Prof. Dr. A. Ülkü Azrak
Bu yazının başlığını bir çok kimsenin kışkırtıcı bulacağını, hatta yadırgayacağını biliyorum. Fakat yazı okundukça bugün Türkiye’de laiklik ilkesinin ne ölçüde ciddiye alındığı konusunda doğan kuşkunun haklı nedenlere dayandığının anlaşılacağını zannediyorum.
Önce laikliğin Türkiye’de nasıl doğup geliştiğine kısaca bakmakta yarar görüyorum.. Özellikle Osmanlı devleti söz konusu olduğunda laikliğin ortaya çıktığı dönem sıkça tartışılmaktadır. Sözü uzatmadan şunu vurgulamak isterim ki, 1839’da başlayan Tanzimat döneminde önce hukuk alanında özellikle batı Avrupa’dan alınan çağdaş yasaların şeriat hükümlerinin uygulama alanının daraltması, Şeyhülislam’ın yetkilerinin kısıtlanması ve medrese eğitiminin yanında çağdaş eğitim kurumlarının (örneğin askeri okulların) kurulması ve benzeri yenileşme süreçlerinin ortaya çıkışı, bir çok yazar çizerin gözünde Osmanlıların laikleşme çabasının eseridir. Ama şunun da unutulmaması gerekir ki Osmanlı devletinde ruhanȋ liderlik olan halifelik ile padişahlık hükümdarın kişiliğinde birleşmiş bulunmaktaydı[1]. Ayrıca, ilk Osmanlı Anayasası olan 1876 Kanun-ı Esasisi’nin 11. maddesinde “devletin dininin din-i islam” olduğu öngörülmüştü. Bu hususlar Osmanlılarda genel olarak kabul edildiği anlamda bir laikliğin söz konusu olmadığını ortaya koymaktaydı. Unutulmaması gereken başka bir olgu da İslamlıkta din adamları (ruhban) sınıfı bulunmamakla birlikte ilmiye sınıfı siyasal ve sosyolojik açıdan ruhbanlaşma eğilimine sahipti ve bu eğilimini Osmanlı devletinin son günlerine kadar da sürdürmüştü.
Cumhuriyet dönemine gelince bu dönemde 1924 ve 1934 yılları arasında çıkarılan İnkılȃp Kanunları’nın hemen hepsinin özünde laiklik ilkesinin varlığı görülür. Fakat 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde hȃlȃ “Devletin dini, din-i islȃmdır” hükmü yer almaktaydı. Bu hüküm 10 Nisan 1928 tarihinde yapılan Anayasa değişikliğinde kaldırılmıştır. Bu Anayasa değişikliği 26. maddede Millet Meclisinin görevleri arasında sayılan “ahkȃm-ı şer’iyenin infazı” (dinsel hükümlerin yerine getirilmesi) yolundaki hükmün kaldırılmasını da içermekteydi. Nihayet Anayasanın Türkiye Cumhuriyeti devletinin niteliklerine ilişkin 2.
Maddesinde 5 Şubat 1928’de yapılan değişiklikle laiklik sözcüğü eklenmiş ve böylece laiklik Türkiye’nin kamusal yaşamına egemen olan bir ilke olma niteliğine kavuşturulmuştur.
Şunu belirtmek gerekir ki, kavram olarak ruhban sınıfına ait olmayan düşün ve yaşam biçimini ifade eden laiklik [2] Türkiye’de, kanlı mücadelelerle ilk kez bir toplum ve yönetim biçimi olarak ortaya çıktığı Avrupa’dan farklı olarak yeni kurulan bir devlette girişilen reform hamlelerinin eseri olarak doğmuştur. Laikliğin Türkiye’de kabulünün başlancında üç temel öğeyi içerdiği bilimsel açıdan ortaya konmuştur. Bu öğeler şunlardan oluşmaktadır :
1. Devlet gücünün meşruiyetinin din temeline dayanmaması,
2.devletin dinsel konulara karışmaması ve
3.devletin organlarının ve bunların etkinliklerinin dinin egemenliğinden uzak tutulması.
Bu öğeler göz önünde tutulduğu takdirde, kemalist kültür devriminin önemli bir parçası olan laikliğin hedefinin Türk toplumunun uygarlığının batı uygarlığı ile bütünleşmesini sağlamak olduğu anlaşılır. Laiklik, sadece din ile devletin ayrılmasından oluşmakla kalmamış, aynı zamanda kişilerin geleneksel Osmanlı-islam düşününden uzuklaştırmaya yönelmiştir. Açıktır ki, böyle bir çaba, özünde ciddi bir zihniyet ve dünya görüşü değişikliğini beraberinde getirir. Bu açıdan bakıldığında kemalist devrimin önemli başarılara imza attığı anlaşılır. Günümüzde Türkiye’de aksi yönde gösterilen tüm çabalara karşın laik dünya görüşünün bir ölçüde varlığını sürdürmesinin nedeni de budur.
