Sinagoga sıradan giyimli, taşıdığı mızrak kırık ve elindeki Tevrat yere düşmek üzere. Sinagoga’nın sunuluş şekli alçak gönüllülük ve ast olmayı içeriyor. O, muzaffer Hristiyanlık karşısında artık aşılmış olan Yahudiliğin sembolü[8].
Görüldüğü gibi “Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar” şeklindeki bu hantal adlandırmanın seçilmesi elbette tesadüf değil, stratejik düşüncenin bir sonucudur.
Doğu ve Batı diye bir şey yok. Onlar korkuların yansıtılabildiği bir perde olmaya ve düşman imgesi yapılandırmaya yarayan bir kurgudan öteye geçmiyor. Dünyanın farklı bölgelerinden söz edildiğinde, bunlar birçok yönden birbiriyle örülü ve birbirine bağlıdır: Tarihsel, kültürel, dinsel, siyasal yönlerden. Dolayısıyla ikili bir manihaist dünya anlayışı yanıltıcıdır.
Edward Said’in belirttiği gibi, “insanın kendi tarihini kendi yazdığı ve bu tarihi kendi ürünü olarak kavrayabildiği (…) ve onu coğrafyaya aktarabildiği” bilgisini ciddiya almamız gerekiyor. “Coğrafi ve kültürel – sözün tam anlamıyla tarihsel – yapılarda oduğu gibi, yöreler, bölgeler, ‘Doğu’ ve ‘Batı’ gibi coğrafi kesimler aynı biçimde salt birer insan ürünüdür. Bu nedenle Doğu da aynı Batı gibi, kendi gerçekliğini ve bugününü Batı’da ve Batı karşısında gerekçelendiren kendi tarihine ve düşünce geleneğine, sembol ve terminolojisine sahiptir. Bu şekilde her iki yapının birbirini desteklediği ve bir bakıma birbirlerine ayna tuttuğu söylenebilir”[9].
Johann Wolfgang von Goethe Doğu ile Batı arasındaki bu içten bağlılığı 1819’da Doğu-Batı Divanı’nda şu sözlerle ifade etmiştir: “Her kim kendini ve diğerini tanıyorsa, / burada da şunu görecektir: / Doğu ve Batı / artık birbirinden ayrılamaz”.
[1] Kontaktversuch: „Lügenpresse“ trifft Pegida, 18.12.2015, http://daserste.ndr.de/panorama/archiv/2014/PEGIDA-ROH-2,panorama5344.html
[2] Gudrun Hentges: PEGIDA – Deus ex machina?, in: Karim Fereidooni / Meral El (Hg.), Rassismuskritik und Widerstandsformen. (Inter)national vergleichende Formen von Rassismus und Widerstand, Wiesbaden 2016, S. 651-670; Gudrun Hentges PEGIDA – Schattenseiten der Zivilgesellschaft, in: Aktualität der Faschismustheorie. Historische Forschung und aktuelle Entwicklungen der politischen Rechten. Symposium zu Ehren von Prof. Dr. Reinhard Kühnl (1936-2014) am 10.07.2015 in Marburg, Marburg 2016, S. 42-58 (http://www.bdwi.de/show/ 8823701.html; 7.1.2016); Gudrun Hentges: Wohltemperierte Grausamkeiten. Pegida-Ideologie der Frontfrau Tatjana Festerling, in: Wolfgang Benz (Hg.): Fremdenfeinde & Wutbürger. Verliert die demokratische Gesellschaft ihre Mitte?, Berlin 2016, S. 151-180 (i.E.)
[3] “Batıyı” doğuran İslam korkusudur: Die Welt, 14.12.2016
[4] Pegida. Abendland war stets ein Kampfbegriffe, in: FAZ v. 20.12.2014
[5] Armin Pfahl-Traughber: Konservative Revolution und Neue Rechte. Rechtsextremistische Intellektuelle gegen den demokratischen Verfassungsstaat, Opladen 1998, S. 62
[6] Mark Terkessidis: Wir selbst und die Anderen. Globalisierung, multikulturelle Gesellschaft und Neorassismus, in: Christoph Butterwegge / Gudrun Hentges (Hg.), Zuwanderung im Zeichen der Globalisierung. Migrations-, Integrations- und Minderheitenpolitik, Opladen 2003, S. 231-252
[7] Kaynak: Bundesarchiv, Plak 005-004-020
[8] Bkz. Markus Thurau: Ecclesia und Synagoga (Darstellungen des Mittelalters), in: Wolfgang Benz (Hg.), Handbuch des Antisemitismus. Literatur, Film, Theater und Kunst, Berlin u.a. 2015, vgl. Landesbildungsserver Baden-Württemberg; http://www.schule-bw.de/unterricht/faecheruebergreifende_themen/landeskunde/material/ba_wue/staetten/ausserhalb/strassburg/didaktik/muenster_sued.htm
[9] Edward W. Said: Orientalismus, 3. Auflage, Frankfurt am Main 2012, S. 13