Yalnız şunun da gözden kaçırılmaması gerekir ki, bir yandan halifeliğin kaldırılmasıyla bir çeşit zemin kaymasına uğrayan unsurların ortaya çıkabilecek etkinliğini önlemek için bunların devrimlerle oluşan yeni yapıyla bütünleştirilerek denetim altına alınması amaçlanırken, diğer yandan da rejim yanlısı din ulemasının ödüllendirilmesi yoluna gidilmiştir [3].
Cumhuriyetin “birinci cumhuriyet dönemi” denebilecek ilk döneminin başında devlet örgütünün içinde varlığını sürdüren “Şer’iye ve Evkaf Vekȃleti” 3 Mart 1924 tarihli bir yasayla kaldırılmış, fakat onun yerine, toplum içersinde ve özellikle ibadet yerlerinde yürütülen dinsel faaliyetlerin laikliğe aykırı davranışlara sapmasının önlenmesi için bir çeşit denetim makamı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Bu kuruluşun temel görevi, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekti. Günümüzde görevleri çok genişleyen ve örgütü de büyüyen bu kuruluş, aşağıda değinileceği gibi laikliğe uygun düşmeyen bir niteliğe bürünmüştür.
Birinci cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ve özellikle çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra siyasal partiler arasındaki iktidar kavgaları, laiklikten uzaklaşma sürecini beraberinde getirmiştir. Siyasal yarışma, sürekli bir biçimde kemalist devrim ilkelerinden ve özellikle laiklik ilkesinden ödün verilmesine yol açmıştır. 1949 yılında bazı illerde 10 ay süreli imam-hatip kursları açılmasını üniversitelerde ilahiyat fakültelerinin açılması izlemiş ve sözü edilen imam-hatip kursları da 1951’de İmam Hatip Okulu kimliğine büründürülmüştür. Bu olay, cumhuriyetin en önemli kültür devriminin bir ürünü olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na (Öğretimin Birleştirilmesi Yasası’na) açıkça aykırı bir durum yaratmıştır. Önce 4 ilde kurulan ve 7 tane olan bu okulların daha sonraki yıllarda hızlı bir tempoyla arttığı herkesin bildiği bir gerçektir. Sonraları 4 yıllık imam hatip okullarına 3 yıllık lise kısmının da eklenmesi ve 1959’da bir de Yüksek İslam Enstitüsü’nün kurulması, laiklik ilkesinden giderek uzaklaşıldığının açık bir göstergesiydi. Eğitimi dinselleştirme süreci, her şeyden önce imam hatip okullarının kurulup geliştirilmesiyle güç kazanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bu okulların açılması ve geliştirilmesi, sadece imam-hatip yetiştirme değil, belki de daha ziyade İslam ideolojisinin topluma yayılmasını sağlama amacına yönelikti. Bu okulların bir meslek okulu olarak görülmediğinin iki tane kanıtı vardır. Bu kanıtlardan biri, daha sonraki yıllarda bu okullara hiçbir zaman imam ve hatip mesleğine kabul edilmesi olanağı bulunmayan kızların da kabul edilmesi, ikinci kanıtı ise bu okulların mezunlarının sadece ilahiyat fakültelerine değil, tıp, hukuk, iktisat, mühendislik ve diğer fakültelerine de girmelerine olanak tanınmasıydı.
Yukarda açıklandığı gibi, bu dönemde ortaya çıkan en çarpıcı gelişme, reislamizasyon (islama dönüş) hareketinin güçlenmesi ve buna paralel olarak anti-laik propagandaların yoğunluk kazanması olmuştur. Toplumu cumhuriyet öncesi günlerin özlemiyle yönlendirmeye çalışan bu harekete karşı, ilerici çevrelerin desteği ile güç kazanan ve siyasal muhalefeti de arkasına alan gençlik örgütlerinin sokak gösterileriyle direnişi ve bu direnişi önlemek için zaman zaman yasa dışı önlemlere başvuran ve daha da ileri giderek TBMM’nin içinde muhalefete karşı anayasaya aykırı bir de soruşturma komisyonu kuran Demokrat Parti iktidarının 27 Mayıs 1960’ta bir askeri darbeyle görevden uzaklaştırılması sonucunda otoriter ve totaliter yönetim dönemi kapanmıştır. Bu askeri müdahalenin temelinde siyasal iktidarın anti-laik akımları özendirici reaksiyoner ve restoratif politikasını durdurmak gibi bir amacın da var olduğu söylenebilir[4].
Devletin din işlerine karışmama ve dini faaliyetleri etkin müdahalelerle düzenlemekten kaçınma biçiminde tanımlanan laiklik ilkesine 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle başlayan ikinci cumhuriyet döneminde, daha önceki dönemde yasal düzenleme konusu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir “Genel İdare Kuruluşu” olarak anayasanın 154. maddesinde düzenlenmesiyle bir istisna getirilmiş olmaktaydı. 1982 Anayasası’na daha ayrıntılı biçimde düzenlenerek alınan bu hüküm, sadece sünnȉ mezhebi mensuplarına hizmet veren Diyanet İşleri Başkanlığı’nı giderek Osmanlı devletindeki ifta kapısı’na, yani fetva verme yetkisine sahip Şeyhülislamlığa benzer bir kimliğe kavuşturmuştur. Bunun en açık kanıtı, cumhuriyetin laik düzenine tümüyle aykırı olan Fetva kurumunun sanki yasal bir işlemmiş gibi muamele görmesidir. Ekleyelim ki Diyanet İşleri Başkanlığınca yıllardır çıkarılmakta olan fetvalar, ciltleri doldurmaktadır.
1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle başlayan 3. Cumhuriyet döneminde laiklik ilkesini ciddi biçimde gerileten uygulamalar gözden kaçırılamaz. Bunların başında devletin İslam diniyle öteki dinler arasında bir çok bakımdan yarattığı, eşitliğe aykırı uygulamalar gelmektedir. Anayasanın 24. maddesinde din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler kapsamına alınmış olması ve bu dersin sadece İslam dininin sünni mezhebinin esaslarının öğretilmesi biçiminde uygulanması bunun tipik bir örneğidir. İş bununla da kalmamaktadır ; din dersleriyle endoktrine edilen, yani beyni yıkanan çocuklar bir de Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanıp okullara gönderilen kitaplarla ideolojik etki altına alınmaktadırlar. Bunun yanı sıra, Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidarı elde etmesinden bu yana hızla çoğalan imam-hatip okullarının sayısı, 2014-2015 döneminde 385.000’e ulaşmış bulunmaktadır. Dini bayramların resmi tatil sayılması yanısıra Peygamberin doğum yıldönümünün hükûmetin talimatıyla kutlu doğum haftası adı altında, eğitim kurumlarını da kapsayan bir biçimde resmi olarak kutlanmasının da laiklik ilkesiyle bağdaştırılması güçtür.
Son olarak başörtüsü sorununda da, bu konunun anayasanın güvence altına aldığı din ve vicdan özgürlüğü kapsamında olduğunu başından beri savunan bu günkü siyasal iktidar, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay gibi yüksek mahkemelerin ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin bu konudaki kararlarına sürekli ve sistemli olarak aykırı düzenlemeler yapmıştır ve yapmağa devam etmektedir. Gerçekten başörtüsü serbestliği önce YÖK eliyle üniversitelerde, sonra okullarda, şimdi de devlet kurumlarında kaldırılması yoluna gidilmiştir. Bu yapılırken başörtülü öğretmenlerin, öğrencileri için özendirici bir örnek olacağı, başörtülü memurların kamu hizmeti görürken başörtüsüz kişilerle başörtülü kişiler arasında eşitliği bozması tehlikesinin yaratılacağı göz önünde bulundurulmamıştır.
Buraya kadar açıklanmaya çalışılan hususlar günümüz Türkiyesinde laiklik ilkesinin geçerliğini büyük ölçüde yitirdiğini ve anayasanın 2. maddesinde öngörülen laiklik ilkesine bir çok bakımdan aykırı bir rejimin yerleşmiş olduğunu göstermektedir.
Kaynakça:
Azrak, Ali Ülkü, Die Entstehung des modernen Rechtswesens in der Türkei in “Pia Angela Göktürk, Werdegang der modernen Türkei, Istanbul,1983”.
Başgil, Ali Fuat, Din ve Laiklik, Istanbul, 1962
Hafızoğulları, Zeki, Laiklik, Inanç, Düşünce ve İfade Hürriyeti
Özek Çetin, Türkiye’de Laiklik, Istanbul, 1962
[1] Bu durum hilafetle saltanatın Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 1 Kasım 1922’de çıkarılan bir kanunla ayrılmasına ve saltanatın aynı kanunla kaldırılmasına kadar sürmüştür,
[2] Bu sözcük eski Yunancada halka ilişkin demek olan laikos (ʎaȉӄóς) sözcüğünden gelmektedir. Ortaçağ latincesinde ise laicus sözcüğü dinsel görevleri olan ruhban sınıfının aksine, böyle görevleri olmayan inançlı kişilerin oluşturduğu halk tabakalarını ifade etmekteydi.
3Cumhuriyetin ilk TBMM’ne rejim yanlısı bazı şeyhlerin meb’us (milletvekili) olarak alınması ancak bu ödüllendirmenin eseri olarak açıklanabilir.
[4] Şunun da unutulmaması gerekir ki 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle başlayan 2. Cumhuriyet döneminin asker kökenli cumhurbaşkanlarından olan Cevdet Sunay bir konuşmasında şöyle bir ifade kullanmıştır : “Biz laik okullara karşı İmam Hatip Okullarını bir alternatif olarak görüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda yetiştireceğiz”. Sadece devlet yönetiminin değil, yargının da kısmen imam hatip okulu mezunlarından oluştuğu günümüzde, Generalin emeli tümüyle gerçekleşmiş değil midir ?